• Sonuç bulunamadı

Göçmen Edebiyatında İşlenen Konular

BÖLÜM 2: ALMANYA'DA YENİ BİR YAZIN TÜRÜ VE KÜLTÜRLERARASI

2.2. Konuk İşçi Edebiyatından Göçmen Edebiyatına

2.2.1. Göçmen Edebiyatında İşlenen Konular

Almanya’ya 60’lı yıllardaki göçün ardından ortaya çıkan yazın türü daha önce de belirttiğimiz gibi birincil olarak burada yaşayanların sorunlarından bahsetmekteydi. 80’li yıllar Almanya’da Almanca yazan yabancı kökenli yazarlar için adeta bir dönüm noktası olmuştur. Alman okurlara ve Alman yazın çevrelerine ulaşabilmek adına Türkiyeli yazar Habib Bektaş, Lübnanlı Jusuf Naoum, Suriyeli Rafik Schami ve Suleman Taufiq, İtalya kökenli Franco Biondi gibi yazarlar “Reihe Südwind gastarbeiterdeutsch” (Tr. Konuk İşçi Almancası Güney Rüzgarı Dizisi ) adı altında bir dizi antoloji çıkarmaya başlanmıştı. Bu hareket özellikle Alman okurlar ve yabancı

42

kökenli yazarlar arasında bir kültür alışverişinin gerçekleşmesi adına önemli bir adım olmuştur (Bkz.Kuruyazıcı, 2001:11).

Burada doğup büyüyen ikinci kuşakla birlikte, diğer alanlarda olduğu gibi yazın alanında da bir değişim yaşandığı göze çarpmaktadır. Birinci kuşak yazarların eserlerinde “işçi sorunları” ve “sıla özlemi” en yoğun işlenen konulardı. Çünkü ilk gelenler hep bir özlem içinde yaşıyordu ya da çalıştıkları ortamdan rahatsızdılar ve eserlerine de bunlar yansımıştı.

“80’li yıllarda, Almanya’daki sosyo-politik, ekonomik koşulların değişmesi, yabancıların çocuklarının büyüyerek ya da Almanya’da okumak vb. nedenlerle giden genç kuşakların (bunlara “ikinci kuşak”, daha sonraları da “üçüncü kuşak”da denildi) yetişmesiyle, yazınsal yapıtların gerek izleksel gerekse estetik düzlemdeki yapıları değişmeye ve yabancı işçilerin sorunları daha az kaleme alınır olmaya başlandı” (Oraliş, 2001:40).

İkinci kuşakla beraber başlayan söz konusu değişim, ikinci kuşak yazarların çok kültürlü bir ortamda büyümelerinden kaynaklanıyordu. Bu yazın türü toplumsal olaylara reaksiyon göstermektedir. Özellikle 80’li yıllarda artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi fikirlere karşı mücadelelerini sergilemekteydiler. ‘Yabancı düşmanlığı’ (Alm. Ausländerfeindlichkeit), kavramının yaygınlaştığı bu dönemde tepkilerini eserleri aracılığıyla ortaya koymaktadırlar.

Yazarların bu yönde ortak çalışmalarda bulundukları, organize oldukları bilinmektedir. Hatta bu yıllarda Alman kökenli olmayan, yabancı yazarlar arasında Alman vasiliği olmaksızın haklarını arayan, daha iyi iletişim sağlamayı amaçlamış bir yazarlar ve sanatçılar birliği olan “PoLiKunst” (Alm. Polynationale Literatur – und Kunstverein- Tr. Çok uluslu Edebiyat ve Sanat Cemiyeti) kurulmuştur (Bkz. Şölçün, 2007:141). Polikunst Cemiyeti Almanya’da yaşayan sanatçılar ve yazarların birlik olma arayışında kurduğu ilk organizasyon olarak da anılmaktadır ve aralarında Amerikalı, Danimarkalı, Fransalı yazarlar da bulunmaktaydı. Bu kuruluşun amacı yabancı kültürleri Alman toplumuna tanıtmaya yönelik yıllıklar yayımlamaktı.

Bunların yanı sıra göçmen edebiyatı yazarları Alman okurlara ulaşma konusunda yer yer sıkıntılar yaşamış, eserlerini yayımlatma konusunda yayın evleri bulmakta sıkıntı yaşamışlardır. 80’li yıllarda Ararat Verlag, Neuer Malik Verlag, Express Edition, Edition Con gibi yayınevlerinden kitaplarını bastıran yazarlar büyük kitlelere ulaşmayı

43

başarmışlardı. Franco Biondi’nin Passavantis Rückkehr (Tr. Passavanti’nin Geri Dönüşü) adlı yapıtının Deutscher Taschenbuchverlag gibi büyük bir yayınevi tarafından basılmasından sonra, Rowolt, Fischer gibi yayınevleri de oluşmakta olan bu yeni yazınla yakından ilgilenmeye başladır (Bkz. Kuruyazıcı, 2001:11-12). Almanya’nın hatrı sayılır yayınevlerinin de bu yazın türünden eserlere yer vermesiyle paralel olarak, Alman okurlar da dikkatlerini bu eserlerde toplamaya başlamışlardır.

İkinci kuşak daha önce de belirtildiği gibi Almanya’da dünyaya gelmiş, burada eğitimlerini almış, Alman toplumuyla iç içe yetişmiş bireylerden ya da küçük yaşlarda buraya gelip Alman toplumuyla iç içe büyüyen bireylerden oluşmaktadır. Bu nedenle bu kuşak Alman toplumunda anne-babaları gibi “yabancı” olarak görülmek, “yabancı” olarak algılanmak istemiyorlardı. Bu da hem dilsel anlamda hem de işlenen konular bakımından işlenen konuların birinci nesle göre değişkenlik göstermesine neden olmaktadır. Şölçün, ikinci kuşaktaki işlenen konuların tamamen köklü bir değişim geçirdiğini söyleyemeyeceğimizi, ancak yazınsal alanda ikinci kuşakla birlikte önemli gelişmeler olduğunu belirtmektedir (Şölçün, 2007:138). Bu açıdan bakıldığında ikinci kuşağın Almanca eserleri yazması ve Almancaya olan hâkimiyet söz konusu gelişim adına büyük rol oynamaktadır. Esselborn “özellikle burada doğan ve büyüyen ikinci ve üçüncü kuşaktaki yazarların, Alman Dili ve Edebiyatına karşı diğerlerinden farklı ve daha özel bir ilişki kurduklarını” belirterek ikinci kuşak yazarların bu alanda Alman Edebiyatı ile kurdukları bu ilişkiye vurgu yapmaktadır (Esselborn, 2007:19-20).

İkinci kuşak yazarlar ve onların eserlerinde göç ve göçün getirdiği sorunlar odak noktası olmaktan çıkmıştı. Blumentrath ikinci nesilde tematik anlamda değişimler adına, “göç ve göçün getirdiği deneyimler bu yazın türünde önemli bir rol oynasa da, bu genç kuşak eserlerinde doğrudan göçün getirdiği sorunları işlemiyordu” diyor, “göç kavramının burada doğup büyüyen yazarların ana konusu olarak betimlenmediğini” belirtiyordu (Blumentrath ve diğ, 2007:58-59).

İkinci kuşak yazarlardan Zafer Şenocak yapılan bir röportajda, göçmen edebiyatında ele alınan ‘göç’ kavramı adına, “insanların sürekli olarak iki farklı yer arasında kaldığı, göç edilen yere sürekli özlem duygusunu barındıran klasik anlamda göç kavramının artık yeni nesillerde geçerli olmadığını” belirtmiş, “ bunun yalnızca yeni kuşaklar için değil, Almanya’ya ilk göç edenler içinde geçerli olduğunu” savunmuştur (Yeşilada, 2009:22).

44

Seksenli yıllarda kendisini gösteren ve yeni bir kuşak olarak adlandırılan bu yeni yazarlar arasında, Fakir Baykurt, Aysel Özakın gibi Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ortamdan kaçan yazarlar, öbür yandan buraya küçük yaşta, henüz kişilikleri oluşmadan gelenler ya da burada doğup büyüyen yazarlar bulunmaktaydı. Buraya küçük yaşta gelenler, ya da burada doğup büyüyenlerin henüz kişilikleri oluşmadan ya da zaten Almanya’da doğduklarından Türkiye ile ilgili anılarının çok derin olmayışı, bir başka deyişle Türkiye ile alakalarının yalnızca tatillerde gidilen yerler olarak sınırlandırılması, onların birinci kuşağın duyduğu memleket özlemini duymamalarına yol açıyordu.

İkinci kuşakta ‘memleket’ ve ‘vatan’ kavramları bir paradoksa dönüşmekteydi. Bu kuşak kendini ne tam anlamıyla Almanya’ya ne de Türkiye’ye ait hissediyor, kendilerini hep “iki arada” hissediyorlardı. Bu durum onları hep bir kimlik arayışına götürecekti (Bkz. Kuruyazıcı, 2001:20). Söz konusu dönemde, yazarlar içinde yaşadıkları toplumdaki çelişkileri, ilk kuşak ile aralarındaki farklılıkları ve kimlik sorunlarını dile getirdiler.

Almanya’da bulunan yabancı kökenli insanların kaleme aldıkları eserlerde, genel olarak aidiyet ve nereye ait olduklarını sorgulayan fikirler ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu bağlamda Almanya’da bulunan yabancı kökenli yazarların her ne kadar farklı kökenlerden gelmiş olsalar da eserlerinde çok sayıda ortak motifle karşılaşılmaktaydı. Chiellino, 80’li yıllara gelindiğinde özellikle 80’li yılların ikinci yarısında farklı etnik kökenlerden gelen yazarların aynı konuları işlediğini gözlemlemiş, bu durumun Alman Edebiyatı içine dâhil olma ihtiyacının bir sonucu olarak ele alınması gerektiğini savunmuştur (Chiellino, 2008:58).

Bir diğer yandan aidiyet ve kimlik üzerine yoğunlaşmakta olan tartışmalardan çeşitli sonuçlar çıkmaktaydı. Oraliş’e göre;

“Göçmen işçiler ‘yabancı’ diye adlandırılırken bunun ne anlama geldiğini açıklayabilmek öncelikle ‘kendine özgü’ olanın tanımlanmasıyla gerçekleşti. Çeşitli alanlarda kendine özgü olanla yabancı olanın farklılıkları ve ortaklıkları üzerine sempozyumlar, konferanslar yapıldı, yazılar yazıldı. Böylelikle kolektif kimliğin dışında kalan Türkler, İtalyanlar, Yunanlılar vb. farklı etnik kökene, dine, ırka sahip olanların kültürel kimlikleri bu oluşum içinde yeniden belirlendi.” (Oraliş, 2001:37).

45

Kendini kolektif kimliğin dışında hisseden yazarlar, yabancılığın tanımını yeniden yapma eğiliminde bulunmuşlar, ‘yabancılık’ kavramını sorgulamışlardır. Almanya’ya siyasi nedenlerle sığınmacı olarak gelmiş, kendilerini sürgün’de hisseden yazarlar eserlerinde yoğun olarak memleket hasreti temasına yer vermeye devam etse de, genç kuşak yazarlar edebi faaliyetlerinde devamlı olarak bir “kimlik arayışında” bulunmuştur (Şölçün, 2007:138). Varoluşlarını sorgulayan, ‘yabancılık’ kavramını sorgularken aynı zamanda kendini tanımlamaya çalışan bu yeni nesil, ilk kuşağın işlediği konuların üzerinde pek durmamış, aksine bulundukları toplumun ve öz kültürlerinin arasında gelgitler yaşayarak, bir nevi doğu-batı sentezi ortaya koymuşlardı. Burada geçici olmayan ve ebeveynleri gibi ‘geri dönüş miti’ taşımayan birey, yaşadığı toplumda ayrımcılık ve dışlanma gibi olaylardan etkilenip, kendini tanımlayabilecek kavramların peşine düşmektedir. Bu nedenle yazarlar ve eserleri bu, toplumda var olduğu yeri sürekli sorgulayan tavırlar sergilerler.