• Sonuç bulunamadı

4. DÜNYA GÜVENLİK ANLAYIŞINDA TARİHİ SÜREÇ

4.2. Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışı

4.2.1. Güvenlik Anlayışındaki Değişimler

Soğuk savaşın 1990 yılındaki Londra Konferansı sonuç bildirgesi ile resmen sonuçlanmasının ardından geçen on yıllık süreçte küresel güvenlik ve siyasi koşullar önemli değişiklikler yaşarken, aynı dönem içinde artan ve şekil değiştiren güvenlik yaklaşımı küresel anlamda yeni ve geniş tanımlı bir tehdit boyutunu da ortaya çıkarmıştır. Soğuk savaş sürecinde Avrupa’da kurulan küresel güvenlik terazisi, soğuk savaşın sona ermesi ve dünyanın diğer bölgelerinde meydana gelen krizler ve çatışmalar nedeniyle farklı bir süreci başlatmıştır. Geçiş süreci içindeki bu kavramsal değişim ve gelişimin 11 Eylül saldırısı ile birlikte önemli bir mesafe kaydederek tehdit ve düşman tanımı açısından belirli bir çerçeveyi şekillendirmiştir. Böylece küresel güvenlik anlayışını değiştiren üç temel değişim (1) Jeostratejik Önem Değişimleri, (2) Enformasyon Alanında Değişim, (3) Yönetim Anlayışı Değişimi ortaya çıkmış, buna bağlı olarak ülkeler önce güvenlik anlayışını değiştiren yöntemlerini yenilemişler, ardından bu yeni yöntemi kullanarak tehdit ve düşman kaynaklarını yenilemişlerdir ( Arık, 2001, 4 ).

Bu her üç temel değişim ile birlikte, dünya politikası ve ilişkilerinde değişiklikler ortaya çıkarken, buna bağlı olarak ülkelerin tehdit ve düşman algılamalarını açıklayan yöntemler de değişmiştir. Ülkelerin ekonomik, siyasi ve temel güvenlik yapılarına karşı gelişecek her türlü davranış ve bu davranışı sergileme niyeti tehdit olarak algılanmakta olup, yeni dönemde bu tehditlerin algılanması üç temel sınıfta değerlendirilmektedir (Arık, 2001, 5 ).

(1) Ulusal Fiziki Tehdit (2) Ulusal Çıkar Tehdidi (3) Ortak Değerler Tehdidi

Tehdit algılama yöntemindeki değişim, tehditlerin kimlerden ve nelerden kaynaklandığı konusunda da yeni bir sınıflama yapmaktadır. Tehdit kaynakları 7 ana kümede toplanabilmektedir ( Yılmaz, 2001, 42 ).

(1) Bölge ve Devletten Kaynaklanan Tehditler (2) Uluslar Üstü Gruplardan Kaynaklanan Tehditler

(3) Teknolojinin Tehlikeli Kullanımından Kaynaklanan Tehditler (4) Zayıflayan Yönetimlere Sahip Devletlerin Edilgen Tehditleri (5) Saldırgan Devletlerin Yarattığı Tehditler

(6) Birleşik Amaçlı İstihbarat Tabanlı Ortaklıkların Yarattığı Tehditler (7) Çevre ve Sağlığa saldırı Amaçlı Tehditler

Bu noktaya kadar değişen tehdit kavramlarına yer verilmiştir. Yeni dönemde tehdit kavramı düşman kavramından çok daha önemli olacaktır. Geçmiş dönemin klasik anlamdaki düşman kavramı ortadan kalkmaktadır. Düşmanı isimlendirme eğilimi düşük görüşe kaydırılmakta, tehdit tarifi ve tehditler ile mücadele yüksek görüşe çıkmaktadır.

Değişim karşısında güvenlik anlayışı ve yaklaşımı da değişmekte ve hem ülkeler için, hem de güvenlik kurumları için “Yeni Güvenlik Siyaseti” geliştirmek zorunlu olmaktadır. Yeni Güvenlik Siyasetini hem ülkeler yenilemekte, hem de kurulmakta olan yeni küresel denge içindeki küresel güvenlik sorununu yönetecek güvenlik kurumlarının güvenlik siyaseti anlayışı değişmektedir.

Ülkelerin küresel güvenlik siyaseti, kamuoyuna açık ya da üstü kapalı şekilde beyan edilen üç temel amaç üzerine oluşturulmaktadır (Yımaz, 2001, 45).

(1) Küresel İstikrarı Korumak (2) Küresel Caydırıcılığı Arttırmak

(3) Küresel Demokratik Değerleri Korumak ve Yaygınlaştırmak

Soğuk savaş sonrası dönemde politik-ideolojik bir güç olarak milliyetçilik giderek yükselen bir değer olmuş, günümüzde ise etnik çatışmalar öne çıkmıştır. Silahların yayılması ile ilgili temel sorunlar terörist hareketlerle de bağlantılıdır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte iki kutuplu blok mantığına göre belirlenmiş olan Güvenlik anlayışı ve tehdit algılaması ilk olarak NATO bünyesinde yeniden ele alınmaya başlamıştır. Bu çerçevede, Soğuk Savaş’ın sona ermekte olduğunun açık bir şekilde ortaya çıktığı bir dönemde, 1991 NATO Roma Zirvesinde önemli kararlar kabul edilmiştir. Bu kararlardan bir tanesi de İttifak’ın kabul ettiği yeni stratejik konsepttir (Yımaz, 2001, 46).

Roma Zirvesinde kabul edilen stratejik konsept, Doğu Bloku’nun yok olmasına rağmen NATO’nun ve bu bağlamda ABD ve Avrupa arasında var olan transatlantik bağın tüm yönleriyle korunacağını tekrarlamıştır. Bu bağlamda Roma stratejik konsepti, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ABD-Avrupa ilişkilerine zarar vermeyeceği ve NATO’nun işlevlerini ortadan kaldırmayacağını açıkça ortaya koymak istemiştir. Roma Zirvesi’nın öncelik verdiği konu, Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sürecini kontrollü ve başarılı bir şekilde devam ettirmek olmuştur. Bu sürecin başarıya ulaşması kaygısı NATO’nun güvenliğin tanımıyla ilgili genişletici bir yoruma gitmesini de gerekli kılmıştır. Buna göre güvenlik anlayışı artık daha fazla ekonomik, siyasal, sosyal ve doğanın korunmasıyla ilgili alanları kapsamaktadır. Güvenliğin içinde savunma ve askeri konuların önemi ortadan kalkmamış, ancak bu bağlamda büyük oranda ikinci planda kalmaya başlamıştır. Yeni stratejik konsept bu gelişmeyi, “yeni gereksinimlerin zorunlu kıldığı genişletilmiş bir güvenlik anlayışı” olarak tanımlamıştır (Yımaz, 2001, 42).

Yukarıda açıkladığımız geçiş döneminde yeni bir güvenlik yöntemini de ortaya konmuştur. Roma Stratejik Konsepti’nde “Kriz Yönetimi ve Çatışmaların Önlenmesi” olarak tanımlanan bu yeni yöntem, yine özellikle Doğu Avrupa geçiş sürecinin başarıyla yönetilmesi için düşünülmüştür. Yeni Stratejik Konsept, bu çerçevede, küresel istikrar ve barışın korunması amacıyla, NATO kuvvetlerinin Birleşmiş Milletler görevlerinde de kullanılabileceğini açıkça dile getirmiştir.

NATO Stratejik Konsepti’nde ikinci değişikliği 1999 Nisan’ında, Washington Zirvesi’nde yapmıştır. Bu dönemde, “genişletilmiş güvenlik anlayışı” değişmemekle birlikte, güvenlikle ilgili öncelikler değişmiştir. Sovyetler Birliği dağılmıştır. Eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa’daki geçiş süreci kontrollü bir şekilde takip edilmiş, başarıyla devam ettirilmiştir. Buna karşılık, Avrupa-Atlantik bölgesinin

çevresinde ortaya çıkabilecek bölgesel krizlerin, yayılma etkisi göstererek uluslar arası istikrara zarar verme ihtimalinin artarak devam ettiği tespiti yapılmıştır. Bu çevre bölgelerde yaşanan ekonomik, siyasal zorluklarla, dini ve etnik çatışmalara da dikkat çekilmiştir. Washington Stratejik Konsepti, “etnik çatışmaları, ekonomik sıkıntıları, kitle imha silahlarının yayılması”nı yeni dönemin başlıca tehditleri olarak sıralamıştır. NATO’nun çevre bölgelerinde “nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlara” sahip olma yolunda önemli gelişmeler olduğunun altı çizilmiştir (Yımaz, 2001, 46).

Stratejik Konsept, “devlet dışı aktörler” tanımlamasıyla, terör şebekelerinin kitle imha silahlarına erişme tehdidini açık bir şekilde ve önemle vurgulamıştır. Ayrıca söz konusu terör şebekelerinin bilgisayar teknolojilerini kullanarak gerçekleştirecekleri operasyonlarla NATO’nun güvenlik şemsiyesini ve yüksek teknolojili yeni silah sistemlerini etkisizleştirmeye de çalışabileceklerini yeni bir tehdit olarak vurgulamıştır.

NATO konseptinde, terörizmin yanı sıra, “yaşamsal önem taşıyan kaynakların akışının önlenmesi” tanımlaması da kullanılmıştır. Bu tanımlama ile petrolün kontrol altında tutulması ve yine petrolün Batı pazarlarına düzenli olarak ve uygun şartlarla erişiminin sağlanmasının bu dönem içinde güvenlik açısında tuttuğu önemli yer vurgulanmıştır. Bu tehdit sıralamasının, terör ve kitle imha silahlarının yayılmasıyla birlikte yapılması, NATO’nun güvenlik önceliğinin Orta Doğu’ya doğru kaydığı yönünde bir değerlendirmeyi de gündeme getirmiştir.

Washington Zirvesi’nde kabul edilen Stratejik Konsept, bölgesel krizlerin yayılmasının önlenmesine, petrol kaynaklarının korunmasına ve terör gruplarının kitle imha silahları ve yeni teknolojilere erişerek yapacakları olası saldırılara karşı önlem alınmasına büyük yer ayırmıştır.