• Sonuç bulunamadı

2.2. Kırmızı Saçlı Kadın’da Metinlerarası İlişkiler

3.1.1. Freud’a Göre Psikanalitik Edebiyat Kuramı

Freud, bir eserin nasıl ortaya çıktığını, yazarın konularını nereden aldığı, insanları etkileyip duygulandırmanın nasıl üstesinden geldiğini araştırmıştır. Bu çalışmalarında psikanalizin verilerini temel almıştır. Zira psikanalizle insan davranışlarının altında yatan sebepler açıklanır duruma gelmiştir. Bu bakımdan Freud, psikanalitik yöntemle bir yazarı yazmaya iten sebeplerin ortaya çıkarılıp yazarın psikolojisinin çözülebileceğini düşünür (Freud, 2001: 104). Freud’un eserlerinden seçme metinlerin yer aldığı Sanat ve Sanatçılar Üzerine (2001) isimli kitabın “Yazar ve Düşlem” başlıklı makalesinde Freud, yazarı “acayip kişi” olarak görmüş ve bunu şöyle ifade etmiştir: “Şu sanatçı denen acayip kişinin […] konularını nereden aldığını, bu konularla bizi etkileyip duygulandırmanın nasıl üstesinden geldiğini, ruhumuzda uyanabileceğine belki hiç ihtimal vermediğimiz heyecanların

içimizde doğmasını nasıl sağladığını bilme isteğiyle biz sanatçı olmayan kişiler hep yanıp tutuşmuşuzdur” (Freud, 2001: 104).

Freud, bu merakla yaptığı araştırmalarının sonucunda bir eserin ortaya çıkma sebebi olarak yazarın bilinçdışını görmüştür. Ona göre eser, yazarın bilinçdışındaki arzularının, isteklerinin, korkularının sembollerini taşıyan bir belgedir. Bu sembollerden yola çıkılarak yazarın bilinçdışına ulaşılabilir. Freud bu konuyu şu şekilde kaleme almıştır:

Bilinçdışı zihinsel etkinlik kavramı düş gücüne dayalı yaratıcı yazarlığın doğasına ilişkin bir ilk görüşün oluşturulmasını olası kıldı; ayrıca nevrotiklerin incelenmesi yoluyla içgüdüsel itkilerin oynadığı rolün anlaşılması sanatsal yaratının kaynaklarını algılamamıza olanak sağladı ve bu bizi iki sorunla karşı karşıya bıraktı: sanatçı bu kışkırtmaya nasıl tepki verir ve bu tepkilerini gizlemek için hangi araçları kullanır. (Freud, 2000: 96)

Bu yaklaşımından da anlaşılacağı üzere Freud, yazarın eserlerine psikanaliz tedavisindeki bir hastanın sözleri gibi bakıp öncelikle yazarlığın doğası üzerinde durmuştur. Eseri, yazarın düş gücünün ürünü olarak görmüş ve sanatçıların, oynadıkları oyunlarda kendilerine özgü bir dünya kuran, bu dünyayı kendilerinin hoşuna gidecek şekilde tasarlayan çocuklar gibi hareket ettiğini ifade etmiştir. Demek oluyor ki, yazar da eserinde kendi düş gücüyle bir dünya yaratır ve bu dünyayı kendi isteklerine göre kurar.

Ne var ki çocuk, erişkin olmasıyla birlikte oyun oynamayı bırakır; bu, onun için bir hazdan kopuştur. Freud, bir zamanlar tadılmış bir hazdan el çekmenin çok güç olduğunu, erişkinin bu durumda koptuğu hazzın yerine başka bir hazzı koyduğunu ifade eder. Çocukluktaki oyun dünyasından alınan haz, erişkinlikte düşlemler (fantazya) ile sağlanır (Freud, 2001: 101-103).

Oynamayı bırakıp düşlemeye başlayan kişi Freud’un deyimiyle, “Düşler durur aralıksız, gündüz düşleri denilen bir etkinliği sürdürür. Sanırım insanların çoğu

yaşamlarında hayal kurar. Uzun süre gözden kaçmış, dolayısıyla gereği gibi değerlendirilememiş bir olgudur bu” (Freud, 2001: 106). Freud’a göre gündüz düşü görenler, bazı sebeplerle düşlemlerini başkalarından gizler. Çünkü bu düşlerin altında öyle istekler vardır ki kişi, utanca kapılıp onlara yasak gözle bakar. Kişi düşlemlerinden utanmakla birlikte onlardan yoksun kalmak da istemez çünkü düşlemleri aracılığıyla, doyuma ulaşmadığı bir konuda doyum sağlayabilir.

Kişinin bastırmak zorunda kaldığı isteklerini Freud şu şekilde değerlendirir: “İtici güç rolünü oynayan istekler düş kuranın cinsiyetine, karakterine ve yaşam koşullarına göre farklılıklar gösterir; ama bu isteklerin tümünü bir zorlamaya başvurmaksızın iki ana gurupta toplayabiliriz: [k]işiliği yüceltmeye yönelik büyüklük istekleri ve cinsel istekler” (Freud, 2001: 107). Freud’a göre, hayatında bu iki ana istek konusunda doyuma ulaşmamış kişiler, düşlemleri aracılığıyla doyuma ulaşmaya çalışırlar yani düşlemler bir nevi doyumu esirgeyen gerçeği değiştirme girişimidir.

Freud, yazarı gündüz düşü gören kimseye, eseri de gündüz düşüne benzetir. Yani eseri, yazar tarafından uydurulmuş düşler olarak görmüştür. Bu düşlerin kaynağının da çocukluk deneyimlerinde saklı olduğunu, o zamana kadar ortaya koyduğu çalışmalara binaen söyler.

Biz, düşlemlerden (fantazya) edindiğimiz bilgilere dayanarak diyebiliriz ki, güçlü bir güncel yaşantı daha öncelerde, sıklıkla çocuklukta kalmış bir yaşantının anısını sanatçıda uyandırmakta, anımsanan yaşantı ise sanat yaratısında gerçekleşme olanağına kavuşan isteği doğurmakta ve yaratının kendisi hem anımsamaya yol açan yaşantıyı, hem de eski anıya ilişkin öğeleri içermektedir. (Freud, 2001: 112)

Bununla birlikte yazar, gündüz düşlerini örtüp gizleyecek birtakım değişiklikler yaparak yumuşatır ve bunları estetik bir haz sağlayacak şekilde sunar. Böylece yazar, eseri ile düşlemlerini somut bir hâle getirmiş olur. Freud sanatçının düşlemlerinde yaptığı değişimi şöyle dile getirir: “En kişisel istekli düşlemlerini gerçekleşmiş olarak dışa vurur; ama ancak içlerinde saldırgan olanı yumuşatan, kişisel kökenlerini

gizleyen ve güzellik yasalarına boyun eğerek diğer insanlara rüşvet olarak haz ödülü veren bir değişime uğradıklarında bir sanat yapıtı haline gelirler” (Freud, 2000: 54). Mademki eser değiştirilmiş ya da üzeri örtülmüş şekilde yazarın düşlemleridir, o hâlde düş yorumunda kullanılan yöntem esere uygulanarak yazarın doyuma ulaşmamış isteklerine varılabilir.

Freud, daha önce bilinçdışındaki malzemenin simgesel bir yansıması olarak ele aldığı rüyalar ile düşlemleri bir tutar çünkü rüyalar da bastırılmış isteklerin kılık değiştirerek açığa çıktığı düşlemlerdir. Edebî eserler de yazarların kendilerinin bile farkında olmadığı arzularının, bastırdığı isteklerinin, komplekslerinin kılık değiştirerek ortaya çıkmasıdır. Bu yönüyle rüyalar ve edebî eserlerin oluşumu birbirine benzer. O hâlde rüyalar nasıl çözümleniyorsa edebî eser de aynı yolla çözümlenebilir (Freud, 2000: 96).

Anlaşılacağı üzere Freud, kendisinin ruhsal hastalıkların tedavisinde kullandığı psikanalizi, eserden yola çıkarak yazarlar üzerinde de uygulamıştır. Freud, bu yolla tüm insanlığın, özellikle de sanatsal üretimde bulunanların ortak ruhsal özelliklerini açığa çıkardığını şöyle dile getirmiştir: “Psikanalizin gerçekleştirdiği başarı, sanatçının yapıtları, yaşantıları ve görünürde tesadüfi al[ın]yazıla[rı] arasında ilişkiler kurarak, onun, bünyesel yapısını ve bu yapıda etkin içgüdüleri, yani bütün insanlarda ortak özelliği saptamak olmuştur” (Freud, 1996: 90-91).

Freud’un kendisi de edebî eserleri, ortaya koyduğu psikanalitik kuram ışığında eleştirmiştir. Freud, sanatçılar üzerindeki ilk eleştirisini Leonardo da Vinci analizi ile yapmıştır. Freud’un ilk edebî incelemesi de Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin

Karamazov Kardeşler isimli eseri üzerinedir. Freud, “Dostojewski und die

Vaterötung” (1928) başlıklı ve Türkçeye “Dostoyevski ve Baba Katli” ismiyle çevrilmiş olan yazısında, Dostoyevski’nin hayatına, eserin konusuna ve eserde yaşanan olaylara dayanarak Oidipus kompleksi kavramı aracılığıyla Dostoyevski’nin babasını öldürme istencine dair sonuçlara ulaşmıştır (Freud, 2001: 221-223).