• Sonuç bulunamadı

E. Ölüm Cezası Üzerine Görüşler

3. Görüşümüz

Olması gereken hukuk anlamında yazmamız gerekirse ölüm cezasına karşı olmak adilane değildir. Gerçekten de işlenen öylesine suçlar vardır ki, bu suçu işleyen kişilerin ölüm cezasıyla cezalandırılmaması toplumdaki adalete olan inancı zedelemektedir. Bunu okuyan kişilerin hemen hepsinin aklına bu konuda sayısız örnek gelecektir.

Ülkemizde PKK terörü uzun süre genç- yaşlı demeden can almıştır. Bu hainlerin ıslah edilmesini beklemek akıllı devlet anlayışıyla bağdaşmayacağı gibi, insan hakları, adalet, hukuk gibi kavramlarla açıklanamaz. Hiçbir suçu günahı olmayan Eren Bülbül’ün 15 yaşında katledildiği bir ortamda onu katledilenlerin hala nefes

446

www.milliyet.com.tr/yunanistan-da-kucuk-asya-felaketi-davasi/sondakikaarsiv/31.10.2010/1189358/default.htm. E.T. 20.08.2018.

447 EREM, Faruk; Bir Ceza Avukatının Anıları, Mart 2017, Ankara, s.35.

448 GEMALMAZ, s.50.

153

almaya devam etmesi bu ülkenin her vatandaşının kanına dokunur kanaatindeyim.

Bu sebeple olması gereken (ideal) hukuk anlamında ölüm cezası desteklenmelidir.

Buna karşın, ülkemizde hukuk güvenliği yoktur. Şu anda hüküm vermeye çalışan hakimlere güvenmek ve onlara ölüm cezası verme yetkisi vermek, kurda kuzu emanet etmeye benzer. Dolayısıyla bu hakimlere böyle bir yetki vermek çok akilane değildir.

Bunun dışında uygulamada AİHS’nin 13 Nolu protokolünün birinci maddesine Türkiye de taraf olduğundan ölüm cezasını ülkemize getirmenin uluslararası boyutları da düşünülmelidir. Ancak, aynı sözleşmenin 6 Nolu protokolünün ikinci maddesinde ‘’Bir devlet, yasalarında savaş veya yakın savaş tehlikesi zamanında işlenmiş olan fiiller için ölüm cezasını öngörebilir…’’ ibaresi; ülkemizde yer alan terörist faaliyetler için uygulanabilecek bir maddeydi. Ne var ki 13 Nolu protokol devreye girdiği için 6 Nolu protokol ilga olmuş olduğundan artık bu maddenin uygulanmasının da imkanı yoktur. Bizce olması gereken 6 Nolu protokoldeki gibi devletlere bu yetkiyi vermektir. Devletler hukuken bu yetkiye sahip olmasalar dahi, fiilen bu yetkiyi kullanacağından fiili durum hukuki duruma uygun hale gelmelidir.

Buna karşın şu anda ülkemizde ölüm cezasının kesin olarak getirilmesini savunmak çok kolay değildir. Zira; geçmişteki kötü uygulamalar hafızalardan halen silinmemiştir. Ülkemizde bir başbakan, bir cumhurbaşkanı, bir meclis başkanı, iki meclis başkanvekili, bir genelkurmay başkanı ve üç bakan ölüm cezası ile cezalandırılmış, hatta bir başbakan ve iki bakan hakkında ölüm cezası infaz edilmiştir. Bunun dışında Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan gibi toplumun önemli kesimine hitap eden siyasiler ölüm cezasıyla yargılanmışlardır. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan gibi toplumda önemli yer eden kişiler hakkında ETCK m.146/1 uygulanmıştır.

Yukarıda anlatılanlar tarihimizin utanç sayfalarıdır. Bu sayfalara bir yenilerinin daha eklenmemesi gereklidir. Bu sebeple her ne kadar olması gereken hukukta ölüm cezası desteklense de ülkemiz için duruma ihtiyati yaklaşıyoruz.

Bize göre ölüm cezası pratikte iki ayrı dönem için incelenmelidir. Bu dönemler;

olağan dönemler ve savaş dönemleridir.

Olağan dönemlerde ölüm cezası ülkemizde, kabul edilemez. Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebepler kısaca yukarıda anlatılmıştır.

Öncelikle bir kısım fiili sorunlar söz konusudur. Ölüm cezasının yeniden yürürlüğe girmesi demek özellikle uluslararası camiada ülkenin ciddi sorunlarla

154

karşılaşması anlamına gelir. AİHS’nin 6 nolu protokolündeki hal ölüm cezası için en uygun haldi fakat 13 numaralı protokol devreye girdiği için 6 numaralı protokol ilga olmuştur.

Bir başka sebep; maalesef hukukumuz güven açısından sınıfta kalmış olmasıdır.

Barolar siyaset dışında bir şeyle uğraşmamaktayken, beceriksiz bazı hakimler egolarını meslekleri aracılığıyla tatmin etmektedir. Savcılar hakkında diğer iki meslek grubuna nazaran daha olumlu cümleler söylenebilirse de sınıfta kaldıkları gerçeği değişmez boyuttadır. Kaldı ki; dünyanın en iyi hukuklarında dahi hata olma ihtimali göz ardı edilemez.

İstanbul Anadolu 25. İş Mahkemesi Hakimi olan ve ender rastlanacak düzgünlükte bir hakime ‘’Ölüm cezası hakkında ne düşünüyorsunuz?’’ dediğimde;

‘bir ülkedeadaletin terazisi, kuyumcu terazisi kadar hassas olmadıkça o ülkeye bırakın ölüm cezasını getirmeyi, o ülkede ölüm cezası tartışılamaz bile.’’ cevabını vermiştir. Lafayet de üç yüzyıl önce ‘’İnsanın yanılmazığını görebildiğim güne kadar ölüm cezasının kaldırılmasını isteyeceğim.’’ demiştir.

Maalesef bu görüş hiç de yabana atılmaz. 1918’de New Jersey’de George Brandon hakkında verilen ölüm cezası infaz edildikten sonra bir başkası suçunu itiraf etmiştir.

Burada ölüm cezasının bir başka sorunu ortaya çıkmaktadır. George Brandon öldükten sonra asıl suçlu neden suçunu itiraf etmiştir? Muhtemelen vicdan azabından dolayı. Peki vicdan azabı neden George Brandon’un cezası infaz edilmeden gerçekleşmemiştir? Yine kuvvetle muhtemel ki, o kişi vicdan azabıyla hayatı arasında kalmış ve hayatta kalmayı seçmiştir. Zira hayatta kalmak canlıların en gelişmiş reflekslerinden biri olup evrim sürecinin temelini oluşturur449. Bundan dolayı kimse kimseyi suçlayamaz, ayıplayamaz. Bu durum da ölüm cezasının, ceza hukukunun en temel amacının önünde köstek olduğunu gösterir.

Frank Smith, 1949’da ölüm cezasına çarptırılmış, cezanın infazından birkaç dakika sonra kendisini temize çıkartacak deliller bulunmuştur.

Bu örnekler çok geçmişte kalmış değildir. 2007 yılında başlayan ve kamuoyunda Ergenekon davası olarak bilinen davada, ölüm cezası kaldırılmadan önce sanıklar yargılanmış olsaydı, ölüm cezasıyla yargılanmış ve muhtemelen bu cezaya çarptırılmış olacaktı. Ancak yıllar sonra söz konusu davaların bir komplodan ibaret

449 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkn. WİNSTON ROBERT (Çev. KÖSEOĞLU, Sinan); İlkel Dürtülerimiz Modern Yaşamımızı Nasıl Biçimlendiriyor? İnsan İçgüdüsü, İstanbul, 2016.

155

olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Eğer ölüm cezası kaldırılmamış olsaydı, sanıkların tamamını tarihimizin utanç sayfasında hatırlayacaktık. Kaldı ki; söz konusu yargılamalar (!) sebebiyle uğradığı ağır psikolojik travma sebebiyle intihar eden Ali Tatar belki hukuken ölüm cezasına mahkum edilmemiştir. Ancak yaşanan Türk hukuk tarihinin ayıbı olmaya yeterdir.

Bir diğer sebep tarihsel sebeplerdir. Tarih boyunca cezalar dikkatle incelendiğinde, cezaların şiddetinin giderek düşürüldüğü görülecektir. Bu süreçte bırakın ölüm cezasını getirmeyi müebbet hapis cezası tartışılır hale gelmiştir450. Aslında insanlık, suçlunun cezasını vermek konusunda 21. Yüzyıl olmasına karşın hala acze düşmüştür. Gerçekten de suç işleyen kişinin sadece dört duvar arasına

‘’tıkılması’’ ya da onun ‘’yok edilmesi’’ verilebilecek ne büyük cezadır! Devletlerin bu konuda düşmüş olduğu hal insanlık için utanç verici noktadadır.

Savaş, insanların hemen hiçbirinin istemediği bir gerçektir. Bu gerçeğin bugün ülkemizde yaşanmıyor olması- ki bir daha yaşanmasını asla istemeyiz- bir daha yaşanmayacağı anlamına gelmez. Bu sebeple bu olayların önceden düşünülmesi ve ona göre düzenleme yapılmasında yarar vardır.

Bazen bazı hallerdeki basit bir merhamet, bir kişinin canını bağışlamak, ömürler boyunca milyonlarca kişinin merhamet dilenmesine sebep olabilir. Sözgelimi, Kurtuluş Savaşımız sırasında yapılan İstiklal Mahkemeleri’nin modern hukukla zerre ilgisi bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu mahkemeler 1921 Kanun-i Esasi’sine göre kurulan mahkemeler de değildir. Ancak bu mahkemelerin gerekliliği ve yararı su götürmez bir gerçektir. O dönemde vatana asi olan bir kısım zevat hakkında da

‘’insan hakları, yaşama hakkı’’ gibi düşünceler beslense, bu kişilerin yaşamları bağışlansa, bu sebeple ölen insan sayısı çok daha fazla olacağı herkesçe malumdur.

Savaş acı bir gerçektir ama gerçektir. Bu hallerde vatana asi olanlara karşı merhametli davranmak, tüm milletin kalbine hançer saplamaktır. Kimse kan dökülmesini istemez. Bu çok sevimli değildir. Ancak ameliyatlar da sevimsizdir.

Nasıl ki ameliyat ihtiyaç olunca gereklidir, ölüm cezası için de aksi söylenemez.

Bu durum tarihte çok defa fiilen ortaya çıkmıştır. Örneğin 24 Ocak 1922 tarihinde ‘’gıyaben’’ verilen ölüm cezalarının hukuk devletiyle zerre ilgisi bulunmamaktadır451. Ya da 1915 yılında yapılan Ermeni tehcirini bir hukuk devletinin yapması beklenemez. Ancak savaş esnasında alınması gereken bazı

450 BALCIGİL, s. 68 vde.

451https://katalog.devletarsivleri.gov.tr/Pages/Arama/Ara2.aspx.

156

tedbirler vardır. İşte bu tedbirler şimdiden düşünülmeli, o dönemde iş fiili duruma

‘’daha az’’ bırakılmalıdır. Ölüm cezası da savaş zamanında alınacak tedbirlerden birisi olarak şimdiden kanunlaşmalıdır.

Bununla birlikte ölüm cezası konusunda da diğer cezalarda olduğu gibi kadın lehine bir cinsiyetçilik olduğu su götürmez gerçektir. Gerçekten de kadınlar aleyhine ölüm cezası hemen hemen hiç verilmemektedir. 3 Şubat 1988 yılında ölüm cezası infaz edilen Karla Faye Tucker, Amerika’da 135 yıl sonra ölüm cezası infaz edilen ilk kadın olmuştur452.

Bunun dışında ırkçılık da ölüm cezasının uygulamasında kendisini göstermiştir.

Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir araştırmada ölüm cezasına mahkum olan siyah sayısının, tüm ölüm cezasına oranı %55’in üzerindedir. Buna karşın siyahların nüfus içindeki oranı %15’tir. Bu durum ölüm cezasının uygulanmasındaki eşitsizliğin en net göstergesidir453.

Ölüm cezaları tarih boyunca son derece keyfi uygulanmıştır. Cezalar geriye yürütülmüş, yaş haddine dikkat edilmeden çocuk yaştaki insanlara verilen ölüm cezaları infaz edilmiştir. Ölüm cezası iktidarın güvenliğini sağlamak için kullanılmıştır.

Ölüm cezaları savunulsa dahi, bu uygulamanın yapılmamasının garanti altına alınması gerekir. Yoksa toplum içinde her zaman bir ayrışma oluşabilir. Sözgelimi Türkiye’de simge haline gelmiş bazı ceza infazları; ülkemize çok ciddi enerji ve zaman kaybettirmiştir. Türkiye, Adnan Menderes’leri, Deniz Gezmiş’leri, Fikri Arıkan’ları ölüme mahkum ederek; Alparslan Türkeş’i, Bülent Ecevit’i, Necmettin Erbakan’ı ya da Süleyman Demirel’i ölüm cezasıyla yargılayarak toplumsal ayrışma dışında bir kazanç elde edememiştir. Bu sebeple ceza uygulanacaksa dahi keyfi uygulanmamalı, cezaların ‘’toplumun tamamı’’ tarafından kabul edilmesi gereklidir.

Ölüm cezası verilecek en önemli cezalardan birisidir ve toplumu doğrudan ilgilendirir. Dolayısıyla cezasının iyice araştırılması ve dikkatle incelenmesi gerekir.

1920-1961 arasında infaz ile ölüm cezası arasında bekleme süresi ortalama 230 gündür. Bu süreye İstiklal mahkemelerindeki bekleme, daha doğrusu beklememe süresi dahil değildir. 1960-2000 arasında bekleme süresi ise 562 gündür. Bu süreyi özellikle 12 Eylül yargılamaları çok kısaltmıştır.

452HAIDINGER, s.19.

453BALCIGİL, s.115.

157

Bu sebeple, daha evvel ölüm cezalarının infazının ertelenmesi yoluyla fiilen müebbet hapse çevrilen kanunlar çıkartma yetkisi meclise verilmesi ve meclisin ölüm cezalarının %90 üzeri ile onaylaması gereklidir. Ancak o zaman ölüm cezasının infazı mümkün olabilmelidir. Aksi halde -yukarıda saydığımız durumların ülkemizde yaşanma ihtimali varsa- bu cezaların savunulması düşünülemez.

F. Kuvvetler Ayrılığı Açısından Cezalarda Meclisin Yetkisinin Demokrasi