• Sonuç bulunamadı

2.3 İkinci Dalga Feminizm

2.3.3 Fransız Feminizmi

Diğer taraftan daha çok Kuzey Amerikan ve Anglo-Sakson coğrafyada gelişen radikal feminizm ile yakın bir zaman dilimi içinde Kıta Avrupası’nda önemli bir feminist kuram gelişti: Fransız Feminist Kuramı. Bu geleneğin kısa bir özetini sunan Madan Sarup, Monique Wittig’i dışarıda bırakıp Luce Irigaray, Julia Kristeva ve Helene Cixous üzerinden Fransız feminizminde ortak noktanın, Jacques Lacan’ın düşüncelerinin etkileri olduğunu belirtir (Sarup, 2004: 161). Bu anlamda Fransız feministleri Lacan’ın dile vurgu yapan psikanalitik kuramı üzerinden bedenin toplumsal cinsiyet haline dönüşmesini sorgulamışlardır denilebilir (Wright, 2002: 50-82).

Lacan’ın düşüncesinin feministler için ilgi çekici olmasının sebebi kendini ifade etme, öznellik, arzu ve cinsellik gibi konuları yeniden düşünmek için imkanlar sağlamasıydı:

“…Lacan'ın kuramı da bir yanda birey ve toplum sorununa, öbür yanda benliğin toplumsal ve dilsel inşasına ilişkin bir dü­şünme yolu önermekteydi. Lacan için benlik ile toplum arasında hiçbir ayrılık yoktur. İnsanlar dili benimseyerek toplumsal olmaktadırlar; bizi özne kılan dilin kendisidir. Bu nedenle, Lacan' a göre birey ile toplumu iki ayrı kefeye koymamamız gerekir. Toplum, tek tek her bireyi kaçınılmaz olarak kendi içinde taşımaktadır” (Sarup, 2004: 16).

Lacan’a göre erkeklerle kadınlar arasındaki tahakküm ilişkisini ve erkeklerle kadınların konumlarını biyolojileri değil, dil belirler. Dolayısıyla erkek ile kadın arasındaki cinsiyet farkı ile cinsel fark aynı şey değildir. Cinsel fark, cinsiyet farkının ne olduğunu ya da biyolojik olarak neyi içerdiği ile ilgili deği onun ne anlama geldiği veya neyi sembolize ettiğiyle –konuşma ve arzu erkek, suskun pasiflik dişi– ilgili bir yorumdur (Stone, 2015: 182). Fransız feministleri, çalışmalarını Freud’un eleştirel okumaları üzerinden yürüten ama dili Freud’un bilinçdışına benzer biçimde tanımlayan Lacan’ın düşüncelerini yararlı bulmuşlardır. Fakat Freud’daki penis merkezcilik Lacan’da fallus merkezcilik olarak yeniden doğduğu için, bu yüzden dili ataerkil iktidara karşı bir direniş alanı olarak kendilerine uygun biçimde kavramsallaştırmışlardır.

Helene Cixous’un ortaya attığı dişil yazın (ecriture feminine) ve Irigaray’ın mimesis stratejisi bu eğilimi yankılamaktadır. Helene Cixous, Lacan’dan olduğu kadar ikili karşıtlıkları bulup yapısökümüne uğratmayı öneren Derrida’dan da etkilenmiştir. Kültürdeki ikili karşıtlıklar ataerkil düzenin bir sonucudur. Erkek, “Ben bütünüm, evrenin özdenetimli merkeziyim. Öteki olarak tanımladığım dünyanın geri kalanı ancak benimle, fallusun sahibi olan erkek/baba ile olan ilişkisinde anlam kazanabilir” demektedir (Tong, 2009: 275). Cixous, evreni ikili karşıtlıklara indirgeyen eril yazıya ve düşünceye karşı çıkar. Çünkü ikili karşıtlıklar hakim olanın tâbi olan karşısında daima kendisini norm kıldığı bir tahakküm ilişkisi üzerine kurulmuştur. Aktiflik/pasiflik, güneş/ay, kültür/doğa, gün/gece, söz/yazı, yüksek/alçak, iyi/kötü gibi karşıtlıklar hiyerarşiktir ve eril düşüncenin bir tarafa olumlu diğerine olumsuz anlam yüklediği tahakküm mantığını yansıtır. Cixous’nun ikili karşıtlıkların ataerkil iktidarın yeniden üretilmesinde nasıl bir rol oynadığını ortaya koyması üçüncü dalga feministlerine ve queer kuramcılara da ilham olacaktır.

Dilbilim, psikanaliz ve felsefe üzerine eğitim alan Luce Irigaray, Lacan’ın üçlü dil sisteminde kadının kendine yer bulamamasının yalnızca Lacan’a özgü değil bütün bir felsefe tarihinin bir özelliği olduğunu söyler, Platon’a kadar götürür: Platon’un mağara mitinde, Irigaray filozofun mağarayı ana rahmi gibi, yuvarlak, karanlık, dışına yalnızca dar bir kanaldan çıkılabilen bir oda şeklinde tasvir ettiğini savunur. Platon dişi bedeni cehalet ve yanılsama durumunun sembolü olarak kullanmaktadır. Bilgiye, gerçeğe ulaşmak için dişi beden geride bırakılmak zorundadır. Böylece, Platon yanılsama ile bilgi arasında karşıtlık kurar ve birini dişi, diğeriniyse erkek olarak sembolize eder (Stone, 2015: 188).

Irigaray’ın tespiti Cixous’un düşünceleriyle paralellik göstermektedir. Batı düşüncesine hakim olan ikili karşıtlığın sebebi ‘aynı’ düşüncesidir. Bu mantığa göre kadınla erkek aynıdır, ama kadında fallus eksiktir. Kadınlar eksiklikten oluşmaktadır. Irigaray’a göre bu eksiklik erkeğin hakim olduğu dilde kadını suskunluğa mahkum eder: “Dişil olan, dilimizde farklı bir tür olarak varlığını sürdürmek yerine, eril-olmayan, bir başka deyişle var olmayan soyut bir gerçeklik haline geldi. Kadınlar ataerkil dilsel düzen tarafından dışlandı ve yok sayıldı” (Irigaray, 2006: 18). Bu sebeple, babanın egemen olduğu dilde konuşan özne olma imkanı olmayan kadınlar kendi bedenlerine özgü dişil bir dil bulamazlarsa, farklılıklarını ortaya koymak için öykülerine eşlik eden çok az jeste sahip olacaklardır. “Aynılıktan yorulacağız ve arzularımızı ifade edilmemiş, gerçekleşmemiş olarak bırakacağız. Uzun zamandır bilinen ve kendilerinin bir parçası olan erkeklerin sözcüklerine doğru geri çekileceğiz, tatmin olmaksızın yeniden uykuya dalacağız” (Irigaray, 1990: 214).

Irigaray, ataerkil dile direnmek için mimesis (taklitçilik) stratejisini önerir. Strateji, dişil cinsiyetin ataerkil imgelerini yeniden üretmek üzerine kuruludur. Bu strateji başlıca iki şekilde işler:

1. “Ancak kültürel ufkumuzu benimseyerek bilinçli rasyonel haline geldiğimizden, bu ufuk ister istemez büyük ölçüde bilincinde olmadığımız bir şeydir. Fakat mimesis, bu ufkun bilincine daha fazla varmamızı sağlar ve bize onu eleştirebilme olanağı sağlar.

2. Irigaray, felsefi geleneğin dişi bedeni biçimsizliği sembolize etmek üzere kullandığını ileri sürer. (…) dişilerin değişmeyen tek bir bedensel biçime sahip olmayıp büyüme ve gelişme sürecinin parçası olarakbirçok farklı biçimler arasında geçiş yaptıkları olgusuna kaydırır. Dolayısıyla dişinin biçimsizliği bir biçim eksikliği değil, zaman içinde çoklu biçimler üzerinden gelişmenin değerli niteliği olarak yeniden tanımlanır. O halde mimesis dişi bedenin pozitif imgelerine doğru ilerlemenin bir yoludur” (Stone, 2015: 190).

Fransız feminist kuramı içinde Christine Delphy ile birlikte materyalist damarı temsil eden Monique Wittig’ten bahsetmek yerinde olacaktır. Tıpkı Cixous’nun üzerinde durduğu ikili karşıtlıkların normatif boyutunun ve Irigaray’ın mimesisinin queer kuramda yaratıcı bir dönüşüme uğraması gibi Wittig’in feminist düşünceye yaptığı katkıların feminist kuram ile queer kuram arasında köprü vazifesi gördüğü iddia edilebilir. Nitekim, üçüncü dalga/postmodernist feminizm içine dahil edilmekle queer kuramın kurucularından biri olarak görülmek arasında gidip gelen Judith Butler’ın Cinsiyet Belası adlı çalışmasında ele aldığı düşünürlerden biri de Monique Wittig’dir. “Butler, cinsellik ile cinsiyet arasındaki nedensellik bağını koparıp bu iki kavramı birbirinden bağımsız ele alan ilk feministin Wittig olduğunu iddia eder.Wittig’in çalışmalarında, cinselliği, cinsiyetten ayıran sınırlar belirsizleşir” (Taburoğlu, 2013: 10). Wittig, erilliği ve dişilliği ataerkil iktidar tarafından ‘toplumsal çatışma olarak cinsel farklılık’ın gerçek karakterini gizlemek için doğallaştırılmış yapay sınıflar olarak görür. Cinsiyet kategorisi, kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal çatışmayı doğa temeline oturtarak kültürün içinde bir sansür mekanizması olarak işler. Eril/dişil, erkek/kadın gibi ikilikler her zaman toplumsal farklılıkların ekonomik, politik ve ideolojik bir düzene ait olduğu gerçeğini gizlemeye hizmet eder. Buradan hareketle toplumsal cinsiyetin toplumsal olarak belirlendiği, cinsiyetin ise biyolojik olduğu ve doğadan kaynaklandığı varsayımını radikal biçimde gözden geçirir:

“Cinsiyet yoktur. Tahakküm eden cinsiyet ve tahakküm altında olan cinsiyetten başka cinsiyet yoktur. Cinsiyeti yaratan tahakkümdür, tam tersi değil. Aksi cinsiyetin tahakküme sebep olduğunu ya da tahakkümün kaynağının cinsiyetin kendisinde, toplumdan önce ve toplumun dışında var olan doğal bir bölünmede söylemek olurdu” (Wittig’ten akt. Cavallero, 2003: 46).