• Sonuç bulunamadı

Menakıb-ı Şad u Gam, üç küpenin garip açıklamasının latifeleridir. Haberleri duyuranlar, eserleri nakledenler ve zamanın olaylarını anlatanlar şöyle rivayet ederler:

Eski zamanda Bağdad şehrinde Harun Reşid adında bir halife vardı. Bu halife Abbasi halifelerinden Harun Reşid kadar cömert, lütuf ve kerem sahibi bir padişah idi. Bir gün ava çıktığında gezip dolaşırken karşısında bir toz bulutu gördü. Ne olduğunu anlamadan beklerken bu tozun içinden bir asker göründü. Bu asker baştan aşağıya değerli taşlarla ve cevherler ile kaplıydı. Altında da parlaklığı uzak yerden bile gözleri kamaştıran gösterişli bir at vardı. At o kadar heybetli ve hızlıydı ki göz açıp kapayıncaya kadar gideceği yere gidiyordu. Halife adamlarına o delikanlıyı kendine getirmelerini emretti.

Genç, halifenin emrine karşı çıkmadan gelerek selam verdi ve halifenin huzuruna çıktı.

Halife şaşkınlıkla “ Ey delikanlı, bu gidiş ile nerden gelip nereye gidersin? Böyle yalnız

ve tek başına gitmene sebep nedir?” dedi. Genç delikanlı ısrarların sonunda başından geçenleri anlatmaya başladı : “ Ey halife gerçi size cevap vermekte güçsüzlüğüm yoktur. Durup cevap vermeye tahammülüm ve vaktim olmayıp gidecek yerim de gayet uzaktır. İzniniz ile gideyim” dedi. Fakat halife sorularında ısrar edince bu defa başından geçenleri açıklamaktan başka çaresi kalmayan genç açıkladı: “Ey halife, benden başımdan geçenleri sorarsınız; o zaman kulağınızı benden yana tutun. Bendeniz Mazenderan Şehzâdesiyim ve babam o diyarın padişahıdır. Ve fani dünyada benden başka evladı yoktur. Birkaç bin askerine ‘Oğlum ava mı gider yoksa başka bir yere mi gider? Yanından uzaklaşmayın ve hizmetinde kusur etmeyin’ , diye emir verdi. Bunlar da sürekli benim yanımda yürürler idi. Ve her yerde canlarını başlarını terk ederlerdi.

Bir gün ava çıktığımda boyu göklere kadar uzanan uzun boylu bir ağaç gördüm. Ve o ağacın yanından çölün ortasında zincirini sürüyen deli divane gibi akıp giden bir nurlu çeşme gördüm. Başka yere gitmek istemedim ve askerlerime orada kalmayı emrettim.

Haymalar ve otaklar kuruldu. Meclis hazırlandı. Bu mecliste konuşmalar, yeme-içme, eğlenceler yapıldı. Çalgı aletlerinin, sesi gökyüzüne ulaştı. Böylece keyfimiz hoş oldu.

Gece oldu ve her yer siyah elbiselerini giydi. Herkes çadırına gitti. Ben de aşk nasıl bir nesnedir diye düşünürken bir ağacın altında uykuya dalmışım. Her yer, herkes uykuda iken kulağıma bir ses geldi. Kendimi bir ateş içinde buldum.

Sesin ne taraftan geldiğini anlayamadım ve endişe ile ağaca baktım. Ağacın dalında bir dolaptan başka bir şey göremedim. Bunun içindeki her neyse aşk yoluna delildir diyerek ağaçtaki o dolabı indirmek ve içindeki neyse ona bakmak istedim.

Yanımda yatan askerlerden birini uyandırdım. Kulağıma bir ses geldiğini ve ağaçtaki kutuyu indirmelerini söyledim. Askerler çabaladılar, gayret ettiler ama ağaca çıkamadılar. Vezirime haber verdik o da çıkamadı. Hiç kimse yaşadıklarımın aşk uğruna olduğunu anlayamadı. Vücudum baştan ayağa aşk ateşiyle yanmıştı. Kendi işimi kendim halletmek ve amacıma ulaşmak için oku hedefe attım ve o dolabı aşağıya indirdim. Herkes oradayken açmayı uygun bulmadım bu yüzden herkese çadırlarına gitmeleri için izin verdim. Hepsi çadırlarına gitti. Ben de dolabı alarak kendi çadırıma gittim. O dolabı önüme alıp özenle üzerindeki otları temizledim ve açtım. Dolabın içinden kapağı ve anahtarı mücevherden yapılmış bir altın sandık çıktı. Elimle içinden ipek bir parça çıkardım. Bakarken bir cin sureti gördüm. Sonrasında binlerce mavi renkli suret gördüm. O sureti görünce kendimi kaybettim. Aklım başımdan gitti ve bir akılsız gibi oldum. Düşüp yattım. Biraz zaman geçtikten sonra aklım başıma gelip tekrar sandığa baktım ve yine aklım başımdan gitti. On kere aklım başıma gelip tekrar gitti.

Akılsız kaldım ve her baktığımda vücudumu yağmalayan sureti gördüm. Sonunda vezirim yanıma geldi ve halimi görünce bana ‘Ey şehzâde bu nasıl şeydir ki bir görüşle bu hale geldin? Niye böyle oldun? Niçin böyle ağlayıp feryat figan edersin?’ dediğinde hiçbirine cevap veremedim. Atıma binip şehre geldim. Fakat çılgınlığımı ve deliliğimi annem ve babam görünce yeme-içmeleri, keyifleri yarıda kaldı. Onlar da derdime çare bulamadılar. O suretin ne olduğu, kime ait olduğu belli olmadı ve kimse tarafından bilinmedi. Sonra aklıma bir hamam yapma düşüncesi geldi. Kubbeleri hemen kendini belli eden ve mermerleri değerli taşlardan olan bir hamam yaptım. İpek peştamellerle süsledim. Orta yerine gümüş bir havuz yaptırdım ve altın bir direk koydum. Sonra üzerine o ipek kumaşları yapıştırıp karşısına da bir hücre yaptım. Hücrenin içine de anlayış sahibi bir askerimi koydum. ‘Hamama giren kişilerden bir akçe bile almasınlar.

Hamama girenlerden kim o sureti görüp tanırsa, ona yakınlık bulursa onu bana getirin.’

diye emir verdim. Bunun üzerinden çok zaman geçti. Bir gün yabancı bir adam hamama girmiş ve camekânın içinde olan direğin üzerindeki sureti görünce kendi kendine gülmüş. Görevli asker bunun durumunu görünce o kişinin hamamdan çıkıp üstünü giyininmesini beklemiş. Sonra bu kişiyi alıp huzuruma getirdi. Durumu bana arz eyleyince ben de o bezirganı ödüllendirdim. Ve yanıma oturtup askerlerime meclis hazırlamalarını emrettim. Meclis hazırlandı ve yanımda oturan kişiye o kadar çok ikram eyledim ki ikramlarımdan utanıp yüzünü yere koyarak ”Ey şehzâdem, bana bu kadar şahane iltifat, iyilik yapmanızın sebebi acaba nedir? Bu kadar iltifat ve iyiliğe layıksam eğer bu kulunuzdan bir emriniz, bir hizmetiniz olursa başımı ve canımı efendimin uğruna vereyim; elimden geldiğince, hayatta olduğum sürece onun için çalışayım.”

dediğinde ona “Ey bilgili kişi, o hamama girdiğinde o direk üzerindeki sureti görünce kendi kendine gülmenin sebebi nedir?” diye sorduğumda şöyle cevap verdi: “Ey şehzâdem, eğer sen de o surete gönül verdin ise ömrünü ve devletini harap etmek istersen bilmelisin ki o büyücü senin bildiğin büyücülerden, hilecilerden değildir. Senin gibi nice nice âşıkları esir eylemiştir. Tacından ve tahtından ayırıp, sonunda başlarını ve canlarını alıp dünyaya hasret koymuştur. O büyücü, kızdır ve buradan üç aylık ve üç yıllık yol uzaklığındadır. Fakat o,o kadar kanlı zalimdir ki asla kimseye acımaz ve kimseye yardım etmez. Kimsenin gençliğine acımaz. Her kim ki gelip onu gördüğünde aklı başından gitmezse birkaç bahsi daha vardır. Onları teklif eder. Ki bunlar mümkün olmayan şeylerdir. Yüzünü görüp aklın başından gitmez ise yüzündeki örtüyü kaldırdığı gibi aklın başından gider ve seni yine öldürür. Hiçbir şekilde sana yardım etmez. Bu zamana kadar binden fazla talibi olmuş ve bunun yüzünü gördüklerinde hepsinin aklı

başından gitmiştir. Onlara yardım etmeyip onları öldürmüştür. Babasının başka evladı olmadığından ‘ Kızım rızan ile kimi istersen ona var.’ demiş. Anladığıma göre sen de o hileciye gönül vermişsin ve o zalimle ilgilenip onun güzelliğine vurulmuşsun. Gel bu sevdadan vazgeç, uzaklaş. Senin baban Mazenderan Padişahı ve senin yüzünün güzelliği ondan bile fazladır. Senin yüzüne bakanın gözleri kamaşır. Başka padişahlarda güzel kızlar çoktur. Hangisini istersen sana varırlar ve canlarına minnettir. Gönül verdiğini alır, zevk ve sefa eylersin.” dedi. Ben de ona “O gümüş tenli güzel, bana ne yaparsa razıyım. Varayım yalvarayım, kefenimi işaret edildiği gibi boynuma takıp yine yalvarayım. Ben bu işaretin anlamını bilmezken bile onu isterdim ve onu isterken hiç kusur etmedim. Şimdi senin sayende bu kadar haberdar oldum. Aşk belasına alıştım.

Her ne olacaksa olsun.” dedim.

O kişiye çokça altınlar vererek Çin’e gitmekten başka çare olmadığını ve Çin’e gitmekten başka ilacın şifa vermeyeceğini düşünerek babamın yanına geldim. Olanları babama anlattım. Babam bu sözlerimi duyunca zehir boğmuş gibi oldu. “ Ey ömrümün neşesi, ciğerimin köşesi evladım senden başka evladım yoktur. Bu işi gel yapma. Bak ben yaşlandım, ömrüm de sona gelmiştir. Senden başka evladım yoktur. Böyle bir zalim kız için üç yıllık yola gitmek ve kendini böyle işlere atmak uygun mudur? Ben rıza vermem eğer gidersen de sen bilirsin.” diye sözü bitirdi. Ben de dedim ki “Ey babam, değerlim; sözlerin, nasihatlerin şefkat sözleridir. Buna şüphem yok. Lakin aşk öyle bir şey ki ne taç ne taht aklına gelir. Ne de nasihat fayda eder. İzin vermesen bile ben giderim çünkü sabrım kalmadı.” Benim bu halimi gören babam : “ Ey benim gözümün nuru bana birkaç gün mühlet ver. Ben etraftan birkaç güzel kız toplayayım belki içlerinden birini görüp beğenir, ona muhabbet duyarsın.” dedi. Sonra beğenmem için bir miktar kız getirdi ama ben birisini bile istemedim. Babam bu halimi görünce başka çare olmadığını anladı ve askerlerine emir verdi. İstedikleri kadar mal, para, at, eşya verdi. Eyvah etmeyip Şeyh Sadi Gülistan kitabında yazmıştır dedi.“Ey oğul seni yerlerin, göklerin, her yerin sahibi, yoktan var eden Allah’ın birliğine ısmarladım. Tez vakitte muradına erip esenlik ile geri gelesin ve bizlere kavuşasın.” diye dualar etti.

Nasihat ve dualar eden babam yine dedi ki : “Ciğer köşem o tarafta çok kalma. Bu tarafa çabuk gel. Çünkü artık yaşlandım. Bir yabancı gelip padişah olmasın. Taht yabancıya gitmesin. Oraya gider gitmez hemen gayret edip bir gün önce gelmeye çalışasın. Çünkü padişahlık başka şeylere benzemez.” Benimle vedalaşıp iki üç menzil geldikten sonra döndü. “Neredesin Çin?” diyerek aklıma ne babam ne annem ne de taht geldi. Çin ve Çin’deki o güzelin aşkı vücudumu kapladı. Her nereye bakarsam onun

hayalini görmeye başladım. Ondan başka hiçbir şey görünmez oldu. Bu yolda on üç ay gittim. Çok yerler alıp çok yerler gördüm. Ey halife bana izin ver gideyim. Sırrımı dinlemenin sonu yoktur.” dedim. “Şehzâdem senin cevabını sonuna kadar dinlemezsem içim rahat etmez. İyilik yap da sonuna kadar anlat.” dedi. Tekrar başladım. “Ey halife bir gün sonsuz bir çölde gezerken önümüze bir kervansaray çıktı. O kadar yüksek ki sanki gökyüzüne ulaşmış. Etrafında haddinden fazla bağ ve bahçe var. Uzak bir yerden bir asker göründü. Yanımıza geldi. Bir bilgili vezirim vardı bana dedi ki: “Bunlar Çin askerine benzer, kıyafetleri bizim illerin adamına benzemez.” Meğer bunlar birkaç bin harami imiş. Bunlar bizi görünce üzerimize saldırdılar. Çok savaştık ve çok asker kaybedildi. Benim de atlı askerlerim vardı. Kaybedilen askerlerin tabiri mümkün değil.

Sonunda haramiler benim askerlerimi bozguna uğratıp beni de yaraladılar. Yaram çok olduğundan leşler arasında kaldım. Gece olunca aklım başıma geldi, kalktım. Ne onlardan ne bizden yaşananları görecek kimse kalmamıştı. Çok ağlayıp feryat ettim ama ne fayda. Aç, düşkün, sefil ve atsız bir halde, çıplak bir şekilde yola düştüm. Yol üstünde bazı yerlerde yaram çok ağrırdı ve yarama isyan edip pansuman yapardım.

Yolda giderken halimi görenler bana bir parça ekmek verirlerdi. Bu şekilde 40-50 gün daha gidip garip şehir dedikleri bir şehre vardım. Buradakiler hep gurbetten gelmiş ve şehri mekân tutmuşlardı. Bunlara Çin şehrini sordum. “Üç aylık yoldur.” diye cevap verdiler. İkramlarla, saygıyla beni maksadıma doğru gönderdiler. Sonra “Çin yolu bana elini ver.” diyerek çıkıp gittim. Tam bir sene oldu. Bir gün bir şehre daha vardım.

Bu şehrin hepsi erkek. Kadın ve çocuklar yok. 3-5 gün de orada kalıp yine yola düştüm.

Bir sene daha gittim ve ansızın yoluma bir şehir daha çıktı. Bu şehir perişan bir haldeydi. O şehri gördüğümde Çin olduğunu bildim. Sanki yeniden can ve hayat buldum. 3-4 senenin sıkıntısı aklımdan çıkıp gitti. Göz kapayıp açıncaya kadar olan bir sürede şehre indim. Şehrin içine girerek şehri izlemeye daldım. Öyle büyük bir şehir ki dünyada bir benzeri daha görülmemiştir. Gezinirken bir evin kapısında duran ihtiyar bir kadın gördüm. Yanına gidip kadına selam verdim. O kadın da selamımı alarak hürmetle beni içeriye aldı. Yeme-içme ikramları ile nereden gelip nereye gideceğimi sordu. Ben de “Ey değerli vâlidem bu şehre daha bugün geldim ve buradan başka yerim yurdum yoktur. Beni oğulluğa kabul et.” dedim. O da beni evlatlığa kabul etti. Her gün dışarı çıkıp akşam olunca eve gelirdim. Bir gün şehri gezerken padişahın sarayını gördüm.

Etrafına çokça insan kafatası asmışlar. Gelip analığa bunu söyledim. Vâlide bu dediklerimi duyunca tarif edilemeyecek şekilde kırılmış, yenilmiş gibi oldu ki anlatılması mümkün değil. Hemen ateşlendi, telaşlandı ve bana “Sakın bir daha o tarafa

gitmeyesin!” diye tembihte bulundu. “Yoksa sen bilirsin. O saray padişahın sarayıdır ve onun bir de kötü kızı vardır ki o başları kesip sarayın etrafına o asmıştır. O lanetli bir büyücü ve kanlı bir zalimdir. Her kim onu istemeye gelirse ve onu görürse aklı başından gider, akılsız olur. O da, hemen gelen kişinin başını keser ve saray burucuna asar. Bazı istekleri vardır. Sana söyler ve sen yerine getiremezsen asla sana yardım etmez, seni öldürür.” dedi. Bunun üstüne sabah oldu. Bir hamama gittim. İçerde bir adam tambur çalıyordu. Benim bile gönlüme hoşuma gitti ve ondan etkilendim.

Tamburu alıp bir de ben çaldım. Öyle bir çaldım ki duyanlar hayran oldu ve kendilerinden geçti. Hamamcı bana yalvardı ve dedi ki: “Ey delikanlı bu tamburu sana verdim. Her gün hamama gelip çal.” Artık kadının evine gitmez oldum, onu terk ettim.

Hamamcının evinde olduğum günlerden birinde bayram geldi. Hamamın önünü süslediler, biz de oturduk. Ben yine tambur çalmaya başladım. Padişahın bir veziri vardı. Hamamın önünden geçerken bu kalabalık nedir ki diye bakarken tamburun sesini duyunca atından inip gelip yanıma oturdu. Çünkü aşk dolu sözlerim ve sazım veziri de etkilemişti. Beni Han’a götürerek şahane temiz kıyafetler giydirdi. 1000 altın harçlık, bir oda, askerler ve hizmetçiler verdi. Başımdan geçenleri bana sordu. Ben de Mazenderan Padişahının oğlu olduğumu, seyahate çıktığımı ve bir kazaya yakalandığımı, bütün askerlerimin ve kendimin perişan olduğunu bildirdim. Fakat Çin Padişahının kızına sevdalandığımı gizledim. Meğer Çin Padişahı müziksever, saygıdeğer bir padişahmış. Vezir beni padişahın meclisine, padişahın yanına götürdü.

Benim sazımı övdüğünde padişah “ Çalsın!” diye emir verdi. Ben de kızın aşkı ve arzusu ile öyle hüzünlü, öyle acıklı çaldım. Ve öyle bir söyledim ki şah zevkten aklını yitirdi. Meclis sona erince başımdan geçenleri vezire sormuş. O da öncesinden ve şimdiden bahsetmiş. Benim Mazenderan Şahı’nın oğlu olduğumu duyduktan sonra bana o kadar mal verdi ve yardım etti ki tarifi mümkün değil. Vezirler beni hiçbir yere göndermediler. Gece gündüz şah ile yiyip içtik, zevk ve eğlencede olduk. Kızın ayrılığı günden güne artıyordu. Ara sıra aşk ateşimin acısıyla onu hayal ediyordum. Bu hallerimi gören şah bir gün bana : “Ey mutluluğun çocuğu; içerinde aşk eseri vardır doğru söyle, benden gizleme. Zira senin gibi çocuğu annesi ile babası gözünden sakınır.

Derviş gibi gezerek bu memlekete gelmenin elbette bir sebebi vardır. Benden gizleme, doğru söyle. İstediğin neyse kabul olması için ben de çalışırım. Ve illa saklarsan derman bulamayıp kendini bitirirsin.” dedi. Ben de düşündüm ki eğer sırrımı saklarsam tamamen vefasızlık ederim. Bari saklamayıp söyleyeyim diyerek öyle candan öyle içten ah ettim ki kaderin aynası siyah oldu. “Şah hazretlerinin en yücesinin kızının (yüz

yıldızın) aşkı beni üç senelik yoldan, vatanımdan, tacımdan ve tahtımdan, sultanlığımdan ayırdı ve başıboş etti.” diyerek kalktım ve şahın ayağını öptüm. Hüzünlü hüzünlü ve yanık yanık ağlayarak halimi anlattım. Şah bana ; “Ey şehzâdem, seni görür görmez anladım ama o kızın yanına giden sağ kalmaz ve kurtulamaz. Senin gibi damat canıma minnettir. Senden rica ediyorum ve sana yalvarıyorum ki bu sevdadan vazgeç.

Memleketimin yarısını rızam ile sana vereyim. Hangi padişahın kızını istersen sana alıvereyim.” deyince ben de cevap verdim: “Ey alemlerin şahı, dünyada senin başından aşk geçmemiş. Eğer senin başından aşk geçmiş olsaydı sen bana böyle demezdin. Ben bu kadar gurbeti ve sıkıntıyı yaşadıktan sonra istediğim yere gelmişim. Şimdi vazgeçmek olur mu hiç?” . Şah dedi ki; “Ey şehzâde onun yüzünü görünce aklın kalmaz, kendini şaşırırsın, aklın başından gider. Eğer şaşırmaz isen o hilekâr soyunup âşığı ile güreş tutar. Onun billur gibi olan vücudunu görünce ve onun eli eline değince ister çok güçlü ol ister kahraman ol takatin kalmaz. Bu şartı yerine getirirsen bir şartı daha vardır. Buraya beş senelik yolda Heftgân şehri vardır. Buradakilerin hepsi peridir.

Bunlar bir zamanlar gelip Çin denizine girmişler. Şahın kızlarından biri küpesinin tekini o denize düşürmüş. Sonra biri o küpeyi bulup bana getirmişti. Ben de o küpeyi alıp o hileci kıza verdim. Şimdi o küpenin eşini ister. Bu da hiç mümkün değildir.” Ben de

“Ey ihtiyarım; elimde olsaydı bu kadar değerli ve saygın olmazdım. İzin verin de o güzeller sultanının isteğini yerine getireyim. Bu uğurda ya muradıma ererim ya da ölüm şerbetini içerim. Zira âşığa nasihat fayda etmez, o söylenenleri duymaz. İyilikle ne olacaksa bir saat önce olsun.” dediğimde şah izin verdi. Hazır iki hademe vardı. Birine Lü Lü, birine Mercan derlerdi. Şah bunlara emir verdi ve dedi ki “Kızıma benden selam söyleyin. Bu delikanlıyı kabul etsin. Diğerleri ile kıyaslamasın.” Hademeler de “Emir efendimiz hazretlerinindir.” deyince şahın aklı başında gitti. Araplar da Cihan’ın Banusu’nun yanına giderek durumu bildirdiler. Babasının isteğini de söylediler. Kız cevap vererek “Bu Mazenderan Padişahı’nın oğlu kanına susamış.” dedi. Hademeler de “Sana birkaç yüz kişi geldi hepsini yok ettin. Bu şehzâde gibi güzel ve tambur çalmasıyla herkesi kendine hayran eden biri daha gelmemiştir.” dediler. Cihan Banusu

“Benden babama selam söyleyin eğer bu şehzâde ise yanıma göndermesin. Zira dediklerimi yerine getiremezse faydası yok. Eğer dediklerimi yerine getirir ise kıyamet gününe kadar cariyesi olurum. Yerine getiremediği takdirde onu öldürürüm.” dedi.

Hademeler bu sözleri şaha arz ettiler. Şah “ Rıza kendinin.” dedi. Ben de “Ey Çin şahı; yaralarım kemiğime ulaşsa ve akrepler vücudumu vatan tutsa da onun aşkından ve sevdasından vazgeçmem.” dedim. Hademeler önüme düşüp beni iç açıcı bir saraya

getirdiler ki dünyada benzeri yok. Sonra bir yere vardım ve günlerce aşkının ateşiyle yandığım, hasretiyle ağladığım güzel sevgili altın bir odada, değerli taşlarla süslenmiş yüce bir taht üzerinde oturuyor. Etrafında 400’den fazla cariye dizilmiş. Sanki güneşin etrafında olan birbirinden güzel yıldızlar gibi. Bu sureti görünce aşkımın denizi dolup taştı. Aklımı başıma alıp tambur çalmak istedim. Ama o güzelin yüzüne doyana kadar bakanın gözleri kamaşır ve aklının başından gitmemesi imkânsızdır. Onun resmine biraz bakınca gözüm alışmıştı. Resmine bir hayli baktım ama selam verip yüzüne bakamadım. Yüzümü yere koyup “Siyah saçın gece gibi, yüzün doğunun güneşidir. Ey sevgili; uzun boyun acaba şimşir ağacı mı yoksa dikenli ardıç ağacı mıdır?” diyerek karşısında durdum ve biraz ona baktım. Beyit okuduğumu duymuş ve “Niçin beni

getirdiler ki dünyada benzeri yok. Sonra bir yere vardım ve günlerce aşkının ateşiyle yandığım, hasretiyle ağladığım güzel sevgili altın bir odada, değerli taşlarla süslenmiş yüce bir taht üzerinde oturuyor. Etrafında 400’den fazla cariye dizilmiş. Sanki güneşin etrafında olan birbirinden güzel yıldızlar gibi. Bu sureti görünce aşkımın denizi dolup taştı. Aklımı başıma alıp tambur çalmak istedim. Ama o güzelin yüzüne doyana kadar bakanın gözleri kamaşır ve aklının başından gitmemesi imkânsızdır. Onun resmine biraz bakınca gözüm alışmıştı. Resmine bir hayli baktım ama selam verip yüzüne bakamadım. Yüzümü yere koyup “Siyah saçın gece gibi, yüzün doğunun güneşidir. Ey sevgili; uzun boyun acaba şimşir ağacı mı yoksa dikenli ardıç ağacı mıdır?” diyerek karşısında durdum ve biraz ona baktım. Beyit okuduğumu duymuş ve “Niçin beni

Benzer Belgeler