• Sonuç bulunamadı

HEIDEGGER VE FELSEFENİN TEMELLERİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

1. VARLIK VE İNSAN ARASINDAKİ BAĞIN AÇIĞA ÇIKARILIŞI

1.3. FELSEFENİN SONU

getirmeye amaçladıkları hedefe ulaşamamışlar ve insanın modern çağdaki durumuna bakılırsa da bu hedefin hakiki manada gerçekleşmesinin önüne geçmişlerdir. Nedir peki bu hedef? Felsefe ve felsefenin kaynaklık teşkil ettiği bilimlerin en temel amacı insanı, dünyayı, evreni kısaca var-oluşu anlaşılır kılmaktır. Ancak gelinen noktada bu gerçekleşmediği gibi tam tersine felsefe, başka anlama olanaklarını engelleyici teknik bir gerece dönüşmüştür. Bu tarz bir felsefe esasen Varlığın ve buna bağlı olarak insanın bugünkü durumuna bakılacak olursa sona ermiştir. Heidegger teknik anlamda felsefenin esasen tüm olanaklarını sonuna kadar kullandığını ve neticede söyleyecek yeni bir sözünün kalmadığını düşünür. O halde teknik anlamda felsefe kendi olanaklarını tüketmiştir. Tam da bu sebeple başka bir başlangıca ve Düşünmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Öyle bir başlangıç ve düşünme ki Varlığa ait olan dile gelsin. Bu anlamda felsefenin sonu aslında Varlığa dönüşün bir başlangıcıdır. Heidegger’e göre bu tarz bir düşünme (Varlığın düşünmesi), esasen felsefe geleneğinin başlangıcında bir olanak olarak mevcuttur, hatta bütün felsefe tarihi boyunca bu dönüş olanağı gizli bir şekilde var olmaya devam etmiştir. Heidegger’in Düşünmeden beklentisi zaten tahmin edileceği üzere bu dönüş yolunu görünür kılmaktır. Kendisinin de dile getirdiği gibi Varlığın durumu hakkında sormak aslında geri dönüşü mümkün kılmaktır. Ne var ki bu basit bir geri dönüş değildir. Başka bir deyişle Heidegger Antik Yunan’a, yani bir zamanlar Varlığın dile geldiği döneme dönmek niyetinde değildir. O imkân o zamanlar için kullanılıp tüketilmiştir. Neticede artık farklı bir tarihsellik içersinde bulunmaktayız.

Yunan düşüncesi ancak başka bir başlangıç için bir ipucu görevini üstlenebilir. Çünkü Heidegger’in tasavvur ettiği başlangıç kökensel bir başlangıçtır. Bu ise basitçe bir döneme dönmekten ziyade bugün Varlıkla daha köklü bir ilişki kurmak anlamına gelir.

Heideggerci ifade ile söyleyecek olursak; tarihsel Dasein’ımızın başlangıcını başka bir başlangıca dönüştürmek üzere yapılan bir atılımdır bu (GA 40: 42; EM). Bu atılım ise ancak felsefenin sona erdiği fikri ile hayata geçirilebilir. Ancak her şeyden önce felsefenin sonunu anlaşılır kılmak gerekir. Felsefenin sonu ne anlama gelir?

ermektedir. Bununla Heidegger, felsefenin Platon’un başlattığı şekliyle artık yolun sonuna geldiğini ve kendi olanaklarını tümüyle tükettiğini düşünür. Yani Heidegger’e göre felsefe, şimdiye dek Platoncu bir metafizikten ibaret olmuştur ve tam da bu anlamda sona ermiştir. Bu bakımdan esasında bütün bir felsefe geleneği Platonculuk olarak okunabilir (GA 14: 71; EPAD). Heidegger Felsefenin Sonu ve Düşünmenin Görevi başlığı ile hazırlamış oluğu bir konferans metninde felsefenin Platoncu tarzda icra edilişinin artık sona ermekte olduğunu ileri sürer ve düşünmeye kalan görevin ne olduğunu sorar. Bu esasen felsefenin ve düşünmenin Platonculuktan başka bir şey olup olamayacağını sormak anlamına gelir. Düşünmenin başka olanaklarını göstermek isteyen Heidegger için bu önemli bir sorudur.

Görüldüğü üzere Heidegger, felsefe geleneğinin şekillendirici figürü olarak Platon’u görür. Felsefenin teknik bir araca dönüşmesi, bir metafizik halini alması ve her şeyi tasarlayıcı bir temellendirme içerisinde anlaşılır kılmaya çalışmasının önünü açan kişi Heidegger’e göre Platon’dur. Felsefe 2500 yıldır Platon’un belirlediği program çerçevesinde icra edilmekte ve bütünüyle Platoncu bir metafizik olarak gelişmektedir.

Şimdi Heidegger iki temel sebep ortaya koyarak Platoncu metafizik geleneğinin sonlandığını ve köklü düşünme adını verdiği bir eyleme geçilmesi gerektiğini ileri sürer.

İlkin, Platon ile beraber teknik bir akıl yürütmeye dönüşen felsefe, düşünmeyi Varlığa ait olmaktan kopararak en hayati ve temel meselenin (Varlık meselesinin) çözümsüz kalmasına yol açmıştır. Yani teknik olarak felsefe, Varlık ve insan arasındaki bağın kopmasına sebep olmuştur. Platoncu felsefenin en büyük sıkıntısı bizzat kendi zeminini karartması ve insanın (esasında her bir varolanın) var olma koşullarına kayıtsız kalması, dahası bu koşulları erişilmez kılmasıdır. Varolana ilişkin bir kavrayış ortaya koyan teknik düşünme, ne var ki bu varolanın Varlığına ilişkin bir düşünme sergileyemez. Böylece bu varolanı veren Varlığın anlamı bütünüyle anlaşılmaz hale gelir. Daha da önemlisi teknik düşünme ile Varlığın kendisi bizzat var olan bir şeye dönüşür. Neticede esasen varolanın Varlık kazandığı açıklık/kayran (Lichtung) böylelikle karanlıkta kalır. Teknik düşünme, kendisini de mümkün kılan bu açıklığı karartarak modern insanın yurtsuzluğuna sebebiyet verir. Tam da bu yüzden felsefe artık kendi sonuna girmiş bulunmaktadır. Felsefe sona gelmelidir çünkü o insanın artık Varlığa yakın bir yerde ikamet etmesini olanaksız hale getirmiştir.

İkinci olarak, Heidegger’e göre teknik bir düşünme olan felsefeden kopan bilimler her bir varolan alanına hükmederek, felsefenin teknik anlamdaki misyonunu tamamlamışlardır. Bu ne anlama gelir? Heidegger’e göre modern bilimler esasen

felsefenin (dolayısıyla da Platoncu metafiziğin) çizmiş olduğu amaç ve hedef doğrultusunda iş görmektedirler. Onlar her bir varolan alanına ilişkin tasarlayıcı bir temel olma amaçlarını bizzat felsefeden almışlardır. Her ne kadar modern bilimler, felsefeyi dışlama ve onu görmezden gelme eğilimi içerisinde olsalar da, özlerinde onlar felsefidir. Her bir bilimin amacı, nesnesine ilişkin genel-geçer ve evrensel hakikati ortaya koymaktır. Felsefenin çizdiği program çerçevesinde iş gören bilimler bu evrensel hakikati ortaya koymak için kendi alanlarına ait varolanları tasarlayıcı bir şekilde kavrarlar. Her bilim dalı, kendi alanının nesnelerini belli bir takım ilkeler çerçevesinde temellendirmekle meşgul olur. Bu çabanın kendisi ise bizzat felsefidir. Çünkü felsefe bütün bir varolan alanını ilkece temellendirmekle meşgul olur. Platon’dan ve Aristoteles’ten beri varolan her şeyin temel ilkesini ve en son sebebini arayan felsefe bu yaklaşımı ile bilimlere açık bir biçimde örnek teşkil etmiştir. Bilimsellik bu bakımdan sadece felsefi çabanın daha konsantre edilmiş bir biçimdir. Felsefe bütün bir varolan alanına yönelirken, bilimler bu varolan bölgelerini bölüşerek daha verimli bir çalışma sergilerler. Bu yüzden çağımızda artık her bir varolan alanının temelinde bilimler yer alır. Bilimin, tasarlayıcı kavrayışı ile el atmadığı neredeyse hiçbir alan yoktur. En son sosyoloji, antropoloji ve psikolojinin de bilim statüsüne yükselmesi ile birlikte felsefenin teknik olanakları son raddeye kadar taşınmış olur. Felsefenin kendisi artık “gereksiz”

hale gelir. Çünkü onun tüm teknik olanakları bilimlere teker teker transfer edilmiş ve her bir varlık alanına yayılmıştır. Platoncu anlamda felsefenin yaptığı her şey, münferit bilimler tarafından çok daha verimli ve teknik biçimde yapılır. Dolayısıyla tekniğin ulaşmadığı, temel olmadığı ve belirleyici hale gelmediği hiçbir bölge kalmamıştır.

Günümüz dünyası artık Batı uygarlığının teknik anlamda temellendirdiği bir dünya haline geldiğine göre, felsefe en uç olanağını da tamamlayarak sona ermiştir (GA 14:

71; EPAD). Burada Heidegger’in iddiası, felsefenin esasında bilimlerin ortaya çıkışı ile negatif anlamda yok olup gitmediği, tam tersine bu bilimler vasıtasıyla içsel projesini/olanaklarını bütünüyle gerçekleştirerek tamamlandığını ortaya koyar.

Şimdi Heidegger’in felsefenin sonu ilgili olarak ileri sürdüğü bu iki iddiasına yakında bakacak olursak, felsefenin temelde önce teknik bir düşünme olarak ortaya çıktığını ve sonunda bu teknik düşünmenin bir bütün olarak kendi olanaklarını son raddeye kadar tükettiğini söyleyebiliriz. Bu noktada ele alınması gereken ilk husus Varlığa ait köklü düşünmenin nasıl olup ta felsefe şeklini alarak teknik bir araca dönüştüğüdür. Heidegger’e göre Düşünme, kendi kökenine ilişkin bir Düşünme olmaktan vazgeçtiğinde, kısaca Varlığın Düşünmesi olmaktan vazgeçtiğinde teknik bir araca yani Platoncu anlamda felsefeye dönüşür. Peki, bu ne anlama gelir?

Düşünmenin kendi kökeninden uzaklaşması, Düşünmenin düşünme olarak olanaklı olmasını sağlayan açıklıktan (Offenheit) uzaklaşmak anlamına gelir. Düşünmenin zeminsizliği olarak kendisini gösteren bu durum, Heidegger’in Varlığın unutulmuşluğu olarak belirttiği hususa karşılık gelir. Düşünmenin kendi olanaklarından ve imkânlarından kopuşunu belirten bu ifade, insanın bir şeyleri anladığı, farkına vardığı, karşılaştığı bağlama yabancı kalmasına işaret eder. O halde Düşünmenin yapması gereken şey esasında bir şeylerin nasıl olup ta bizim için anlamlı hale geldiğini, bir şeylerin bize nasıl verilebildiğini, başka türlü söyleyecek olursak Varlığın hakikatini düşünmektir. Heidegger’e göre Düşünme kendi bağlamını, zeminini yani kökenini görünür kılmalıdır, diğer bir deyişle ona ilişkin bir anlama gerçekleştirmelidir. Diğer taraftan bizzat bu bağlam, bu kök ya da diğer deyişle Varlık; Düşünmeye izin verdiği ve onu mümkün kıldığı için, Düşünme tarafından nesneleştirilip bir varolan olarak ele alınamaz. Bir diğer deyişle Düşünme kendi kökenine, yani Varlığa mesafe alamaz.

Çünkü Düşünme hep Varlığın Düşünmesi olmak durumundadır. Önemli olan bunun tecrübesine varmaktır. Heidegger’in arzuladığı Düşünme o halde bu mesafesizliğin düşünmesi haline gelmelidir.

İşte Heidegger’e göre en azından bir dönemlerinde Yunanlılar bu mesafe alınamayan Varlığın Düşünmesini gerçekleştirmeye ve ona uygun bir dil ortaya koymaya çalışmışlardır. Ancak Platon’un teorik felsefesi ile Düşünme varlıksal kökenini kaybeder. Heidegger’in deyişi ile artık “düşünülmez fakat felsefe yapılır” (GA 9: 317;

BH). Felsefe Platon’daki teorik haliyle nesneleştirilmeye uygun olmayan Varlığı, yani bizzat felsefeyi de mümkün kılan Varlığın hakikatini, açıklığını, kökenini ve de dilini bir varolana indirger. Böylece varolanın temeli başka bir varolan (idea, tanrı, töz, tin, isteme vs.) haline gelir. Oysa bizzat bu açıklık, esasında nesneleştirmenin de olanağını meydana getirdiği için kendisi nesneleştirilemez haldedir. Bu gerçeği göremeyen Platoncu felsefe, sahip olduğu tasarlayıcı tavır ile birlikte varolanı açıklama çabasında sadece ezeli-ebedi, zorunlu bir varolana ulaşabilir. O halde felsefenin Platoncu eğilimi esasında varolanı kesin bir şekilde temellendirecek başka bir varolanı keşfetmektir. Bu haliyle Heidegger’in sıklıkla dile getirdiği üzere metafizik şeklindeki felsefe, varolanı sadece varolan olarak ele alan bir etkinlik haline gelir ve varolana varlık veren Varlığı/açıklığı düşünmez (GA 9: 367; EWM). Ontolojik ayrıma kayıtsız kalan felsefe, teknik bir araç olarak sadece varolan hakkında konuşan, bu varolanı temellendirmek suretiyle onu hesaplanabilir, denetlenebilir kılan bir faaliyet biçimine bürünerek Varlığı, yani temellendirilemeyecek olanı (tam tersine her tür temellendirmeyi/anlamlandırmayı mümkün kılanı) tümüyle unutur. Kendi kökenine, çıktığı kaynağa dikkat etmek yerine

Düşünme, felsefe ile beraber teknik bir araca dönüşerek en yüksek sebeplerden hareket eden bir açıklama tekniği haline gelir (GA 9: 317; BH). Böylece varolana ait en temel öğenin gösterildiğini, varolanın tüm yönleri ile açıklandığını, kavram haline getirilip tasarlandığını ileri süren filozof en yetkin, zorunlu ve mükemmel varlığı dile getirdiğini iddia eder. Bu metafiziksel eğilim içinde keşfedilen Varlık adeta her tür varolanın sebebini ve temelini açıklayan bir ilke haline gelir. Heidegger’e göre felsefe bir metafizik olarak Platoncu anlamda ortaya çıktığı zamandan beri Varlığı temellendirici bir ilke (arkhe, aiton) olarak düşünür (GA 14: 69; EPAD). Böylece her varolan bu temel ilke içerisinde anlaşılır hale gelir. Örneğin şeyler; ideaların soluk birer kopyası, mutlak tinin tarih içerisinde kendisini açma süreçleri, kör istemenin çeşitli aşamaları, tanrının varoluşundan pay alan nesneleri olarak anlaşılırlar. Böylece varolanların Varlığı felsefe tarihinde çeşitli biçimlere girse de her defasında aynı temellendirici ve açıklayıcı yapıya bürünür (GA 14: 70; EPAD). Sonuçta Varlık probleminin çözüldüğü ileri sürülür. Ne var ki Heidegger’in de göstermiş olduğu gibi, felsefenin Varlık olarak ortaya koyduğu şey sadece başka bir varolandır. Varlığın gizemine ise henüz dokunulmamış olur. İdea ya da bir tözün Varlık olarak ileri sürülmesi felsefe tarihinde ontolojik ayrım üzerinde yeterince düşünülmediğini bize açık bir biçimde gösterir. Metafizik olarak felsefe için söz konusu olan yegâne şey sadece, gelip geçici olan bir varolanın; ezeli-ebedi, zorunlu, değişmez ve mutlak bir varolan tarafından açıklanması ve temellendirilmesidir. Oysa bizzat bu temellendirmenin nasıl mümkün olduğu sorusu kesinlikle sorulmadan kalır. Tüm bu felsefi soruşturmanın vuku bulduğu, filozofun ve bizzat kişinin diğer varolanlar ile karşılaşabildiği bağlam/anlam bütünü (Bedeutsamkeit), ya da diğer deyişle açıklık kesinlikle düşünülmez. Platoncu felsefe ciddi bir varoluşsal (kategorik değil) hata sonucunda, bu açıklığı bir varolana indirgeyerek her tür olmaya izin veren Varlığın unutulmasına yol açar. O halde Platoncu felsefenin temel sıkıntısı her şeye temel olmaya çalışırken bizzat kendi temellerini görmezden gelmesidir. Felsefe, felsefe yapmaya izin veren öğeye böylece yabancı kalır. Özlü Düşünmenin öğesi olarak kendisini gösteren şey ise Heidegger’e göre Varlıktır. Tam da bu yüzden Düşünme esasen Varlığın düşünmesidir. İşte felsefe kendi temelleri, olanakları üzerinde düşünmekten vazgeçtiğinde teknik bir araç biçimini alır ve özlü Düşünmeyi terk eder.

Varlığa dikkat etmeyen Platoncu felsefe, yine de varolanın Varlığını ortaya koyduğunu ileri sürer. Varolanı temellendirerek iş gören felsefenin bu misyonu, esasen felsefeden koparak bağımsızlıklarını ilan eden doğa bilimleri tarafından da üstlenilmiştir. Heidegger’e göre bilimlerin kendi bağımsızlıklarını ilan etmesi felsefenin

tamamlanışına aittir. Bilimlerin ortaya çıkışı ile birlikte felsefenin çözülmesi ve yok olup gitmesi olarak görünen şey; aslında felsefenin teknik, yani temellendirici bir düşünüş olarak her bir alana yayılarak tamamlanması anlamına gelir (GA 14: 71; EPAD). Buna göre artık felsefe Platondaki kuruluşundan beri istediği şey olan bilimsellik statüsüne ulaşmış olur. Felsefe Heidegger’in yorumuna göre kendisini bilimlerde ve bilimler aracılığıyla gerçekleştirecek konuma ulaştırır. Felsefenin zaten teknik bir araç haline gelmesindeki en önemli öğe, felsefenin kendisini bilim düzeyine yükseltme istemidir.

Felsefenin en korktuğu şey Heidegger’in ifadesi ile bilimsel olmamaktır. Bu korku ile titreyen felsefe sıkı sıkıya mantığa, akıl yürütmeye, kavramsallaştırıcı düşünmeye tutunur (GA 9: 315; BH). Düşünme ancak mantığa ve neden-sonuç ilişkisine tabi olduğu sürece geçerli sayılır. Neticede genel-geçerliliği ve nesnelliği sağlayan, kısaca bilimselliği veren öğeler bunlardır ve bu öğeler felsefeden koparak bağımsızlıklarını ilan eden bilimlerin vazgeçilmez unsurları haline gelirler. Şimdi bu noktada Heidegger modern dönemde felsefenin dahi empirik bir bilim haline geldiğini ileri sürer (GA 14: 72;

EPAD). Heidegger’e göre felsefenin teknik temeli çok daha vahim bir şekilde sibernetik bilimini ortaya koyacaktır. Sibernetik ona göre tüm bilimlere temel olma görevini üstlenerek temellendirici tasarlamayı en uç noktasına getirerek felsefenin sonunu getirecektir. Bu en uç noktada teknik düşünme, bilimler vasıtasıyla bütün Batı medeniyetinin zeminine yayılarak bizzat kökenlere, açıklığa yani Varlığa ilişkin her tür soru sormayı imkânsız kılacaktır. Böylece hem filozof hem bilim adamı hem de modern insan tümüyle kendi zeminlerinden kopuk bir varoluşa mecbur edileceklerdir.

Felsefenin sonu o halde hiçbir şekilde tasarlanmaya uygun olmayan zemin, olanak, açıklık, köken, bağlam, dil ve Varlık hakkında Düşünmenin sona ermesi ile yakından ilgilidir. Dahası felsefenin bir zamanlar temellere ilişkin bir düşünüm ortaya koyan karakteri esasında bizzat bilimler tarafından üstlenilir hale gelir. Artık her bir varolan alanına ilişkin temel, sadece bir işlevsellik üzerinden meşru kılınmaktadır. Belli bir varlık alanını mümkün kılan kategorilerden verim alınabildiği sürece ve işlevsellik korunduğu sürece hiçbir ontolojik bağlam dikkate dahi alınmaz. Çünkü kategoriler işlevsiz hale geldiğinde de sadece iş gören başka kategoriler ile değiştirilirler. Bu kategoriler üzerinde bir Düşünme ise kesinlikle vuku bulmaz, üstelik bu tarz bir Düşünmeye erişim daha en başından engellenir. Dolayısıyla bugün modern teknik ve bilimler, adeta kendilerine ve üzerinde yükseldikleri zemine ilişkin bir düşünme gerçekleştirmenin önüne geçerler. Böylece her seferinde kendilerini haklı ve meşru kılarlar. Neticede bilim ve teknoloji tarafından hükmedilen çağdaş düşünme bizler için varılabilecek en son yerdir (Johnson, 2013: 132). Kendi imkânlarını en son raddeye taşıyan teknik

düşünme; bilim ve teknoloji kisvesine bürünerek, insanın kendi zemininden koparılmasının en radikal hali olarak felsefenin tamamlanışına aittir.

Felsefenin sona ermesi bu bakımdan zaten görevinin işlevsiz hale gelmesi ile ilgilidir. Felsefe çoktandır Varlığa ve açıklığa ilişkin bir düşünüm gerçekleştiremez haldedir. Modern insanın varoluşu özünde yurtsuzluk olarak belirir ve fakat en büyük tehlike olarak kendisini gösteren şey, bu yurtsuzluğun teknik düşünme yüzünden görünmez bir hal almasıdır. Felsefenin sonu o halde, teknik düşünmenin; insanı bir yandan yurtsuz kılması (yani onu kendi varoluş zeminden/Varlıktan koparması) diğer yandan da bu mevcut yurtsuzluğu görünmez hale getirmesi ile ilgilidir. Her tür ontolojik açıklığa adeta düşman kesilen teknik düşünme böylece çağımızda insanın bir yurtsuzlukta ikamet edişini görünmez kılar. Bu yüzden Heidegger’in Düşünmeden beklentisi, modern insanın bu yurtsuzluğunu bir tecrübe olarak sunmasıdır, diğer bir deyişle modern insanın ikamet yerini, açıklığını göstermesidir. Platoncu tarzda felsefe tam da bunu gerçekleştirme konusunda aciz olduğu için sona ermelidir. Temellendirici tasarlama olarak felsefe, bilimlerin ortaya çıkışı ile artık teknik eğilimini son raddeye kadar gerçekleştirmiştir. Felsefe bilimler içersinde çözülüp gittiğinde sona erer, ancak Heidegger’e göre Düşünme yoluna devam eder. Hölderlin’in mısrasını kendisine örnek alan Heidegger açısından tehlikenin en uç olduğu noktada kurtarıcı güç de devreye girer (GA 7: 35; FT).