• Sonuç bulunamadı

İspanya İç Savaşı, faşistler ile anti-faşistler, gelenekçiler/muhafazakarlar ve modernleşme yanlıları arasındaki mücadeleye sahne olmuştur. Bir tarafta meşru bir zeminde seçilmiş, ilerici, demokratikleşmeden yana olan Cumhuriyetçiler; diğer tarafta ise birçok gelenek yanlısı kurumu –ordu, kilise, toprak sahipleri, finansörler, krallık taraftarları vs.– birleştirebilmiş Falanjistler23

vardır (Payne, 1987: 165-168).

İspanya İç Savaşı’nın 1936’da meşru hükümetin Falanj’ı yasadışı ilan edip başında bulunan Jose Antonio’yu hapse atmasıyla başladığı iddia edilebilir. Jose Antonio’nun yerine genç bir albay olan Francisco Franco geçmiştir. Gençliği, zekası, becerileri ve ordu içindeki arkadaşları sayesinde kısa zamanda yükselen Francisco Franco, çok kanlı geçen ve üç yıl süren bir iç savaştan sonra 1939’da İspanya’da yönetimi ele geçirmiş ve 1975’te ölümüne kadar sürecek olan diktatörlüğünü ilan etmiştir.

İspanya İç Savaşı’nı izleyen yıllarda faşist rejim, hem savaş yüzünden harap olmuş ülkeyi yeniden yeniden yapılandırmaya hem de mağlup ettiği demokratik cumhuriyetin sosyal ve kurumsal etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Franco’culuğun gördüğü biçimiyle, yeni rejim, cumhuriyetçilerin etkileri altında kirletilmiş, sapkınlığa maruz kalmış İspanya’nın ahlaki kodlarını yeniden tanımlamalıdır.

İspanyol ulusunun yeniden tanımlanma projesi içinde biçimlendirilmesi gerekenler sosyalistler, anarşistler, cumhuriyetçiler gibi bütün rejim karşıtlarıdır. Fakat Franco’nun faşist diktatörlüğünü Almodovar’ın sinemasını anlamak açısından önemli kılan kadınlara ve LGBTİ+ bireylere yönelik tutumdur.

3.6.1 Franco İspanya’sında Toplumsal Cinsiyet: Kadınlar ve LGBTİ+ Bireyler

Franco’nun iktidarı ataerkil ideolojinin somut örneğidir. Franco İspanya’sında erkekler kamusal meselelerden sorumludur, “kadınlar ise duygusal durumları kamusal alana katılamayacak kadar kırılgan olduğu için çocuk doğurmakla ve özel alanı idare etmekle özdeşleştirilirler. Kadınların konumu doğrudan bedenleri ile ilintilidir” (Hanley, 2000: 11).

Faşist diktatörlüğün kadınlara ilişkin görüşü tamamen biyolojik determinizm üzerinde temellenmiştir: Kadınların ve erkeklerin doğası kesin ve değiştirilemezdir. Kadınlar edilgen varlıklar olarak acı çekmek, kendilerini feda etmek ve ahlaki düzenin koruyucuları olmak için doğmuşlardır. Bu yüzden ahlaki temizlenme yolunda eğitilmelidirler, çünkü en nihayetinde iffetin ve namusun taşıyıcıları kadınlardır (Morcillo, 2000: 52-53). Faşist iktidar, cumhuriyetçi rejimin ‘yozlaştırdığı’ kadınları disipline etmek için parti içinde Seccion

Femenina (Kadınlar Mangası) bile oluşturmuştur ve bütün İspanyol kadınlarının bu örgüte üyeliği zorunlu hale getirilmiştir (Richmond, 2014: 14).

Franco’nun iktidarı altında kadınların toplumsal konumu iki temel ve birbirleriyle doğrudan bağlantılı ideolojik görüş doğrultusunda şekillenmiştir: “muhafazakar Katolik ahlakı ve erkeği eve ekmek getiren aile reisi, kadını da anne ve çocukların bakıcısı olarak gören geleneksel aile düşüncesi” (Gomez-Ferrer, 2006: 13-27). Bu temeller üzerinde Franco’nun ilk işi kadını iş yaşamından koparmak ve eve, ait olduğu yere geri çağırmak olmuştur. Kadınların gördüğü muameleyi meşrulaştırmak için ise dini değerleri kullanarak evi kadınların ikamet etmesi gereken kutsal bir mekana dönüştürmüştür. Aileyi toplumun temel ve doğal yapıtaşı olarak gören faşist iktidara göre, “kadın ailenin annesi olarak evin dışındaki iş ortamında hapis hayatı yaşamaktadır, bu yüzden Tanrı’nın ona yüklediği soylu görevleri yerine getirmek için tekrar evine dönmelidir” (Di Fedo, 2006: 218).

Bu duruma örnek olarak, gece geç saatte dışarıda sokakta olan kadınların tutuklanarak rejimin ahlaki ve siyasi yasalarını çiğnedikleri için ceza olarak yağ ve benzin içmeye zorlanması verilebilir. Yakalanan kadınlar genellikle halka açık biçimde küçük düşürülmüş, saçları kazınmış, ‘eril namus fikri’ne karşı çıktıkları için günahın ve utancın simgeleri olmuşturlar (Richards, 1998: 55).

Kadınların iktidar tarafından disipline edilmesi giyim kuşamlarına da yansımış, kadınlardan annelik vasıflarına uygun bir biçimde gösterişsiz, kapalı elbiseler giymeleri istenmiştir. Böylece erkekleri baştan çıkarmaları, dini öğretilerden uzaklaştırıp ahlak dışı, tehlikeli davranışlara sevketmeleri önlenecektir. Kısacası, “kadınların yaşamı ahlaken cinsel riyazet ve mahrumiyet ekseninde kategorize edilmiştir” (Di Fedo, 2006: 228).

Kadınlığın faşist inşasını tamamlayan şey ise yine Katolik ahlakı üzerinden modellenen, heteroseksist, maço erkeklik anlayışıdır. Bu anlayış, ordu ve askerlik hizmeti gibi kurumlar ve itaatkar, muhafazakar kadınların desteğiyle pekiştirilir. Hegemonik erkekliğin vücut bulmuş hali olan İspanyol maçosunun (machismo Iberico) dışında kalan bütün kimlikler –yani LGBTİ+ bireyler– ise madun konumuna getirilerek baskı ve tahakküm altına alınmıştır. Zira Franco’nun idealize ettiği ulus anlayışında onlara yer yoktur.

Cinsiyet kimliği ve eşcinselliğin tarihi üzerine çalışmaları olan ünlü hekim Gregorio Maranon’un düşünceleri Franco iktidarının LGBTİ+ bireylere yaklaşımını özetler niteliktedir: “İnsan Türünde Cinslerarası Durumlaradlı çalışmasında Maranon eşcinselliğin doğuştan gelen, miras alınan bir şey olduğunu öne sürer ve şu sonuca varır: İspanyollar üstün bir ırktır çünkü Latinler arasında eşcinsellik İngilizler ve Almanlara göre daha az görülmektedir” (Maranon, 1929’dan akt. Garcia Valdes, 1981: 117). Başka bir deyişle, eşcinsellik ve

eşcinseller vardır fakat İspanya’da değil. Maranon’un takındığı LGBTİ+ bireyleri azınlık ve ulusal/kültürel bakımdan ‘öteki’ olarak belirleyen biyolojik/özselci yaklaşım Franco’nun ön plana çıkardığı üstün ulus fikrini destekler niteliktedir. Bununla birlikte Maranon eşcinsellere müsamaha gösterilmesini savunmuş; gerekli tedaviler ve hormon terapileriyle ‘normal’ heteroseksüel olabileceklerine inanmıştır.24

Maranon’un iddiaları Foucault’nun cinsellik üzerine gelişen tıbbi söyleme yönelik yorumuyla da örtüşmektedir:

“İki ya da üç yüzyıldır cinsellik etrafında kopardığımız bu çılgın kıyamet, birincil bir kaygıya, nüfusu güvence altına almak, işgücünü yeniden üretmek, toplumsal ilişkiler biçimini sürdürmek, kısacası ekonomik olarak yararlı, siyasal olarak muhafazakar bir cinsellik düzeni kurmakla bağıntılı değil midir (Foucault, 2007: 34-35)?

Franco iktidarının eşcinsellik karşıtı tutumunun faşizm dışındaki diğer kaynağı Katolik inancı olduğundan evlilik dışındaki bütün ilişkiler –hem karşı cinsler hem de aynı cinsler arasında– yasaklanmıştır (Carr, 1988: 99). Fakat aynı cinsten insanlar arasındaki ilişkilere verilen ceza karşı cinsle ilişki kuranlara göre daha ağırdır. Evlilik dışı ilişki kuran heteroseksüel çiftlerin alacağı ceza yedi haftadan başlarken, aynı suçu işleyen eşcinsellerin aldığı cezalar iki ila on iki yıl arasında değişmektedir (Garcia Valdes, 1981: 104).

1954’te çıkarılan Serserilik ve Bozgunculuk Yasası; pezevenkler, pedofiller, akıl hastaları ve sakatların yanı sıra eşcinselleri de açıkça hedef almış toplumu kötü yönde etkilemelerini engellemek amacıyla birtakım önlemler getirmiştir: Yasaya göre, suçlular uzak yerleşkelerde ya da tarım kolonilerinde çalışma cezasına çarptırılabilirler. Eşcinseller çarptırıldığında mutlak suretle özel yerlerde ve ötekilerden kesinlikle ayrı biçimde konuşlandırılırlar. Eşcinsellerin belirli muhitlerde ve bölgelerde ikamet etmesi yasaklanmış ve ikametgahlarını bildirmeleri ve bölge polisinin emirlerine uymaları zorunlu kılınmıştır (Mirabet i Mullol, 1985: 165). 1970’te çıkartılan Toplumsal Tehlike Yasası ise 1954 yasasının açık ya da muğlak bıraktığı kapatmış ve LGBTİ+ bireyler için bir rehabilitasyon programı önererek eşcinseliğin patolojikleştirilmesini, hastalık olarak görülmesini pekiştirmiştir.

Franco’nun çıkarttığı her iki yasa da LGBTİ+ bireyleri azınlık olarak tayin etmiş ve heteroseksüellerin homoseksüellerden koyu çizgilerle ayrıldığı bir toplum kurmaya çalışmıştır. Fakat LGBTİ+ bireylerin belirli yerleden dışlanıp gettolara mahkum edilmesi bir araya gelmelerinin, birbirlerinden, birbirlerinin sorunlarından haberdar olmalarının, bir kültür oluşturmalarının da önünü açmıştır. Nitekim Franco’nun ölümünden sonra başlayan demokratikleşme hareketinin önemli parçalarından biri LGBTİ+ kültürü ve en önemli temsilcisi de Pedro Almodovar olacaktır.

24

Eşcinsellerin tedavi yoluyla heteroseksüel olabilecekleri fikri Franco iktidarının sonlarına doğru 1970 yılında çıkartılan Toplumsal Tehlike Yasası’nda bir hapse atılan LGBTİ+ bireyler için bir rehabilitasyon programı ön görülmesiyle ile hayata geçirilir (Garcia Valdes, 1981: 18).