• Sonuç bulunamadı

1. NÜFUS VE ÜREME SAĞLIĞI POLİTİKALARINA GENEL BAKIŞ

1.3. Üreme Hakları ve Üreme Sağlığı

1.3.4. Feminist Akım ve Üreme Hakları

19. yüzyılda ABD ve İngiltere’de liberal feministler, kontraseptiflere ve düşüğün yasal hale getirilmesine karşı çıktılar. Çünkü kontraseptiflerin

ve düşüğün, kadının seçme hakkına katkıda bulunmaktan çok, erkek- lerin çıkarlarına hizmet edeceğini, kadınların erkeklerin cinsel sömürü aracı haline getirilmesi sonucunu doğuracağını düşünüyorlardı. Liberal feministlerin 19. yüzyıldaki bu görüşleri, sadece üst sınıf kadınların cin- sel yaşama ilişkin endişelerini yansıttığı; buna karşın farklı koşullardaki kadınların, örneğin işçi sınıfına mensup kadınların gerçeklerini yansıt- madığı gerekçesiyle eleştirilmiştir (Özberk, 2006).

Ancak, 20. yüzyılın başında cinsellik, üreme hakları ve doğum kontro- lüne ilişkin görüşler değişmeye başlamıştır. ABD’de dönemin aydınları ve sosyal reformcular arasında cinselliğin üremeden ayrı bir biçimde değerlendirilmeye başladığını; aynı dönemde işçi sınıfının hak arama mücadelesinin yükselişe geçtiğini görüyoruz (Hartmann, 1995). Bu iki görüşün bir araya gelmesi sonucu feminist akım, üreme haklarına ilişkin taleplerini gözden geçirmeye başlamıştır.

Kadınların işgücüne giderek artan oranlarda katılmaya başlamaları ile birlikte feminist hareketin işçi sınıfı kadınlarının sorunlarına daha duyarlı hale gelmeye başladığı görülmektedir. Feminist hareketin üreme hakları ve doğum kontrolüne ilişkin talepleri değişmeye başlamış; sosyalist ve anarşist feministler kontraseptif yöntemlere ve doğum kontrolü yöntem- lerine erişimin, kadının cinsel özgürlüğünün sağlanmasında önemli bir rolü olduğu görüşünü desteklemeye başlamışlardır.

20. yüzyılın başında artık ABD’de feministler arasında cinselliğin üre- meden ayrı bir biçimde değerlendirildiğini, işçilerin sosyal ve ekonomik haklarını aramaya başlamaları ile birlikte kadınların bu faaliyetlere ak- tif biçimde katılım sağladıklarını ve sosyal hakların aranması sürecin- de cinsel hakların da bahis konusu edilmeye başlandığını görüyoruz. Bu süreçte, Margaret Sanger, ABD’de doğum kontrolü savunucularının başını çekmiştir. Sanger, kadınların istenmeyen gebelikleri sonlandır- ma hakkının olması gerektiğine inanıyordu ve bu amaçla 1916 yılında ABD’de ilk doğum kontrolü kliniğini açtı (Hartmann, 1995). Aynı dönem- de İngiltere’de feminist yazar Marie Stopes ve doğum kontrolü savunu- cusu Humprey Verdon Roe 1921 yılında doğum kontrolü kliniği açtılar (Özberk, 2006).

ABD ve İngiltere’de feminist hareket içinde doğum kontrolü savunuculu- ğunun başını çeken Sanger ve Stopes baskı ve cezalandırmalara maruz

kaldılar. Baskılar özellikle kilisenin başını çektiği muhafazakar gruplar- dan gelmekteydi. Ancak hareket son bulmadı ve Malthuscuların da fark- lı gerekçelerle doğum kontrolünü desteklemeleri sonucunda 1920’lerin sonunda ABD ve İngiltere’de açılan doğum kontrolü merkezlerinin sayısı 300’ü buldu (Özberk, 2006).

20. yüzyılın başında ortaya çıkan bu feminist girişimler, en başta kadı- nın insan haklarının gerçekleştirilmesi ve kadınların güçlendirilmesi he- deflerine odaklanmıştır. Kadınların istenmeyen gebeliklerden korunma hakkına sahip olması gerektiği görüşü, hareketin çıkış noktasını oluştu- rur. Temel odak noktası bir birey olarak kadın ve kadının bireysel iyiliği, refahıdır (Robinson and Ross, 2007).

1960’larda radikal feministler, kadın ve erkek arasındaki farkları biyolojik özelliklerden kaynaklanan nedenlerle açıklamaya çalıştılar. Shulamith Firestone, “Cinselliğin Diyalektiği” adlı kitabında kadınların özgürleşti- rilmesi ve cinsel eşitliğin sağlanması için etkili kontraseptif ve doğum teknolojilerinin geliştirilmesi gerektiğini savunur. Bu yöntemlerle biyolojik annelik sonlandırılabilir; bu da kadınların cinsel özgürlüğe ulaşmalarını sağlayabilir. Firestone’un bu bakış açısı, kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliklerin biyolojik nedenlere, yani kadının üreme işlevine bağlı oldu- ğunu yansıtmaktadır (Sen and Snow, 1994).

Feminist akımın üreme haklarına ilişkin olarak tartıştığı bir diğer konu, üreme alanındaki teknolojik gelişmelerin kadınların yaşamlarına etkisidir. Üreme sağlığı ile ilgili teknolojik gelişmelerin kadınların hayatlarında çok olumlu değişikliklere neden olduğu savunulur; özellikle de 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan teknolojik gelişmelerin etkisine vurgu yapılır; an- cak feministler, teknolojik gelişmelerin kadınların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla değil, özel siyasi çıkarların etkisiyle şekillendiğini savunurlar. Teknolojik gelişmelerin sosyolojik çözümlemelerinin yapıldığı çalışmalar- da, teknolojinin yalnızca rasyonel teknik belirlenimlerin sonucu olduğu fikri eleştirilmekte; bunun yerine siyasi çıkarların teknolojinin ortaya çıkması ve seçimi aşamalarında etkili olduğu savunulmaktadır. Eğer teknolojik ye- nilikler toplumların ürünüyse, bu durumda bir toplum tarafından üretilen teknolojik ürünler, toplumsal yapının belirlenmesinde etkili olan cinsiyet ilişkilerini de yansıtacaktır. Bu durumda da toplumsal cinsiyet olgusunun etkisine vurgu yapmadan teknolojik gelişmelerin etkisini tam anlamıyla tahlil etmek mümkün olmayacaktır (Sen and Snow, 1994).

Gena Corea, Jalna Hanmer, Renate D. Klein, Maria Mies, Robyn Row- land gibi radikal feministler, genetik mühendisliği ve üreme mühendisli- ğinin gelişimini ataerkil sömürünün yeni bir formu olduğunu düşündük- leri için kaygıyla izlemektedirler. Diğer obstetrik uygulamalarda olduğu gibi başlangıçta yalnızca riskli vakalarda kullanılmak üzere uygulamaya geçirilecek yenilikler, zamanla rutin olarak tüm kadınlara uygulanır hale gelecek (Sen and Snow, 1994), bu da kadınların kendi bedenlerinden uzaklaşmaları ve bedenlerinin teknolojik gelişmelerin etkisine açık hale gelmesine neden olacaktır.

Michelle Stanworth, Rosalind Petchesky, Lynda Birke, Susan Himmel- weit, Gail Vines’i içeren bir başka grup feminist ise, teknolojik yeniliklerin önemini toptan reddetmek yerine, bu gibi gelişmelerin kadınları güçlen- dirme ve yetkinleştirme potansiyeline sahip oldukları gibi, tam tersi bir sonuçla kadınların bedenlerinin kontrol altına alınması potansiyelini de taşıdıklarını savunmaktadırlar. Stanworth, bu ikili durumu şöyle açıklar:

“(Bu yenilikler) bir yandan kadınlara çocuk sahibi olup olmama, bunun zamanına ve hangi koşullar altında olacağına karar ver- mek için geniş teknolojik imkanlar sunarken, diğer yandan me- dikal sektör ve devletin üreme teknolojileri üzerindeki hakimiyeti, bu güçlerin kadınların yaşamlarını kontrol etme kapasitelerini büyük ölçüde artırmaktadır” (Sen and Snow, 1994).

Bu görüşler çerçevesinde feministlerin gelişen üreme teknolojilerinden beklentileri kadınların gerekli bilgi ve kaynaklara erişimlerinin sağlan- masından öteye geçmemektedir. Böylece kadınlar, kendi tanımlamaları ve kararları doğrultusunda üreme deneyimlerini şekillendirebilecekler- dir. Feminist akım temsilcilerinin bu beklentileri, devletin ve medikal en- düstrinin baskı ve yönlendirmelerinin kadının kararı üzerinde belirleyici olmaması için gereken önlemlerin alınmasını zorunlu kılar. Ancak bu ön- lemleri alacak olan da uluslararası düzeyde uluslararası örgütler, ulusal düzeyde ise yine devletlerdir.

Bu tespit, üreme haklarına ilişkin feminist düşüncenin çok önemli bir diğer tartışma noktası ile yakından ilişkilidir. Bu tartışma, feminist akımın, nüfus politikalarını oluşturan kuruluşlarla işbirliği yaparak ya da bu kuruluşların çizdiği çerçeve içinde kalarak üreme haklarına ilişkin tartışmalarını gerçek- leştirmesinin kadın hareketi için kabul edilebilir olup olmadığı sorusudur.

Feministlerin yerel düzeyde başlattıkları girişimler, nüfus politikalarını oluşturan kuruluşlardan daha farklı şekilde konuya yaklaşıyorlardı. Ka- dınların üreme haklarının gerçekleştirilmesi için daha kapsamlı üreme sağlığı hizmetleri ve cinsellik eğitiminin tek başına yeterli olmayacağını, bunun yanında tabandan gelen faaliyetler olması gerektiğini düşünüyor- lardı (Hartmann, 1995).

Ulusal düzeyde ise, örneğin Brezilya’da kadın grupları ulusal sağlık politikasının üreme sağlığını içerecek şekilde dönüştürülmesi için Hü- kümete baskı yapıyorlardı. Bu girişimler, feministlerin üreme haklarına yaklaşımında coğrafi olarak daha geniş kapsamlı ve daha demokratik açılımları da beraberinde getirdi; feminizmin üreme haklarına ilişkin gö- rüşlerini Batı merkezli olmaktan çıkardı (Hartmann, 1995).

Nüfus politikası oluşturan kuruluşlarla birlikte faaliyet gösteren feminist gruplar 1980’lerin ortalarından başlayarak “sağlık bakımının kalitesi” ko- nusunu gündeme taşıdılar (Hartmann, 1995). Bu dönemde ABD’den ya- yılmaya başlayan düşük karşıtı politikalar nedeniyle nüfus kuruluşlarının da kadın hareketi ile işbirliği yapmayı stratejik olarak gerekli buldukları söylenebilir. Kadın sağlığı savunuculuğu ile nüfus politikası savunuculu- ğunu bir araya getiren işte bu ihtiyaçlar olmuştur.

Bu işbirliğinin feminizme katkısı ise şüphelidir ve hareket içinde hala tartışılmaktadır. Feminist akım temsilcilerinin ve kadın sağlığı savunu- cularının katılımı olmasaydı, ICPD Eylem Programı şu anda olduğu ka- dar kadın hakları odaklı olmazdı. Ancak feminizmin kendi içinde cevap bulmaya çalıştığı başka sorular mevcuttur: Feministler ve kadın sağlığı savunucuları, ekonomik ve çevresel sorunların temelinde nüfus artışı- nın yattığını savunan, bunu ortadan kaldırmak için gelir dağılımındaki adaletsizlikler, yapısal uyum politikalarından kaynaklanan problemler, silahlanma gibi sorunlara odaklanmak yerine, hızlı nüfus artışını temel suçlu gibi gösterip, bu sözde sorunu ortadan kaldırmak için bireyleri, ama en başta kadınları araç olarak kullanan bir çerçevede yer almak zorunda mıdır?

Bu soruya cevap ararken, nüfus kuruluşları ile çalışmayı tercih eden fe- ministlerin gerekçelerine göz atmak gerekir, feministler ve kadın sağlığı savunucuları temelde iki nedenle bu tercihi yapmaktadırlar: Birincisi, kimi üreme sağlığı aktivistleri gerçekten de nüfus artışının kontrol altına alın-

ması gerektiğini düşünmektedirler. İkinci neden ise, bu mekanizmalara katılarak kadınların karar alma süreçlerine katılım sağladıkları; hatta biz- zat karar alıcı pozisyonlarda yer aldıkları görülmektedir. Bu durum, femi- nist hareketin profesyonelleşmesi ile açıklanmaktadır (Hartmann, 1995). Bangladeş’te 1993 yılında 23 ülkeden kadın hareketi temsilcilerinin ka- tılımı ile düzenlenen toplantı sonunda yayımlanan Deklarasyon, nüfus kuruluşlarının belirleyici rol oynamasına kesinlikle karşı çıkmaktadır:

“Yiyecek, eğitim, sağlık, iş yaşamına, sosyal ve siyasal yaşama katılım, şiddetten ve baskıdan uzak bir yaşam gibi temel kadın ihtiyaçları kendi başına birer konu olarak ele alınmalıdır. Kadın- ların ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanması, nüfus politikaların- dan ayrıştırılmalıdır” (Hartmann, 1995).

Kadın hareketi, tüm bu tartışmalar arasında demokratik katılıma, farklı görüşlerin varlığına saygı duyarak üreme haklarının ve üreme sağlığının tüm kadınların ihtiyaç ve beklentilerini karşılamasını sağlama yolunda görüşlerini sunmaya devam etmiştir.

1970’lerle birlikte kadın hareketi dünya kadın konferansları ile bir araya gelerek farklı kadınların kendilerini algılayış ve ifade ediş biçimlerinin yanı sıra farklı taleplerin de dile getirildiği yıllar olmuştur. İlki 1975 yı- lında Mexico City’de düzenlenen Dünya Kadın Konferanslarının ikincisi 1980 yılında Kopenhag’da, üçüncüsü 1985’te Nairobi’de, dördüncüsü ise 1995 yılında Pekin’de gerçekleştirilmiştir.

Bu Konferanslar kadın hareketinin yalnızca Kuzey Amerika-Avrupa’da şekillenen bir hareket olmadığını ortaya koymuş, dünyanın farklı kültür ve coğrafyalarında yaşayan ve Avrupa-Kuzey Amerika’da yaşayan ka- dınların deneyimlerinden oldukça farklı deneyimlere sahip kadınlar bu Konferanslar ile seslerini duyurma fırsatı bulmuşlardır. Üreme sağlığı ve üreme haklarına gelince, bu dönemde feministlerin talep ettikleri doğum kontrolünün serbestleşmesi ve düşüğün yasal hale gelmesi taleplerin- den çok daha farklı taleplerin olabileceği bu Konferanslar ile dile getirildi. Batılı, üst-orta sınıf, eğitimli, beyaz kadının önceliği olan bu durum, bir Afrikalı’nın önceliği olmayabilirdi.

Feminizmin diğer bir kaygısı ise, yukarıda söz edilen BM Konferansları gibi resmi mekanizmalara katılmanın kadın hareketini sahada sürdürü-

len eylemlerden uzaklaştırıp uzaklaştırmadığı, yani hareketin kendisine yabancılaşmakta olup olmadığıdır. Feminist akım temsilcileri arasındaki bu düşünce farklılıkları özellikle BM bünyesinde yapılan toplantılar söz konusu olduğunda önem kazanmaktadır; çünkü BM müzakereleri, so- nuçta tüm ülkeleri ve tüm insanları etkileyecek kararlar almak amacıyla gerçekleştirilmektedir (Harcourt, 1997).

Kadınlara ilişkin soruların diğer konulardan ayrıştırılması bir tercihtir; ancak bu tercih kadın sorunlarının izole edilmesi sonucunu doğurabilir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin tüm ana plan ve politikalara yerleştirilmesi sürecinde, kadınların ihtiyaç ve beklentilerinin devletin faaliyet gösterdiği tüm politikaların oluşturulması ve uygulanması aşamalarında göz önüne alınması gereklidir, bunu yapacak olan da temelde devlet kurumları ol- makla birlikte, feminist hareketin süreçten kendini tümüyle koparması, bu stratejiyi sadece devletin insafına bırakarak, gerçekleşmesini daha baş- tan zora sokacaktır. Sağlık politikalarına toplumsal cinsiyet eşitliğinin yer- leştirilmesi ve bunun sonucunda hem kadınların hem de erkeklerin ihtiyaç duydukları tüm üreme sağlığı hizmetlerine erişebilmelerinin sağlanması için bir yandan kadın hareketinin tabandan gelen talepleri siyasal meka- nizmalara aktarması, bir yandan da yerleştirmeyi gerçekleştirecek devlet kurumlarına baskı yapması, gerektiğinde uzmanlık desteği sağlaması ge- reklidir.

Tüm bu tartışmalar ışığında, feministler bugün üreme haklarını, kendi içlerinde de değişmekle birlikte, oldukça geniş biçimde tanımlamakta- dırlar. Onların talepleri şunları içermektedir:

- Eşit işe eşit ücret kazanma fırsatı yoluyla ekonomik güvenlik hakkı, böylece kadınlar kendileri ve aileleri ile daha iyi bir şekilde ilgilenebi- leceklerdir;

- Herkes için güvenli işyeri ve çevre hakkı, böylece kadınlar sağlıklı çocuklar büyütmelerine engel olacak tehlikelerle karşı karşıya kal- mayacak; ya da sterilizasyon ve iş piyasasına girmek arasında seçim yapmak zorunda kalmayacaklardır;

- Kaliteli çocuk bakım hizmetlerine erişim hakkı; böylece kadınlar ço- cuklarının iyi bir şekilde bakılacağından emin olarak işgücü piyasası- na girebileceklerdir;

- Düşüğe, ücretsiz ve bilgilendirilmiş kontraseptif seçimine ve diğer üreme sağlığı yöntemlerine erişim hakkı;

- Cinsellik eğitimine ulaşma hakkı; böylece her yaştaki erkekler ve ka- dınlar bedenlerini daha iyi anlayıp kontrol edebileceklerdir;

- Sadece kontraseptiflerin güvenliğini sağlamak için değil, temel bir in- san hakkı olarak nitelikli sağlık bakımına ulaşma hakkı;

- Nasıl doğum yapacağını seçme hakkı;

- Lezbiyen kadınların ve engelli kadınların anne olma hakkına sahip olması;

- Şiddetin her türlüsünden uzak olma hakkı;

- Kadınlara yönelik ayrımcılığın her biçiminin ortadan kaldırılarak kadın- ların doğurganlıkları üzerinde hakimiyet kurmalarının sağlanması; - Erkeklerin çocuk bakımı, ev işleri ve doğum kontrolünde eşit şekilde ka-

tılım sağlaması, diğer bir ifade ile sorumlulukların eşit paylaşımı, böyle- ce kadınların çifte yük altında kalmasının önlenmesi (Hartmann, 1995).