• Sonuç bulunamadı

2.3. Türk Feminizminin Filizlenmesi

2.3.2. Feminizmin Arka Planı

Kadın. Yakında bu kelime var olmayacak: Kadınlar bu kelimeyi ortadan kaldırmak ve Latince’de olduğu gibi erkek kelimesinin iki cinsiyet için de geçerli olmasını istiyorlar.

Anonim Feminizm bireyselleşmenin, toplumsal gelişmelerin- geleneksel yaşam biçiminden kopuş, siyasi ve ekonomik dönüşümlerin- (Çakır, 1994: 15) yaşandığı 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl boyunca ideolojisini belirler. Bu hareket özgürlük ve eşitliğe dayanır. Kadının hak arayışı feminist mücadele ideolojisinin ortaya çıkışından çok daha önceyerönasansa kadar uzanır. Rönasans 16. yüzyıldan 17. yüzyıla Descartes’çılık ve 18. yüzyılda ansiklopedicilik hareketleriyle geliştirilir. Siyasal eylemin güç kaynağı edindiği bireysel

90

sorumluluğu dolayısıyla aklı ve kişi haklarını savunarakbilim ile tekniği yüceltir (Çakır, 1994: 18,19). Bu düzenleme ve yenilikler eril düşünceye hizmet etmekten öteye geçemez.

18.yüzyılın başlarına kadar kadınların beden ve ruh bakımından erkeklerden geri olduğuna inanılır; dinsel kanunlar onların mülk sahibi olma ve meslek edinme gibi birçokhaktan mahrum bırakılmasına neden olur. Aziz Paul’un ‘kadının kendi vücudu üzerinde yetkisi yoktur’ (Russell, 1998’den aktaran: Eliuz, 2009: 17) sözleri, kadınların varlıklarının yadsınarak insan sayılmadıklarına delildir. Kadının evle bütünleştirilerek kamusal alandan uzak tutulması, sömürülen emeğiylesosyal, ekonomik ve evrensel pek çok haktan mahrum edilmesi, erkekler tarafından oluşturulan yasalarca ikincil konuma indirgenmesi feminizm hareketinin oluşumuna zemin hazırlar (Eliuz, 2009: 17). Kadınlar ezilen kimliklerini duyurmanın yolunu ararlar.

Rönasans ve Reform hareketleri Tanrı önünde eşitlik, insan hakları gibi fikirlerin ortaya çıkışı ile özgürlüklerini kazanacaklarını düşünen kadınları hayal kırıklığına uğratır. Eril kimlik adına/yararına oluşturulan yeniliklerde ve düzenlemelerde kadının söz sahipliğine yer yoktur. Marie de Gournay Kadınlarla Erkeklerin Eşitliği, Hanımların

Şikâyeti adlı iki eserinde Rönasans’ın ve Reform’un özgürlük ortamının kadınlara yönelik

olmadığını onları daha çok ev ve aile ile sınırlandırdığını belirtir. Laik eğitim kurumlarına alınmayan kadınlar isyan ederek feminist düşüncenin örneğini sergilerler (Yörük, 2009: 64).

Feminist düşüncenin ilk örnekleri 1970 yılında yayınlanan Judith Sargent Murrey’in Cinsiyetler Arasındaki Eşitlik Üzerine (On TheEquality of Sexes), Olympe Gouges’in 1971’de yazdığı Kadın Hakları Beyannamesi ve Mary Wollstonecraft’ın 1972’de yayınlanan Kadın Haklarının Savunusu ('A Vindication ofRights of Woman) adlı eserlerdir.

Mary Wollstonecraft, feminist teori tarihindeki ilk önemli çalışma olan A

Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Savunusu) adlı eseri sonraki

feminist düşünce için temel eser olur (Donovan, 2013: 21).

17. ve 18. yüzyıllar boyunca –öncesinde ve sonrasında- kadının eş ve anne olarak evine ait olduğu varsayımı (Donovan, 2013: 25) kırmak adına kadınlar erkeklerle birlikte laik ve genel eğitimden yaralanarak aile dışında çalışmayı, kamusal alanda eşitlik ilkesini savunurlar. Wollstonecraft’ın ‘Kadın Haklarının Savunusu’ (A Vindication of Rights of

Woman) adlı eserlerinde Wollstonecraft, döneminin erkek yargılarına göre kadının ikincil olduğuna inanırken, akıl sahibi insanların farklılığını cinsiyetin değil erdemin yaratacağını ileri sürerek kadın zekâsının erkeklerle aynı olduğunu savunur. Dönemin öncü kadınları cinsiyetçi ayrımı reddederler (Sezgin, 2014: 7). Fakat yine de eril söylemin dışına çıkamazlar. Kadının oy verme hakkının olmamasına ve devrimci örgütlerin çoğunun kadın olduklarından bu örgütlere kabul edilmemelerine karşın, kadınlar 1789 Fransız İhtilali’nde aktif rol oynar. Fransız Devrimi sonucu ise 1793 yılında Fransa Meclisi Erkeklerin

Haklarını ilan ederek cinsiyet ayrımcılığına devam eder. İhtilal için mücadele veren

Madam Roland, Rose Lacombe ve Olympe de Gauges gibi devrimci kadınlar Fransız Meclis kararına tepki olarak 17 maddeden oluşan Kadın Hakları Bilgirgesi’ni yayınlar. Bildirgede kadınlar özgür doğduklarını, erkeklerle eşit haklara sahip olduklarını, kanun önünde erkeklerle eşit olan kadının hiçbir ayrıma uğratılmadan kamu görevlerine ve yüksek mevkilere ulaşabileceği söyleyerek hak arayışına giderler. Bu arayış “Devrimci, Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü”nün kurulmasını sağlar (Eliuz, 2009: 17,18). 18. yüzyılın ortası ve özellikle 19. yüzyılın başında yaşanan tarihsel dönüşümler ve Sanayi Devrimi kadını özel alanda soyutlayarak yasal ve kamusal kimliğinden mahrum bırakır. Blackstone tarafından yazılan Commentaries on the Laws of England (İngiltere Kanunları Üzerine Yorumlar) adlı eserinde kadının varoluşunu reddeder. Evli kadınların mülkiyet, miras ve çocuklar üzerinde ve mahkeme huzurunda hiçbir hakkının olmadığını savunur. 19. yüzyıl kadın hareketlerinde odak nokta kadının her alandan yoksun bırakılması olur.

Tüm insanların doğal haklara sahip olması gerektiğini düşünen John Locke, Second

Treaties of Goverment (Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, 1960) adlı kitabında insan

sözcüğünü kadın ve erkeği kapsayan bir göstergeyle kullanmayarak yalnız erkek (man) anlamında tek bir cinse uygular. Kadınları akılsız olarak niteleyip bundan dolayı kamusal alanda vatandaşlık haklarının bulunmadığını belirtir:

Her erkek yeterli derecede rasyonel olarak kabul edilir ya da ‘doğal’ olarak, bir aileyi yönetme kapasitesine sahiptir…Kadınlar ise, Locke’un teorisine göre, ‘doğal’ olarak akıldan yoksun görülürler ve ‘doğal’ olarak ‘özgür ve eşit birey’ statüsünün dışında tutulurlar, nitekim kamusal hayata katılmaları da uygun değilidir (Donovan, 2013: 25-28).

Marki de Concordet, Kadınların Tam Yurttaşlığa Kabulü (1790) adlı eserinde kadınların erkeklerle eşit eğitim hakkı yanında dini, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun kamusal alanda özgürlüğü talebinde bulunur. Concordet’nin söyleminden sonra kız ve

92

Concordet’nin giyotinle idamından sonra tüm mücadelesi unutulur. İhtilal döneminde idamla ölen kadın hakları savunucuları arasında Olympe de Gauges, Theorigne de Mericourt ve Claire Lacombe dikkat çeken isimlerdir.

Olympe de Gouges, Kadın ve Kadın Yurttaşların Haklarının Bildirisi adlı el broşüründe kadınların taleplerini sunar. Kadınların erkekler tarafından gasp edilen doğal haklarını, kamusal alandaki özgürlüklerini geri almaları gerektiğini ve devrimin ancak bu şekilde tamamlanacağını bildirir. Gouges ve onunla aynı bildiriye imza atan arkadaşı Rose Lacomb savundukları görüşlerle idama mahkûm edilirler. Bu süreç içerisinde Christene de Pisan, Jane Anger, Mare de Gournay, Annavan Schurman, Poulain de la Barre, Bathsua Makin, Mary Astel adlı yazarlar feminizm üzerine kitapçık yayınlar (Eliuz, 2009: 18,19).

19-20 Temmuz 1848 tarihinde Seneca Falls öncülüğünde Elisabeth Cady Stanton tarafından ele alınan Declaration of Sentiments (Duyular Bildirgesi) ile ilk defa kadın hareketi için bir araya gelinir. 100 kadın ve erkek tarafından imzalanan bu bildirge Bağımsızlık Bildirgesi’nin üzerine oturtulur. Bildirgedeki talepler kadının doğal haklarının geri verilmesine yöneliktir:

Bütün erkekler ve kadınlar eşit olarak yaratılmışlardır, yaratıcıları tarafından verilmiş ve vazgeçilmez haklara sahiptirler, ki bunların arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşinden koşma hakkı vardır, bu hakları korumak için güçlerini yönetilenlerin rızalarından alan hükümetler kurulmuştur –bu hakikatleri aşikâr sayıyoruz (Donovan, 2013: 30).

Erkeklerin mutlak despotizmini/tiranlığını yıkmak ve kadınların bireysel ve kamusal haklarını gasp etmelerinin önüne geçmek bildirinin hedefindedir.

Frances Wright On the Nature of Knowledge (Bilginin Doğası Üzerine) adlı konferansında kadınlar hakkındaki geleneksel önyargıların neden ortaya çıktığını irdeler. Kadınların aklını esaret altında tutan ruhban sınıfına öfkelidir. Kadını bağımlı hale getirmenin toplum için faydasız olduğunu savunur. Sarah Grimke ise 1838’de yayınladığı

Letters on Equality (Eşitlik Üzerine Mektuplar) ile liberal gelenek içindeki kadının bağımlı

kılınmasının karşısında yer alır. Kutsal kitabın kadın ve erkeğe eşit haklar tanıdığını iddia eder. Kadının bireyselliğinin erkekler tarafından uygulanan kanunlarla ezildiğini ve çalındığını belirtir. “Kadının varlığını tıpkı bir köle gibi efendisinin varlığında eriten vesayet kavramını” ve “siyasal temsil hakkı tanınmadan vergi mükellefi sayılma’”yı eleştirir. Çalışan kadınların erkeklerle eşit ücret almalarını ister. Wright’a benzer şekilde

ruhban sınıfını yargılar. Yuvanın/özel alanın ilk feminist eleştirisini yaparak evli kadınlar için tiranlık olduğunu söyler.

Amerikan kadın hakları hareketinin öncüleri Elisabeth Cady Stanton’ın ve Susan B. Anthony’nin selefleri olan Wollstonecraft, Wright ve Grimké tarafından geliştirilen Aydınlanma Teorisi’ni daha belirgin hale getirirler. Stanton 1854’teki Addressto New York

State Legislature (New York Eyaleti Kanun Koruyucuları Üzerine Söylevler), 1860’taki Addresstothe New York State Legislature ve 1892’deki Solitude of Self (Benin Yalnızlığı)

adlı söylevlerinde “Cinsler aynıdır” sloganı ile her iki cinsiyetin eşitliği üzerinde durur. Kadınların doğal, toplumsal, siyasi ve hukuki haklarının onlara verilmesi gerektiğini vurgular. Kuramcılığından çok siyasi bir örgütleyici olan Susan B. Anthony de doğal haklar doktrinini savunur. Evdeki ‘egemen efendi’ erkekle ‘nesne, köle’ kadın arasındaki cinsiyet oligarşisini reddeder.

Harriet Taylor ve John Stuart Mill 19.yüzyıl liberal teorisinin bir bölümünü geliştirler. Harriet Taylor kadınlar için tüm kamu kurumlarını ve mesleklerini içine alan sivil ve siyasi eşitliği savunur. Evlilik ile ilgili tüm yasaların kalkmasını ister.

Bir türün yarısının varlığı niçin sadece diğer yarısına bağlı olsun? Kafasında erkeğin çıkarları ve hazzı ile çelişebilecek hiçbir şey olmayan ve kendine ait hiçbir çıkarı bulunmasına izin verilmeyen kadın niçin erkeklerin tali birer parçası olmak zorundadır diye sorduğumuzda verilebilecek tek cevap, erkeklerin bundan hoşlanıyor olmasıdır (Donovan, 2013: 62).

John Mill, Taylor’un düşüncelerini dikkate alarak The Subjection of Women (Kadınların Bağımlılığı) adlı kitabında kadının özgürlüğünün olmayışını ona yaşatılan akıl dışı gelenek ve önyargıları sorgular. Bir cinsin diğer cinse hükmetmesinin insan gelişimi önündeki en büyük engel olarak görür. Mill, yuva fikrine karşı çıkarak kadınların evlilikteki konumunu tiranlık olarak niteler. Kadınların erkeklere bağımlılıklarının sürmesinin nedenini geleneksellikten öte erkeklerin onları bu amaca hapsetmelerine bağlar. Eril isteminkadının kamusal alandan uzak tutulmasını yeğlediğini; erkeklerin kendileriyle eşit olan bir kadınla yaşama fikrine tahammül edemeyeceğini belirtir.

Feminist hareketler 1888’de kuruluş toplantısını yapan Uluslararası Kadınlar Konseyi (International Council of Women- ICW) ile beynelmilel bir nitelik kazanır. Washington’daki toplantıda 66 Amerikalı ve 8 Avrupalı kadın yeni örgütün amaçlarını saptarlar. 1899’da yapılan ikinci toplantıya 11 örgüte bağlı 600.000 feministi temsil eden 5 bin delege katılır. 19. yüzyıl boyunca ortaya çıkan feminist talepler, ezilen kadın

94

kimliğini yok edecek yeni bir eylem planıyla birleştirilir (Michel, 1984: 109-110). Kadın haklarının savunan bu ve benzeri feminist hareketler sonucu kadınlar Yeni Zelanda’da 1893’te, Avustralya’da 1902’de, Finlandiya’da 1906’da, Norveç’te 1913’te, Kanada’da 1918’de, Amerika’da 1920’de, Türkiye’de 1930’da, Fransa’da 1944’te, İtalya’da 1946’da, Japonya’da 1945’te, Belçika’da 1948’de, Çin’de 1949’da, Yunanistan’da 1951’de, İsviçre’de 1971’de oy verme hakkını kazanırlar (Eliuz, 2009: 22). Siyasi anlamda kazanç elde eden kadınlar, ataerkil tutuculuğu yeteri kadar olmasa da kırmayı başarırlar.

19.yüzyılda organize bir hareket haline gelen feminizm, 1960 sonrası Amerika, İngiltere ve Fransa’da toplumsal ve siyasi bir hareket iken 1980 sonrası kadın kategorisi yerine toplumsal cinsiyet kavramının kullanımı yaygınlık kazanır (Eliuz, 2009: 23). Feminizm, kadının kişiliğinin ve emeğinin sömürülmesine, kadın cinselliğinin çarpıtılmış formuna karşı çıkar. Kadın hareketi bağımsız, güçlü ve örgütlü yapısıyla, kadının kendi bireyselliğine, emeğine ve bedenine ilişkin doğru bilgileri edinmesini hedefler. Toplumsal cinsiyetin kadına ve erkeğe yüklendiği rollerin erkek ayrımcılığına varan kalıplarını değiştirerek kadın erkek eşitliğini sağlamayı amaçlar. Böylelikle feminist hareket ataerkil egemenliğe bağlı erkek dilinin kendi değerleri, arzuları ve idealleri ile oluşturulan dil mantığını fark etmedeniçselleştirenkadını uyandırma görevini üstlenir. Kadın ve erkek rollerinin yeniden yapılandığı, gerçek anlamda eşit ve özgür bir ortamın kurulması, erilliktenarındırılarakfeminaldeğerlerle oluşturulan yeni bir dil ve mantık örgüsüüretmeye olanak verir (Aksoy, 1997: 194-195). Kadınlar mevcut eril söylemin baskısından uzaklaştırılmaya çalışılır.

Modern dünyada feminizm siyasal, ekonomik, ideolojik, psikolojik anlamda toplumsal nitelik kazanır (Eliuz, 2009: 23). Bu yönüyle feminizm “insanı ilgilendiren hiçbir şey feminizme yabancı değildir” (Michel, 1984: 110) düşüncesini doğurur. Kadının kültürel düzlemde “kendi oluş” mücadelesini ortaya koyanfeminist fikir, Batı’da düşünce akımları ile iç içe gelişirken ataerkil Türk toplumunda da kendini göstermeye başlar (Eliuz, 2009: 23). Türk kadının kimliğini fark ediş süreci en az Batı’nınki kadar meşakkatlidir.