• Sonuç bulunamadı

Kadınların boyunduruk altına alınmasının tarihi çok eskiye dayanmasına karşın, çağdaş dünyada bilindiği anlamıyla feminizm ya da feminist ideoloji; daha yakın bir geçmişin modern dünyanın, Batı Aydınlanması’nın bir ürünüdür. Leslie Goldstein, ‘feminizm’ sözcüğünün tarihte ilk kez Fransız ütopyacı sosyalistlerden Charles Fourier tarafından ortaya atıldığına dikkat çekmektedir (Goldstein, 1982: 92). Ortaçağ’ın karanlığına, Kilise’nin baskılarına, dinin dogmalarına karşı bir hareket olarak gelişen Aydınlanma’nın ve Fransız İhtilali’nin gündeme getirdiği eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gibi kavramlar, insan hakları düşüncesinin gelişmesi gibi tarihsel gelişmeler feminist harekete zemin oluşturan temel dinamiklerdir.

Feminizm, insanlar arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinin en temel kipi olan cinsiyetçiliği ortadan kaldırmak ve dilsel, dinsel, ırksal ve sınıfsal tahakküm biçimlerinin de ayrı, otonom olgular değil, kesişen ve birlikte ele alınmasını gerektiğini öne süren siyasal bir düşünce okulu ve “kadınların toplum içindeki rolünü ve haklarını genişletmeyi öngören bir doktrin” (Kayhan’dan akt. Kabadayı, 2013: 89) olarak tanımlanabilecek feminist ideoloji genel bir çerçeveyle; kadınların erkeklerden aşağı görülemeyeceği, sosyal eşitliğe dayanan bir dünya yaratmak hedefindedir. ‘Farklı dünya yaratmak’ statükonun değiştirilerek yeni bir düzenin kurulmasını amaçlar, feminizm bu yönüyle, yani sosyal değişimi amaçladığı için, bir ideoloji olarak kabul edilmektedir (Humm’dan akt. Kabadayı, 2013: 89).

Ancak yirminci yüzyılda anlaşılacağı gibi yalnızca kadınları değil erkekleri de ve hatta kadın/erkek ikiliği içinde ifade edilmeleri mümkün olmayan cinsellik skalasının müphem,

sınırları belli olmayan ara bölgesinde kalan bireyleri de boyunduruk altında tutan ataerkil tahakküm, tekbiçimli ya da tek boyutlu olmadığı için karşısında konumlanan feminist ideoloji için tek bir kurtuluş reçetesi yoktur. Bu nedenle tarihsel gelişimi içinde feminist ideoloji, mücadelenin farklı boyutlarına ve niteliklerine yapılan vurgudan ötürü üç ayrı aşamada değerlendirilmektedir ve bu farklı aşamalar dalga metaforuyla ifade edilmektedir.

Ortaçağ’ın karanlığına bir tepki olarak gelişen Batı Aydınlanması’nın ürünü olan hümanizmanın ve Fransız İhtilali’nin ön plana çıkardığı “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi değerlerin etkisiyle ortaya çıkan” Birinci Dalga feminizmin (Kadıoğlu,2001: 143) başlangıcı Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Hakları Savunusu” adlı yapıtını yayımladığı 1792 yılı olarak kabul edilebilir.9 İsmi itibariyle İnsan Hakları Bildirgesi’ne nazire olarak kaleme alınmış yapıtta yazar, insanların gerçekten de kendisinden alınamaz eşitlik, bağımsızlık ve özgürlük haklarıyla dünyaya geldiğini ancak, egemen olan politik ve toplumsal düzen içinde insanların erkek ve kadın olarak ayrıldığını; haklarından bahsedilen insanlığın cinsiyetinin ise‘erkek’ olduğunu belirtir (Rullmann, 1996: 261-270). Özellikle Aydınlanma’cılardan Rousseau’yu eleştirisinin merkezine oturtan Wollstonecraft, Rousseau’nun Emile’de ortaya koyduğu ‘ussal erkek’in tamamlayıcısı olan ‘duygusal’ kadın anlayışını tamamen reddeder, zira bu modele göre erkekler cesaret, ölçülülük, adalet, kuvvet; kadınlarsa sabır, uysallık, hoş mizaç ve yumuşaklık gibi meziyetler doğrultusunda eğitilmelidir (Tong, 2014: 14). Wollstonecraft’ın düşüncesinde özgürleşime giden yolda aklı kullanma, rasyonel davranma açısından kadınlarla erkekler arasında hiçbir fark yoktur, eğer kadınlar da eğitimde fırsat eşitliği sağlanması yoluyla erkeklere sağlanan imtiyazlardan yararlanabilirlerse kadın doğası / erkek doğası gibi ayrımlar ortadan kalkacak, ortak bir insan doğasından bahsedilebilecektir.

2.2.1 Liberal Feminizm

Liberalizmin yükseldiği bir ortamda Wollstonecraft’ın attığı kayda değer adım 1848’de Amerika’da düzenlenen Seneca Falls kongresiyle, İngiltere’de ise 1869’da Kadınların Boyunduruk Altına Alınması’nı yazan John Stuart Mill’in çabaları ile birlikte siyasal bir seferberliğe dönüşmüştür (Connell, 1998: 49). Mill de tıpkı Wollstonecraft gibi kadın meselesini gelişen liberalizmin ön plana attığı bireycilik, rasyonalizm, özgür irade ve doğal eşitlik gibi değerler üzerinden kamusal alan temelinde ele alır. Kadına ve erkeğe eşit şartlar tanınırsa kadınların boyunduruğu kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bununla birlikte Mill’in görüşleri kendi içinde kimi zaman tutarsızlıklar göstermektedir. Bunlardan birincisi

9 Bununla birlikte Wollstonecraft’tan bir sene önce Fransız Olympe des Gouges, kadınların devrimin

nimetlerinden erkekler kadar yararlanamadıklarını iddia ederek aradaki eşitsizliğe karşı bir broşür yayımlamıştır. Gouges ‘devrim kendi çocuklarını yer’ şiarı doğrultusunda idam edilmiştir.

Mill’in kadınların iş dünyasında daha fazla yer almasının ekonomik bunalıma yol açacağı ve dolayısıyla ücretlerin düşmesine sebep olacağı10

düşüncesidir (Mill ve Taylor Mill, 1970: 74). Mill’in ikinci çelişkisi de ilginçtir. O’na göre sahip oldukları ayrıntılara önem verme, somut örnekler kullanma ve yüksek sezgi gücü gibi genellikle erkeklerde bulunmayan özellikleri dolayısıyla kadınlar, entelektüel açıdan erkeklerden daha önde olsalar da, ideal şartlar altında –evlilik kurumunun ıslah edilmesi, veraset hakkının düzenlenmesi, eğitimde fırsat eşitliliğinin sağlanması vb. gibi– bile kadınların birçoğu aile kurup evinin kadını olmayı, ev işlerini çekip çevirmeyi, çocukları büyütmeyi iş hayatında bir kariyere tercih edecektir (Mill, 1970: 177).

Düşüncesindeki çelişkilere rağmen Mill ve eşi Harriet Taylor kadınların oy hakkı hareketine hayati önem atfetmeleri ve siyasi platformda desteklemelerinden ötürü yaşadıkları dönem içinde ilerici sayılabilirler. Gerçekten de kökenleri Wollstonecraft ve Mill’de tarihlenebilecek liberal feminist ideoloji, ataerki meselesini kamusal alan ekseninde ele alırken kadınları ikincil konuma düşüren aile, evlenme-boşanma, veraset, çocukların velayeti, ev idaresi, seçme seçilme, oy kullanma gibi sorunları dillendirmesi bakımından ilericidir fakat yetersizdir; çünkü liberal feminist teorinin temel problemlerinden en önemlisi özel alan sorununun çözümlenmemesidir. Liberal feminizm, kadınların cinsiyetleri yüzünden ayrıma uğradıklarını teslim eder, fakat cinsler arası ilişkileri bir güç/iktidar ilişkisi olarak görmez (Ramazanoglu, 1998: 28).

Görünürde yalnızca kamusal alanda eşitlik ve aynılık talebiyle betimlenebilecek liberal feminizmin bu ilk aşaması, iktidar ilişkilerinin kamusal alandaki tezahürlerinin dışında kalan biçimlerine kör olması bakımından Betty Friedan ile 1960’larda Amerika’da tekrar vücut bulduğunda da benzer tuzaklara düşmüştür.11

Tarihsel sınıflama açısından kimi zaman ikinci dalgaya dahil edilebilecek Betty Friedan’ın beyaz Anglo-Sakson orta sınıftan kadınlara hitap eden feminizmi iyi bir eş, her işe yetişen anne gibi ataerkil toplum tarafından kadına dikte edilen geleneksel rollerin doğurduğu mutsuzluk ve boşluk duygusunu, kitle iletişim araçları yoluyla da bu durumun sürekli yeniden üretilmesini eleştirir. Friedan’ın kadınların güçsüz/iktidarsız bir sınıf konumundan kurtuluşu için önerdiği reçete ise tek tek kadınların kendi çabaları ile güçlü erkek sınıfına dahil olmasıdır (Çakır, 2009: 445). Liberal feminizmin ataerkil iktidarı ve ideolojiyi sorunsallaştırmadaki çıkmazları feminizmin daha kapsayıcı,

10 İşsizliğin ve ekonomik çöküntü gibi sorunların çözümü için kadınların iş hayatından uzak durmasına dair bu görüş, 21. Yüzyılda Türkiye’de hala rağbet görmektedir. Kaynak: http://bianet.org/bianet/emek/113282-bakan- simsek-ten-issizlige-cozum-haydi-kadinlar-eve

11 Lezbiyenler ataerkil toplumda heteroseksüel kadınlardan daha kabul edilmez, daha tehlikeli (lavanta tehlike) oldukları için; toplumun kadınların kamusal alanda verdiği mücadeleye yabancılaşacağını düşünen Friedan, lezbiyenliğini saklamayan Rita Mae Brown’ı Ulusal Kadın Örgütü’nden kovarak heteroseksizmi bir tahakküm biçimi olarak görmediğini ilan etmiştir bir bakıma (Zimmerman, 2000: 134)

daha gelişkin bir biçime evrilmesine sebep olmuştur. Bu gelişkin, evrilmiş biçim tarihsel seyir içinde ikinci dalga olarak adlandırılmaktadır.