• Sonuç bulunamadı

EDEBİYATA DAİR DÜŞÜNCELERİ

2.1. HAŞİM NAHİT ERBİL’İN KÜLTÜR ÇEVRESİ

2.2.1. DİL, SANAT VE EDEBİYATA DAİR GÖRÜŞLERİ

2.2.1.3. EDEBİYATA DAİR DÜŞÜNCELERİ

Haşim Nahit’in güzel sanatlara dair değerlendirmelerini yoğunlaştırdığı saha, hiç kuşku yok ki, “edebiyat” olmuştur. Konuya dair ilk tespitlerini “edebiyat tarihi” üzerine yapan Erbil; yüzeysel bir üslupla kaleme aldığı hülasasında, “Edebiyatımızın, yıllarca etkisinde kaldığı bir kültürün

karmaşasından kurtulmaya çalışırken, daha karışık bir kültürün istilasına uğradığı” gerçeğine dikkat çeker:

“Türk edebiyatı, Acem ve Arap edebiyatının tesiri altında idi. ‘Divan Edebiyatı’na en çok İran edebiyatı ve lisanı tesir etmiştir: ‘Selçuk’ devletinin resmî lisanı Farsça idi. Son Osmanlı padişahı devrine ait resmî vesikalarda ‘kayıt süde=kaydolunmuştur’, ‘nân-ı aziz=ekmek’ tabirlerini görmüştük. Türkçenin sadeleşmesi, ‘Şinasi’ ile başladı. Sonra garp edebiyatı; Vefik ve Ziya Paşalarla lisanımıza tesir ediyor. Parnas şairlerini taklit etmek hüneri ise son haddini, ‘Fecr-i Ati’de bulmuştur. Ölmüş ve daha ölmemiş bazı Türkçe şairleri, muasır Fransız şairlerinin manzumelerini harfi harfine Türkçeye tercüme etmek suretiyle yahut Fransız şiirlerini bağıra bağıra okumakla şöhret kazandılar:

‘Fecr-i Ati’ ile başlayan ‘cosmopolitisme’ yani dünyayı vatan ve insan nevini de hemşeri saymak temayülü, dinî ve millî idealizmi öldürdü. Mehmet Akif, Mehmet Emin, Emin Bülent o devrin müstesnalarıdır. Son senelerdeki dil oyunu, şiir ve edebiyatımızın tekniğini de, heyecan kaynağını da harap etti.”263

Bu kısa değerlendirmeden sonra, dönemlere ait tespitlerini daha da yoğunlaştıran Erbil; İran ve Arap edebiyatının tesirinde kalan Divan edebiyatını, belli bir zümreyi hedef alan sınırlı ve başarısız bir edebî devir olarak niteler:

“Güzel Türkçenin, pürüzsüz ve hoşa gider bir biçimde olması, eğer bir ‘forme=şekil’ meselesi ise, onun ‘fond=içi’ yani özü de bir ‘esthetique=bedii zevk’ meselesidir. Mesela Osmanlı-Türklerde, İran ve Arap edebiyatının tesiri

altında oluşan Divan edebiyatı, Türk bediî zevkinde bir anarşi meydana getirmiştir: ‘Fuzuli, Nedim, Baki, Nefî’… divanları. Bu edebiyat, sade bir ‘zümre’ye münhasır kaldı. Divan edebiyatının şekil ve mana aykırılıkları, halk tarafından anlaşılmasına mani olmuştur. Bunlardan yalnız ‘Fuzuli’yi istisna etmek mümkündür; çünkü bu şairin, Irak’taki ‘Bayat’ aşiretinin lehçesiyle yazdığı şiirlerini, onun hemşireleri, bugün bile severek okurlar ve bazı beyitlerini, hususî makamlarla teganni ederler. ‘Fuzuli’ bir tarafa bırakılırsa, Divan edebiyatı saray adamlarına münhasır kaldı, diyebiliriz.”

Bunun yanında, halkın özüne mahsus ve Türk’ün bedii duygusunu yansıtan Halk edebiyatı ve hususiyle Tekke edebiyatının varlığından söz eden yazar; “Âşık Garip, Âşık Kerem, Dertli Yunus” gibi âşıkların dilinden ve sazından dökülen bu edebiyatı, “destanlarıyla, kahramanlık ve insanî

duyguları benimsemiş” gerçek bir Türk edebiyatı olarak niteler.

Bu süreçten sonra, yine tehlikeli bir arayış dönemine girildiğini söyleyen Nahit Erbil; XX’nci asır başlangıcında Türk münevverlerin, “Avrupa’nın edebî

eserlerini tatma ve tattırma” yarışına girdiğine dikkat çeker:

“Divan ve Halk hatta Tekke edebiyatı ikilemlerini yaşayan edebiyatımız; yepyeni ve çok tehlikeli bir maceraya daha yelken açtı. Bunlar, ilk önce ‘Edebiyat-ı Cedide’ ve daha sonra ‘Fecr-i Âtî’ isimleri altında meydana çıkmışlardı. Bunlardan arta kalmış kimseler, bugün bile vardır. Türkçeyi sadeleştirmek çığırını ilk açmış olan ‘Şinasi’ ile beraber, ondan sonra gelen şairlerin ve ediplerin tesiri altında bulunan bu edebiyatçılar, eskisinden daha düzgünce yazılar yazmadılar değil; lâkin yazılarının özü, Avrupa ve bilhassa Fransız edebî eserlerinin bayağı bir kopyası idi. Divan ve Tekke edebiyatının bazısına damgasını vuran Türk bediî zevki, Türk karakteri, bunların eserlerinde yoktu bile. Derken Türk milliyetçiliği, sarayın karşısında Bayrağını

açtı ve arası çok geçmeden, büyük harp patlak verdi.”264

Bu değerlendirmeler ışığında, ilk kalem tecrübelerini Servet-i Fünun sütunlarına aktaran Erbil; daha sonra, devrin siyasî ve toplumsal olaylarının etkisiyle, “millî değerler” muhtevalı eserlere yönelir. Hatta konuyla ilgili; beş

yüz bin müslümanın katledildiği bir ortamda kişisel zevkleri anlatmanın bir yana bırakılması gerektiğini,265 böyle bir ortamda parlak ve kurletolu sözlerle

göz boyamacılığının sanatkârın zavallılığını gösterdiğini266 ve buhran

yaşayan halkın hissiyatına tercüman olmak için kuru edebiyat anlayışının bir kenara bırakılması lüzumunu267 uzun uzadıya tahlil eder. Ancak, o güne

kadar yazılarını kabul eden Servet-i Fünûn’un, “bir edebiyat-ı millîye

ihtiyacımız olduğu”nu söylediği için, yazılarını geri çevirdiğini söyleyen Nahit

Erbil; bu süreçte yaşananları ve gösterilen tepkiyi, bir “acziyet-i edebiye” olarak niteler:

“Bir gün mufassal bir musahabe-i edebiye yazdım. Fecr-i Ati gençleri, kendi eserlerini yine kendi aralarında pek beğenmelerine ve birbirine ‘dâhi’ unvanı vermelerine rağmen musahabemde diyordum ki, ‘Bu yeni eserler, bizim ruhumuza yabancı ve başka iklimlere ait başka fikirlerin, başka hislerin bir kopyasıdır. Lâkin bizim de bir varlığımız, bizim de bir ruhumuz ve maneviyatımız var. Bizim de bir tarz-ı tefekkür ve tahassüsümüz var. Hulâsa biz, büsbütün başka insanlarız. Bu taklitçilikten, bu kopyacılıktan vazgeçelim de artık kendi ruhumuzu dinleyelim ve kendi ruhumuzu terennüm edelim.’ Bu

musahabeyi Fecr-i Ati gençleri aralarında okurlar, münakaşa ederler ve

nihayet Servet-i Fünûn’a derç edilmemesine karar verirler.

Bu cümle başkalarına, başkalarının hissiyat-ı milliyesine dokunur, gazeteye koyamayız, dediler; içimi çektim. Aradan seneler geçti. Balkan Harbi devam ettiği günlerdeydi. Bir gün Tanin idarehanesinde o cümle için o parçayı gazeteye derç ettirmeyen ve şahsına, liyakatine hürmet ettiğim şaire tesadüf ederek, hafızama bir çivi gibi saplanıp kalmış olan şu vakıayı tezkâr ettim. Biraz mahcup, biraz da nâdim, -Ne yapalım, dedi, o zamanın icabı böyleydi. Ah zaman, bize kusurlarımızın cezasını; bu kusurlarımızı tamir

265 Haşim Nahit, Musahabe: İçtimaiyat mı Edebiyat mı, Servet-i Fünun, S: 1218, 25 Eylül 1330

(1914), s. 340-342

266 Haşim Nahit, Musahabe-i Edebiye, Servet-i Fünun, S: 1203, 12 Haziran 1330 (1914), s. 99-101;

Tenkit-i Edebi: Fena Bir Fırsat, Yeni Gazete, N:578, 8 Nisan 1326 (1910), s. 3

267Haşim Nahit, Hasbihâl-i Edebi, Servet-i Fünun, S: 964, 12 Teşrin-i sani (Kasım) 1325 (1909), s.

etmek ve kusurlarımızdan istifade etmek imkânını kaybetmeden verecektin!”268

Haşim Nahit; Türk edebiyatıyla ilgili bu genel değerlendirmeleri yaptıktan sonra, edebî türlere ait tespitlere de yer verir. Öncelikle “şiir”e dair düşüncelerini ifade eden yazar; bu türe ait ilk örneklerin, insanların ilk konuştuğu ahenkli dilde ve ilahlar için yapılan dualarda görüldüğünü belirtir. Daha sonra da, insanların ihtiyaçlarının teşekkülü ve milletlerin değerleri doğrultusunda, şiir dilinin değişerek geliştiğine dikkat çeker:

“İnsanların ilk konuştuğu dil, şarkıya benzer ve ilâhların duası da şiir nevindendir. ‘Prose=nesir’ ancak zekânın inkişafından sonra meydana geliyor ve ilk felsefe de bununla başlıyor. Daha sonra, insanların hayata dair ihtiyaçları arttıkça, bunları karşılayacak kelime kadrosu da çoğaldı ve bu zenginlik, zamanla şiir diline yansıdı. Öyle ki bu ihtiyaçlar, zamanla bir millete has değerler haline geldi.

Bir milletin idealini temsil eden, ‘güzel sanatlar’dır ve edebî eser ve bilhassa ‘şiir’, bunların başında gelir. Tarihî ve arkeolojik eserler gösteriyor ki ilk dinlerin itikatları, duaları; hep ‘manzume’ler şeklinde tecelli ettiler.”269

Hatta İsmail Habip Sevük’ün 30 Haziran 1952 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Şiirimizin Manzarası” makalesinden hareketle, şiirin üzerindeki “karanlık dil oyununa” dikkat çekmiş ve bunun beraberinde gelebilecek büyük tehlikeyi haber vermiştir:

“Yunus Nadi mükâfatı için gelen 150 şiirden 39 tanesi seçilmiş ve bunlardan yalnız üçü derece almıştır. Bu şiirlerde; ne ‘şehit’ kelimesinde kavramın manevî nüfuzu ne ‘kağnı’ lafzında o gıcırtıların altında yatan Anadolu insanının yürek acıları var. ‘Şiir’ ismine bile lâyık olmayan bu yazılar, çocukça fanteziden başka bir şey değil. Bununla beraber ‘şehit’ kelimesinin istismarı, terazi hırsızı bakkalın suiistimalini andırıyor ki bu; din, vatan, millet gibi mukaddes mefhumlara karşı komünistlerin istihzasını da hissettiriyor.

Sonra “Günahım” başlıklı manzumedeki küstah çocuk; ‘Ey Tanrı! Gel de beraber düşünelim!’ dizesiyle, kâinatı yaratan büyük Allah’ı, bir sinekten daha

268 Haşim Nahit, Türkiye İçin Necat ve İtilâ Yolları, s. 194-197;

hakir olan kendi varlığının aşağılık seviyesine -sözle olsun- indirmek istiyor! ‘Yeni nesilde akıl kıtlığı var’ iddiamızın canlı delili olan bu dize, yeni nesildeki karanlık ruhların üstünü örten perdeyi bir ucundan açıyor; fakat öbür ucunun altında, ahlâki şenaatler de var: Demek ki komünizm ideolojisi, Müslüman

Türk çocuklarından bazısının itikadını da bozmuş!”270

Nahit Erbil; “roman” türüne dair düşüncelerini açıklarken de, şiirdeki mitolojik kaynaklar gibi, bu türün gelişmesindeki tarihî seyri ortaya koyar:

“İlâhlar için söylenen masallar, günün birinde insanlar için uydurulan romanlar şekline girdi. Romanın iki karakteri var: Bunların biri; ne insanın ve ne de hayvanın ne olduğunu bilmeyen muharririn insana bazı hayvan karakterleri vermesidir ki en eski Hint ve Yunan roman-masalları hep böyledir. Romanın ikinci karakteri, ‘renaissance=rönesans’ devrinden sonraki eserlerde göze çarpar: Her roman yazan, -aklının kestiğine göre- insan tipleri yaratmak ister. Psikolojinin bir ilim olarak meydana çıkmadığı zamanlarda, her yazıcı kendine göre psikoloji tahlilleri yapmış ve kukla-adamları; sevgi, kıskançlık gibi duygularla hareket ettirmiştir. Psikoloji bilmeyen romancı, - başkalarının duygularını kıyas yoluyla- ve analoji ile tahmin ederek vaka kahramanlarının yapacaklarını önceden kendileri tayin ederler. Böyle romanları beğenen kimselerle bunları öğen münekkitler de, psikoloji bilmedikleri için, yalana inanmışlar.”271

Romancıların “insanın iradî fiil ve hareketleriyle uğraşmak” gibi zor bir işle meşgul olduğunu ve hayalî kişilerine hırsızlık yaptırıp adam öldürtme cüreti verdiğini söyleyen Erbil; edebiyatı “düşkün bir mitoloji” olmaktan kurtarmanın yolunu, “estetik ve psikolojiye dayalı tekniğin gelişmesi” olarak göstermektedir:

“Dünyanın bütün psikologları ve âlimleri; bir ‘fikir’in nasıl ‘fiil’e inkılâp edişini tamamıyla halledememişler. Dünyamızın yaratılışından daha güç olan bu işi, romancılar biliyormuş gibi, filan ve falana birtakım fiiller işletirler ve eğer bir psikoloji imtihanına tâbi tutulsalar, çocuğun mektepten kaçtığı gibi kaçarlar. Bizde muntazam tahsil görmüş de psikoloji bilgisini artırmaya

270 Avukat Haşim Nahit ER-BİL, Hayat Pahalılığı Azaltılabilir mi? s. 130-133 271 Haşim Nahit Erbil, Türkiye'de Modern Teknik, s. 209-211

çalışan romancılar olduğunu biliyoruz; lâkin öyleleri de var ki muntazam bir tahsil görmemişler ve kuruntu ile roman yazıyorlar.

Ribot diyor ki: Edebiyat; şeklini değiştirmiş ve medeniyetin değişik

şartlarına uymuş bir mitolojidir: Tarihle sabittir ki ilâhî şahsiyetlerin görüldüğü hurafelerden destanlar çıkmış. İlâhî karakterler, yavaş yavaş silinir; hurafeler, insanın hayat şartlarına yaklaşır. İlâhlar, bir oyuncak oldular ki, insan da bunların efendisi oldu ve istediği gibi onlara muamele ediyor.

Bu sözü tasdik veya inkâr edercesine, Kimi; roman muhayyilenin mahsulüdür kimisi de vakıadır, diyor. Bazılarına göre psikolojik tahliller, romanı kuvvetli yapan başlıca amillerden sayıldığı halde, bazısı da bu nevi tahlilleri, romanın kıymetten düşmesine sebep gösteriyor!

-Peki, amma, bir romanın bütün dünyada şöhret kazandığı da oluyor; buna sebep nedir? Romanın milletlerarası bir mimarisi, bir tekniği yok mu, diyeceksiniz; lâkin bizde öyle edebiyatçılar var ki -okuma yazma bilmeyenlerin mollalardan korkması gibi- teknik sözünden ürkerler. ‘Renk ve zevk meseleleri, münakaşa edilmez!’ diye meşhur bir söz var! Lâkin acaba roman, böyle şahsî, sübjektif bir zevk işi sayıldığı için midir ki romancılarımız, romanın başlıca vasıflarında olsun, birleşemediler? Eğer öyle ise ve roman, milletlerarası bir sanat sayılmıyorsa, Nobel gibi mükâfatlar nasıl var olabilir?

Taş çağında yaşamış insanlarla bugün dünya yüzünde yaşayan vahşî insanların ve medenî insanların kullandıkları balta, kazma, kürek gibi basit âletlerin az çok birbirlerine benzediklerinde şüphe yoktur. Arkeolog Remzi Oğuz gücenmesin amma, bu teknik âletlerin benzeyişini, arkeologlar değil, psikologlar izah edebiliyorlar!

İnsanın düşünüş mekanizması birdir de onun için teknik âletler birbirlerine benzerler. Bu noktaya bir daha döneceğiz; lâkin şimdiden söyleyebiliriz ki romancılarımızın hükümlerinde uyuşmamalarının başlıca sebepleri; bizde esthetique=estetik ve psikoloji ilimlerinin yayılmamış olmasıdır.”272

Edebiyatın “göstermeye dayalı” metin türü olan “tiyatro” hakkındaki düşüncelerini aktarmaya, bu türün kaynağı ve tarihî gelişimi üzerine

272 Haşim Nahit, Dil-Edebiyat: Roman, Masal Demek mi? Millet, S. 20,1 Aralık 1943, s. 237-240; Türkiye'de Modern Teknik, s. 211-212

tespitleriyle başlayan Haşim Nahit; düşünüş mekanizmasının değişimiyle, “tiyatro”nun tehlikeli bir yola girdiğine dikkati çeker:

“Bilirsiniz ki tiyatronun menşei; şarap ilâhı ‘Baccus’un şerefine yapılmış dinî merasim ve alaylardır. Eski Yunanlıların bütün tiyatro piyeslerini elden geçirdik: Yunanlılar, nasıl ki ilâhlarına heykelle bir varlık vermişlerse, ilâhlara ve kahramanlara ait masalları da bu aynı duygu ile canlandırmak istemişler ve bunu gözle görülen şekillere sokmuşlar. Tiyatro işte budur. İlk trajediler,

hep dinî mahiyette ise de insanî duygular ancak Sofoklesile tiyatroya girmiş.

Yunan tiyatrosunu, Avrupalılar, bütün teknikleriyle taklit ettiler. Ve nihayet ilâhlar yerine kahramanlar ve bazı şahsiyetler koymuşlardır. Şimdi sokak adamları tiyatro piyeslerinin içerisine giriyor.

Modern tiyatro piyeslerini oynayan artistler, tiyatro muharrirleriyle rejisörlerin mekanizmalarını kurdukları makinelere benzerler. Lâkin ‘action’ fiilin mekanizmasını bunların hiç biri bilmez ve seyirci de analoji ile onları taklit eder. Sokakta gördüğünüz çok feci bir manzara, demirden pençesiyle sizi ağlatabilir; lâkin bunun neresinde sanat var? Tiyatro sahnesinde geçen vakıaları, böyle olağan şeylere benzettikleri ve siz de bunun böyle olduğunu sandığınız için bazı defa heyecana gelirsiniz. Tiyatro, bir psikoloji oyunundan başka bir şey değildir. İnsanın kuruntudan ziyade realiteye inanışı, tecrübî akıl ve zekânın eseridir ve sinemanın tiyatroyu dört duvarla boyalı perdeler arasından alıp, kıra, denize, dağa götürmesini de realist olmak meyli yapıyor. 1923 tarihinden beri Avrupa’da devam eden müşahedelerimizle şu neticeye vardık: Tiyatro binalarının yerini yavaş yavaş sinemaya çeviriyorlar. Eğer televizyon terakki ederse tiyatro büsbütün ölecektir. Eski tiyatro düşkünleri,

hâlâ sinema-tiyatro münakaşası yapadursunlar.”273

“Trajedi-komedi”nin insandaki “ağlamak-gülmek” fiillerinin tabii bir yansıması şeklinde ortaya çıktığını belirten Nahit Erbil; bu iki aykırı duygunun farklı milletlerde ve değişik şekillerde kendini gösterdiğine dikkat çeker:

“1-Eski Yunanlılarda hem trajedi ve hem de komedi eserleri var; fakat bunların birincisi ikincisinden daha kuvvetlidir,

2-Romalılarda komedi daha üstündür; hatta Moliere bile Lâtin komedilerinden mülhem olmuştur,

3-Fransızlarda bu edebî nevilerin ikisi de var. Lâkin Moliere bugün bile Corneille ve Racine'den daha fazla rağbet görüyor. Bununla beraber Fransa'da yaptığım şahsî tetkikler de gösteriyor ki Fransızlarda sevinç ve ne- şeli olmak meyli daha kuvvetlidir. Maginot Hattı'ndaki Fransız askerleri, harb ederken bile biri-birleriyle şakalaşırlar, sanırım.

4-İngilizlerde Shakespeare'in dramları ayarında komik bir eserin bulunmaması da gösteriyor ki İngiliz milletinin gülmek meylini, derunî hayatın genişliği örtüyor.

5-Almanlar da bu noktada İngilizlere az çok benzerler. Bununla beraber Faust'ta olduğu gibi, Almanlarda düşünüp tahlil etmek meyli, kederlenmek duygusuyla baş başadır ve gülmeye pek az vakit bulurlar.

6-İtalyanların ‘İlâhî Komedi’si bir trajediden başka bir şey değildir. İtalyanlar çok hayalî ve fakir de oldukları için, Romalıların aksine olarak, trajediye daha fazla meylederler. Şimdi Garp milletlerinden Şark'a geçiyoruz:

7-Eski Mısır'ın tarihinde “ağlayıcı kadınlar” misali vardır. Modern Araplara gelince; içtimaî hayatlarının normal bir tarzda henüz tamamıyla inkişaf edememiş olmasına göre onlardaki duyguların tabii cereyanlarını almış olduğuna hükmedilemez.

8-İran, ‘Kerbelâ vakasını bir trajedi hâline getirmiş olduğu hâlde Müslüman Türkler bu tarihî hâdiseyi derin ve fakat sessiz bir tesirle karşılarlar.”274

Bu tahlil sürecini Türklerin düşünüş mekanizmasına bağlayan Erbil; Türk’ün tarihine ve müesseselerine bakılarak bu iki türden hangisine meylettiğinin açıkça görülebildiğini ifade eder:

“Türk'ün bizce açık ve söz götürmez bir katiyetle malûm olan tarihine bakınız! Türk'te trajediyi hatırlatan bir müessese veya teşkilât yoktur. Türk'te yas bile sessiz geçer. Buna mukabil, ortaoyunu, karagöz, kukla oyunu gibi sevinç duygusunun teatrâl müesseseleri, sonra hep güldürücü mahiyette olan

Hoca Nasrettin hikâyeleri var ki bütün bunlar, Türk dehasının komediye daha ziyade meylettiğini gösterir.

Ortaoyunu, açık havada oynanan eski Yunan tiyatrosunun bir taklidi imiş; karagöz, İranlılarda, kukla oyunu birçok memleketlerde varmış... Bütün bunlar, boş sözlerdir. Türk milleti, bu oyunları asırlarca oynamış ve bunlarla eğlenmiştir; bu, bir tarihî hâdisedir. Bunlardan bugün de hoşlanıyor; bu da bir realitedir. Bütün bunlardan çıkan netice şunu gösterir: Türk'ün dehası,

trajediden ziyade komediye meyleder.”275

“Ortaoyunu, karagöz, meddah, hokkabaz oyunları, Hoca Nasrettin hikâyeleri…” gibi unsurların bir zamanlar “Türk'ün gülmek ihtiyacını”

karşılamaya yettiğini söyleyen yazar; bu sebeple, diğer edebî türlerde bile, müelliflerin “komedi”yi andıran eserlerinin toplum nazarında rağbet gördüğüne işaret eder:

“Mizahî şair ve nâsirlerin Türk muhitinde gördüğü rağbet, bilhassa tetkike değer: Hüseyin Rahmi Bey’in romanlarını, en başa kaydediyorum. Sonra ismini hatırlayamadığım bir paşanın ‘Konya’ şivesiyle yazıp Hakan-ı münevver Sultan Abdülaziz’e takdim ettiği rivayet edilen mizahî şiirlerden birkaç parçasını gördüm.

Tasvirlerdeki kuvvet, harikuladeydi. Merhum Şair Eşref’in şöhreti de çok

kuvvetli bir delildir. Memleketimizde hiciv ile mizahın hududu henüz taayyün

etmemişse nihayet bu, her tekâmülün mebdesinde olduğu gibi, sanat şubelerinin karışıklığını gösterir. Bununla beraber bir şubeye ait iptidaî anasırın varlığı, -henüz ruşeym halinde dahi olsa- yine bir varlığa delalet etmez mi? Muasır olan mizahî şair ve nâsirlerimizin kemiyeti ve keyfiyeti de ‘komedi’ temayülünü daha kuvvetli gösterecek derecededir:

“Refik Halit, Halil Nihat, Fazıl Ahmet, Abdülbaki Kuzu… Bunların en ziyade ehliyet ibraz ettikleri saha, mizah vadisidir. Resmin Türk harsına girmeye başladığı pek kısa bir devrede orijinal görünmeye ilk önce karikatürcüler namzet oldular: Cem, Sedat Semavi…

275 Haşim Nahit, Türk’ün Dehası Komediye mi Trajediye mi Meyledecek, Yeni Adam, S: 282, 23

Ciddî ve genç şairlerimizin içinde bile -dersini ilk fırsatta bırakıp iştiyak ile oyun oynamaya koşan çocuklar gibi- ikide birde mizahi yazı yazanlar var: Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Faruk Nafiz gibi. Bu genç şairler içinde mizaha meyil gösteremeyen, yalnız Halit Fahri oldu ve ötede şifahi ve zarif espriler yapan öyleleri var ki bütün kabiliyetleri mizahi bir şair olmaya delalet eder.”276

Türk dehasının “komedi” sahasında tecelli ettiğini hem geleneksel seyirlik oyunlarına dair örneklerle hem de mizahî yazıların fazlalığıyla ortaya koyan Haşim Nahit; buna rağmen, hâlâ bu ayrımın farkında olmayan gençlerin halini

de “Lâkin ne yazıktır, komedi sahasında uğraşan öyle gençler var ki Racine'e

bayılıyorlar.”277 ifadesiyle belirtir.

Nahit Erbil; Türk dehasının “komedi”ye yakınlığı ve kabiliyetini birçok delille gösterdikten sonra, insan topluluklarının birbiri üzerine tesir ve tazyikinin tezahürü “trajedi”ye meylini ele alır. Türkün vicdanının - Ayastefanos anlaşmasından başlayarak- Avrupa’nın trajik tazyikleriyle günden güne sıkıştırıldığına dikkati çeken Erbil; karışıklık içindeki Avrupa’nın teceddüt ve ıslahat hareketleriyle bu karmaşadan değişikliğe uğrayarak çıkması gibi, Türk milletinin de şuurlu bir irfan sayesinde benliğini anlayıp kendi hususî şeklini alacağını belirtir. İşte bu düşüncenin tezahürünü Deliren Esir’deki “Allah’ım; sen arttır bu infiali / Çünkü her dolan kap mutlak taşacak!”

Benzer Belgeler