• Sonuç bulunamadı

GENEL OLARAK SANAT MESELELERİ ETRAFINDA

2.1. HAŞİM NAHİT ERBİL’İN KÜLTÜR ÇEVRESİ

2.2.1. DİL, SANAT VE EDEBİYATA DAİR GÖRÜŞLERİ

2.2.1.2. GENEL OLARAK SANAT MESELELERİ ETRAFINDA

Nahit Erbil; sanat meselelerine ait genel değerlendirmelerine, akademinin çıkardığı broşürdeki “güzel sanatlar”a dair cümlelerden hareketle başlar:

“Bir cemiyetin hayatında millî kültürü teşkil eden unsurlardan biri de, müşterek heyecanlara kaynak olan müşterek zevktir. Güzel sanatların içtimaî fonksiyonu; günlük hayatın zaruretleri ve sıkı nizamı üstünde, ferdî ruhları müşterek ve yaratıcı ideallerle temasa getirmektir. Güzel sanatlar; bilgi ve ihtisasların insanları zerrelere ayırır gibi gözüken tesirini ikmal ederek millî ve beşerî birliği canlı tutan diğer birçok amiller arasında mühim bir rol oynar.”

256“Türkçe ‘kuzu’ kelimesinin karşılığı her lisanda vardır ve kuzu her yerde kuzudur; lâkin ‘kuzum’

sözünün Türkçedeki içtimaî kıymetini bir kere düşününüz. Bu nüvaziş, bu okşama kelimesi, Türk için, en masum bir sevginin, en halis ve insanî bir şefkat ve rikkatin son haddini gösterir. Bu okşama kelimesini, yine okşamak arzusuyla bir Fransız’a söyleyiniz: ‘Kuzum’ tabirinden çok gücenir; çünkü o, bu kelimeden başka manalar çıkarır. Fransız anneler çocuklarına ve sevgililer, birbirlerine, nüvaziş makamında söylerler: ‘Mon chau’ bu, ne demektir, bilir misiniz? ‘Lahanam’ Eğer bir Fransız, okşama maksadıyla -Sen, benim lâhanamsın.- diye bir Türk’e hitap ederse, buna muhakkak darılacağını söylemekte tereddüt etmezsiniz. Görülüyor ki kelimelerin kıymet hükümlerini öğrenmek, yalnız lügat kitaplarının yardımı ile olmaz. Tercüme yapan kimsenin; psikolojinin muhtelif şubelerini, iktisadî içtimaiyatı ve sosyolojiyi de çok iyi bilmesi gerekir.”

Güzel sanatların içtimaî fonksiyonun “kültür”le sınırlandırılmasına temkinli yaklaşan Erbil; ilmin terakkisine varıncaya kadar oldukça geniş bir sahayı içine alan kültürün, “müşterek zevk=müşterek heyecan” gibi kuru bir anlayışa indirgenmemesi gerektiğini vurgular:

“Bir kere müşterek zevk, müşterek heyecanlara kaynak olmaz da estetik bir iltisak yani yapışıklık noktası olur, Türklerin ayranı ve pilâvı bira ve makarnaya tercihi etmeleri, zevkte birleştiklerini, yani kültürlerinin birliğini gösterir; lâkin bu gösteriş, onlar için bir heyecan kaynağı olmaktan uzaktır. Çünkü iştahlanmak başka, heyecana gelmek yine başkadır. Yüksek heyecan veren ve insanı müşterek ideallere yaklaştıran hali, musikide bulabiliriz: -Ey gaziler, yol göründü!- parçası veyahut ‘Cezayir havası’ çalınırken Türk anaların hıçkıra hıçkıra ağladığını gördük. Bu müzik parçaları çalınırken, her Türk saçından tırnağına kadar vücudunun ürperdiğini sezebilir ve her Türk eline geçen silâhı kapıp meçhul iklimleri fethetmeğe koşabilir. İşte böyle bir heyecan, günlük hayatın sıkı nizamını aşan bir taşkınlıkla ruhları taşırabilir. Broşür ise böyle bir heyecanın kaynağı olarak Avrupa’nın güzel sanatlarını kast ediyor ki bu, Türkün kültüründe bulunmadığı için, ona heyecan da vermez ve Avrupa güzel sanatlarının bizde hiçbir içtimaî fonksiyonu olamaz. Meselâ Buter Flay’ın musikisi, bir Japon karısına acımak duygusunu verebilir; lâkin bu duygu, ‘millî’ değil, insanîdir. Eğer millî bir Türk operası Van, Erzurum, Selanik’te, Rumeli’de Türk çocuklarının süngü ucuna takılırken veya gebe kadınların karnı bıçakla yırtılırken kopardıkları çığlıkları sezdirirse, işte o zaman Türkler heyecana gelirler; dişlerini gıcırdatır, yumruklarını sıkarlar.”

Nahit Erbil; sanatın tarifindeki “bilgi ve ihtisasın insanları zerrelere

ayırması” kaidesini de çok mahsurlu bulur. “Modern iktisadî hayatı anlamak istemeyen Durkheim’in yaklaşımı” dediği bu görüşün, bütün sanatların nihaî

hedefi “millî birliği” zedelediğini belirtir:

“Bilginin az ve ihtisasın yok olduğu zamanlarda, ilk çağın avcıları ve çobanları, kendi başlarına ayrı yaşarlardı. Bilginin arttığı ve ihtisasın çoğaldığı zamanlarda ise -işbölümleri insanları zerrelere ayırdığı nispette- insanların bağlılığı da artmıştır. Bir çiftçi, bir marangoz, bir makinist, bir

mühendis ayrı ayrı işlerle uğraştıkları halde Türklük duygusunda müşterektirler. Görülüyor ki, ihtisaslar arttıkça bağlar da çoğalıyor.”

Modern milletlerin Hıristiyan olmayanları köleleştirdiği ya da kendi medenî dünyasından kapı dışarı ettiği bir ortamda, “millî ve beşerî” duyguları bir saymanın gafletli bir tuzak olacağını düşünen Erbil; broşürde geçen “resim ve heykel sanatlarının taassup zihniyetiyle horlanması” ifadesinin aksine, bu sanatlardaki içten gelen yüksek duygulara yönelinmesi gerektiği inancındadır:

“Resim ve heykel sanatlarının terakkisine ‘mutaassıp telâkkilerin engel olduğunu’ broşür söylüyor. Lâkin bu güzel sanatların menşeini bulup kurcaladıktan sonra, ‘taassup’ sıfatıyla horladığımız o eski iç duygusunun nasıl yüksek bir kaynaktan geldiğinin ve ne kadar üstün bir seziş olduğunun farkına varabildik. Çünkü mücerret bir Allaha inanmak, -tecrübî psikoloji bakımından- ‘tecrit’ kabiliyetinin yüksek derecede inkişafını gösterir. Ve Türk aklının bu üstün tezahüründen sonra şeklin güzelliğine kıymet vermesi, bayağı bir irtica ve gerileme olurdu. Türkün bu şekil sanatını aşağılık bir iş görmesi, şekilsiz ve mücerret bir Allaha inanmış olmak duygusundan ileri gelmiştir. Ve bu iç sezişin yüksekliğini görmemek, Türk dehasını kavramamaya benzer.”

Bu doğrultuda, “güzel sanatlarda Türkün Avrupalıların izinde yürümesini

istemenin Türk tarihini inkâr etmek” anlamına geleceğini vurgulayan Haşim

Nahit; bunun çözümünün, Türk millî idealine uygun bir talim ve terbiye anlayışıyla mümkün olabileceğine inanmaktadır:

“Avrupalıların şekilde göstermek istedikleri güzelliklerin misallerini, Türk sanatkârları; başları göğe yükselmiş camiler, saraylar, kışlalar, sebillerle, yazı şekilleriyle, dekoratif eserlerle vermişlerdir. Avrupa’nın güzel sanatları, bir muharebe meydanını örten leşler gibi, Avrupa şehirlerinin sokaklarında sürünüyor ve dünyanın en sefil ve aç sınıfı artistlerdir. Şiir, edebiyat, resim, heykel gibi sanatları; güzelliklerinden her gün biraz daha kaybederek kıymetten düşüyorlar. Hem Avrupa’nın güzel sanatından bize ne? Yunan heykelleri, Fransız ve Hollanda ekollerinin resimleri, bugün hangi işe yarıyor? Almanlar; güzel resim ve heykel yaptıkları için mi Japonlarla ittifak ettiler? Uzak Şarktan ve sarı bir ırktan olan Japonlarla ırkta üstünlük davasını güden

Almanları hangi vasıflar birleştirdi? Türk millî ideali; yeni dünyanın yeni hayat şartlarına uymaktır ve bunun birinci şartı da, modern bir teknik meydana getirmektir. Yeni bir talim ve terbiye sistemi de bu idealin bünyesinde tahakkuk ettirilecektir.”

Nahit Erbil; güzel sanatların bölümleriyle ilgili değerlendirmelerine geçmezden evvel, söz konusu broşürü yayımlayan “Güzel Sanatlar

Akademisi”ni de mercek altına alır. Bu kurumun, Avrupa’daki benzerleriyle

mukayesesini yaptıktan sonra, içtimaî gelişmeler karşısında akademinin içine düştüğü durumdan da bahseder:

“Biz, ‘Akademi’ tabirini Fransızlardan aldık. Fransız enstitüsünü teşkil eden -benzeri bizde de mevcut resim, heykel gibi- 5 akademi ve her birinin 40’ar veya 60’ar azası var ki bunları, hep büyük âlim ve sanatkârlardan seçerler. Türkçesi akademi; -çömezlerin yeri değil- büyük âlim ve sanatkârların toplandıkları meclislerdir Bizse; bir muallim mektebine ‘Enstitü’, resim ve heykel sanatını öğreten bir mektebe de ‘Akademi’ diyoruz! Viyana bozgunuyla başlayan Avrupalılara benzemek arzusu, ‘Sanayi-i Nefise Mektebi’ni bizde de kurdurdu. Lâkin bu taklitçilik, bütün Avrupa’nın bizde sarsamadığı bir iç kuvvetini, yani Türkün kendi kendine güvenmesi duygusunu münevverlerde yıktı! Türk halkının içinde bu ‘kendine güvenmek’ duygusu, -çok şükür- daima yaşıyor ve eğer bizde resim ve heykelin terakki etmemesi ‘Tanzimat’ devrinin bilgisini benimsememek yüzünden olduysa, bu bilgisizliği takdis ediyoruz.

Sonra maşinizmin Avrupa’da öldürdüğü sanatları memleketimizde diriltmeğe kalkışmak, modern Türkleri, puta tapan insanların iptidailik çağına doğru sürüklemek ve geriletmektir. Türk kültüründe, Türk hayatında hiçbir mevkii olmayan resim, heykel gibi şeylerle uğraşıp buna para sarf edilemez. Böyle şeylerle uğraşmak isteyenler, Cumhuriyet kanununun himayesi altında kendi kendilerine resim, heykel yapmakta serbesttirler; lâkin bugün bizim istediğimiz şey, Sinan'ın mimarisini diriltecek ve teknik şeylerin şemasını

çizecek teknik resimdir. Güzel Sanatlar Akademisinin resimleri ve heykelleri değil!”257

Analojiye dayalı -hayvanların davranışlarını taklitle- ortaya çıkan güzel sanatların “maşinizm” etkisiyle yok olduğunu böylece tespit eden Erbil; Avrupa’da dinî ve estetik duyguların kaynağı kilise ve güzel sanatların da modern tekniğe ve gündelik hayatın ihtiyaçlarına göre yaşayan insanın dünyasından tamamen çıktığına dikkati çeker:

“Bu günün şiirinde, resminde, heykeltıraşlığında, güzellik aşkının ilâhî heyecanları, büsbütün yok olmuştur: Bütün güzel sanatlar ölmüşlerdir. Her şeyi alt üst eden fırtınadan sonra ayakta kalmış bir musiki vardır. Lakin makinenin dumanı, insanın son sığınağı olan bu ağacı da kurutmaktadır. Sanat memleketi olan meselâ Paris’te ressamlar, sokak köşelerinde, yol üstünde sergi açar ve tablolarını bir ekmek parası karşılığı olarak satarlar. Orada bütün mesleklerde çalışan işçilerin en zavallısı, ressamlar ve muharrirlerdir. Hükümet, işsiz ameleye biraz para verdiği için ondan on frank gündelik koparabilen ressam veya muharrir kendisini bahtiyar addeder: Edebî eserler yazmış, tiyatro müdürlüğü yapmış bir muharririn açlıktan ölmesin diye, belediyeden günde birkaç frank aldığını yana yakıla anlatan bir Paris gazetesinin bu satırlarını kendi gözümüzle okuduk. Yine kendi gözlerimizle gördük ki eskiden tiyatro olan binalarda, şimdi sinema filmlerini gösteriyorlar!

Şiir, edebî roman, tiyatro, resim, heykeltıraşlık, musiki; hülâsa bütün güzel sanatlar, can çekişiyorlar ve bu şubelerin hiçbirinde eskisi gibi, yeni dâhiler de çıkmadı. Niçin? Çünkü insanın sezmek, duymak, düşünmek tarzı değişti; eskiden efektif mantıkla düşünüyordu, bugün tecrübî, pratik mantıkla düşünüyor. Güzel sanatlar, bir hayal oyunudur. Modern insan; tabiata ve realiteye yüz çevirdiği, eşyanın hassalarını ve kendisinin temayüllerini rasyo- nel bir akıl ve mantıkla araştırdığı için şimdi reel şeylere daha dikkat ediyor ve kıymet veriyor.”258

Haşim Nahit; bütün içtimaî kurumları olduğu gibi, güzel sanatların şubelerini de “iktisadî içtimaiyat” ilminin süzgecinden geçirerek

257 Haşim Nahit Erbil, Türkiye'de Modern Teknik, s. 105-111 258 Haşim Nahit ER-BİL, Avrupa Buhranının Ruhî Sebepleri, s.110-121

değerlendirmiştir. İlk olarak plastik sanatları ele alan yazar; insanın analoji yoluyla tabiata ve hayvanlara can vermesi demek olan “resim, heykel, nakış,

oymacılık” gibi sanatların insanların ihtiyaçlarını izah etmesi zaruretinden

doğduğuna ve yine iktisadî zaruretlerle kıymetten düştüğüne inanmaktadır:

“Resim, heykel gibi plâstik sanatlar, avcılık çağında meydana geldi. İptidaî insan, yediği içtiği şeylerin canına can kattığını sezdiği, Türkçesi iktisadî zaruretlerini temin ettiği için ota, ağaca, hayvana karşı bir yakınlık duygusu duymuş ve bu yakınlığı görmek için onların resimlerini, heykellerini yapmıştır. Müslümanlar gibi şekilsiz ve ‘mücerret’ bir ‘Allah’ fikrine yükselememiş Romalılar ve Hıristiyanlar; ilahlarının insan şeklinde heykel veya resimlerini yapıp bunlara tapmışlar. Ancak dönemin ruhî ve iktisadî şartlarının desteklediği Sinan'ın, Süleymaniye gibi, mimarî sanatının deha eserlerinin yanında, bu heykelciklerin ne ehemmiyeti var? Ne var ki iktisadî yapı değiştikçe, Avrupa’da bile, eski sanatlara sadece eski nesil kıymet verir hale geldi. Böylece en az para kazanıp sıkıntı çeken, sanat zümresi oldu. Kısaca, yeni iktisadî şartlar, plâstik sanatları öldürdü.”259

Musikinin kaynağının da, ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan insan gruplarının ortak hareketleriyle çıkardıkları seslerin ahengine dayandığını söyleyen Erbil; iş hayatıyla musikinin kaynağı arasındaki iktisadî ilişkiye dikkat çeker:

“Yelkenli gemi işleten veya onu yapmak için beraber çalışan bir zümrenin iş sırasında çalışma tarzını tanzim eden kesik cümleleri şarkı halinde teganni edişini yakın şarkta gözlerimizle müşahede ettik. Gariptir ki gemiciler; boş zamanlarında eğlenmek için de aynı şarkıları söylerler ve söylerken de iş zamanındaki ritmik hareketler yerine, bu sefer yine ritmik bir surette parmaklarını şakırdatır, tabanlarını -muayyen bir tempo altında- yere vurur ve bütün vücutlarına da, -şarkıya, el ve ayak hareketlerine uygun- itinalar verirler. Demek oluyor ki yalnız dansın değil, musikinin de menşei, amelî hayattır.”260

259 Haşim Nahit Erbil, Türkiye'de Modern Teknik, s. 205-207

Böylece her milletin millî şarkılarının, kendi çalışma tarzının hususî ahengini gösterdiği tespitini vurgulayan yazar; klâsik musikiye gelince, tıpkı bir lisan öğrenmek gibi, yüksek musikinin bir eğitim işi olduğu gerçeğine dikkat çeker:

“Faust operasını seyir edenler, eğer Faust'un metnini veya hiç olmazsa operada söylenen sözlerini okumamış ve bunun musikisini meselâ yüz defa dinlememiş iseler bu operayı sevmezler. Demek oluyor ki yüksek musikiden hoşlanmak, tamamıyla bir öğrenmek işidir: Evliya Çelebi; Seyahatnamesinin bir yerinde, Avrupa’da işittiği bir musiki parçasını ‘Sivrisineğin vızıltısı’ diye tavsif eder. Bu söz bize, musikinin psikolojik sırrını ifşa ediyor: Türk ordusunun ortalığı sarsan o Yeniçerilerin ‘Mehter’ musikisinin, muharebe eden bütün bir ordunun silâh şakırtılarını andıran yıldırım sesleri yanında, yabancı bir Avrupalının ince sazı şüphesiz ki hiç kalır. Çelebinin bu samimî itirafından da anlaşılır ki klâsik musiki, yabancı bir dile benzer ki bu, öğrenilmek ister.”261

Görüldüğü gibi Haşim Nahit; gerek dil konusundaki tespitlerinde gerekse güzel sanatlara ve şubelerine yönelik değerlendirmelerinde, estetik anlayışını “ekonomik kaideler” etrafında teşekkül ettirmektedir. Özellikle 1934 sonrası “toplumcu gerçekçilik” anlayışıyla öne çıkan sanatın izahına yönelik bu maddeci yaklaşım, sanılanın aksine, Haşim Nahit’in sanat anlayışında “Marksist estetik” olarak da tezahür etmez. Sanatın her şubesine yönelik yaklaşımlarını “iktisadî içtimaiyat” düşüncesiyle ortaya koyan Erbil; bu tavrıyla, eklektiksizim (farklı tarzları karıştırarak mimaride, sinemada, plastik

sanatlarda ve edebiyattaki biçimleri değiştirmek, kaldırmak ve yeniden

kurmak) anlayışına göre hareket ettiğini göstermiş ve sanattaki maddeci

yaklaşımını; ülkenin iktisadî kalkınmasını destekleyen, millî değerlere bağlı ve ülke menfaatlerinden yana bir tutumla ele almıştır. Kısacası o; faydacı bir sanat anlayışından yana tavır takınmıştır.262

261 Haşim Nahit Erbil, Türkiye'de Modern Teknik, s. 205-207

262Ord. Prof. Ziyaeddin Fahri FINDIKOĞLU, Karl Marx ve Sistemi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1976;

Benzer Belgeler