• Sonuç bulunamadı

BATI FELSEFESİNİN İKİ TEMELİ: SOMUT İNSAN VE AHLAKAHLAK

NIETZSCHE VE FELSEFENİN TEMELLERİNİ YENİDEN YARATMAK

1. DEĞERLERİN YENİDEN DEĞERLENDİRİLMESİ VE FELSEFE

1.4. BATI FELSEFESİNİN İKİ TEMELİ: SOMUT İNSAN VE AHLAKAHLAK

olan somut insana ve onun ahlak kavrayışına yöneltir. Diğer bir deyişle Nietzsche hem somut, eyleyen insanı hem de bu insanın ahlakını; değerlerin yeninden değerlendirilmesi projesi kapsamında birer problem olarak ele alır (Kuçuradi 1999: 3).

Nietzsche esasen insanı ve onun bir ürünü olan ahlakı bir problem olarak ele alırken, her şeyden önce Batı felsefesinin temellerini problemleştirmiş olur. Neticede Nietzscheci analiz sonunda somut insanda ve ahlakta meydana getirilecek bir değişim, felsefede meydana getirilmek istenen değişimi tetiklemek durumundadır. Nietzsche’nin gözünde felsefe eğer bir tür insanın ve ahlakın ürünü ise, o halde bu iki öğede ortaya konulacak değişim, kaçınılmaz bir biçimde felsefeyi de etkileyecektir ki, esasında Nietzsche tam da böylesi bir etkiye ulaşmayı amaçlamaktadır.

1.4. BATI FELSEFESİNİN İKİ TEMELİ: SOMUT İNSAN VE

tutmak suretiyle bir felsefi söylem geliştirmeye çabalar. Oysa Nietzsche’ye göre böyle bir tavır kesinlikle kabul edilebilir değildir. Ona göre felsefenin icrasında, söylenenleri söyleyenden ayırmak mümkün değildir. Felsefeyi insanoğlunun bir ürünü olarak gören Nietzsche, deyim yerindeyse ad hominem bir felsefi kavrayış sergiler. Bu ise eleştirinin argümanlar üzerinden değil, bizzat argümanın sahibi olan kişiler ve onların karakterleri üzerinden ilerlediği anlamına gelir. Ad hominem argümanı Nietzsche açısından haklılandıran şey, düşünce ile düşünürün özsel bağlantısıdır (Solomon, 2006: 193).

Nietzsche bu bakımdan örnek verilecek olursa, Kant’ın eleştirel felsefesini, ne kategoriler ne de başka bir takım felsefi kavramlardan hareketle değerlendirip eleştirmeye gayret eder, o daha ziyade Kantçı felsefeyi bir kişi olarak Kant’tan ve bu felsefi dizgenin mümkün olmasını sağlayan ahlaki kodlardan hareketle ele alır. Yani Nietzsche, eleştirisini doğrudan bir fail olarak Kant’a yöneltir. O, bütün bir felsefi dizgenin ardında yer alan kişiyi ve onun karakterini gün yüzüne çıkarmayı ve Kant’ı adeta somut bir kişi olarak gözümüzün önünde getirmeye çalışır (KSA 6, 177; AC 11).

Çünkü ona göre felsefi bir kavrayış ve dizge bu kavrayış ve dizgeyi meydana çıkaran somut insandan hiçbir surette koparılamaz. Dahası felsefede olup bitenleri, felsefenin bizzat faili olan insandan bağımsız bir şekilde ele almak Nietzsche açısından kesinlikle olanaklı değildir. Temel sorun, felsefi söylemin kaynağına inmek ve bu kaynağı mümkün mertebe görünür kılmaktır. Nietzsche böylece felsefede evrensellik ve nesnellik uğruna hep göz ardı edilen “tekil” olanı, “sübjektif” olanı yeniden sahneye taşır. Böylece Batı felsefe geleneğine bütünüyle karşıt biçimde; tekil olanı, yani somut insanı, bütün felsefi sistemlerin önüne koyacak şekilde felsefenin gündemine taşır.

Nietzsche’ye göre o halde ne söylendiğinden çok kim tarafından söylendiği daha önemli olmak durumundadır. Teori ne kadar sağlam ve ne kadar evrensel olursa olsun, eğer bu teori; zayıf, “hastalıklı” bir kişiden kaynaklanıyorsa, Nietzsche açısından kesinlikle kabul göremez. Çünkü bu haliyle teorinin ya da argümanın sağlamlığı ve evrenselliği sadece, mevcut olan “karakter eksikliğinin ve zafiyetinin” maskelenmesine hizmet eder. İşte Nietzsche doğrudan kişinin kendisine giderek; bu sözüm ona nesnelliğin, mutlakçılığın ve evrenselliğin maskesini düşürme hedefindedir. Böylelikle gördüğümüz üzere Nietzsche; filozofları, argümanları ile değil adeta kişilikleri ve sahip oldukları karakterleri ile değerlendirir. Nietzsche’nin felsefe yapma tarzı bu bakımdan kesinlikle teorik, yani gayrı kişisel değildir. Onun niyeti tam tersine mümkün olabildiğince, felsefi etkinliğin kaynağı olan şahsı ve karakteri ortaya sermektir (Solomon, 2006: 185).

Bu bağlamda yukarıda örneği verildiği gibi Kant’ın düşüncesini Kant’ın şahsiyetinden, karakterinden kopartmak olanaksızdır. Felsefi söylem aslında bu bakış açısıyla zorunlu bir şekilde kişinin sahip olduğu karakterin bir dışavurumu haline gelir ve dahası bu söylem bizatihi bu karakter tarafından belirlenir. Bu gerçeği oldukça net bir şekilde ifade eden Nietzsche kendi felsefi söylemi söz konusu olduğunda kesinlikle geri planda kalmaya ve söylediklerini kendi kişiliğinden koparmaya çalışmaz.

Nietzsche, felsefe tarihinde alışageldiği üzere diğer filozoflar gibi kendisini, felsefi söylemin ardına gizlemez ve yazdıkları ile kendisini görünmez kılmak istemez.

Nietzsche’nin okuru tam tersine, onu her cümlede ve her aforizmada iyisiyle kötüsüyle kanlı canlı bir kişi olarak keşfeder. Nietzsche bir filozoftan beklenmeyecek şekilde kendi kişiliğini, karakterini bütün çıplaklığı ile eserlerinde yansıtmaya çalışır. Üstelik ona göre zaten filozofların; beylik ve evrensel ifadelerin arkasında saklanma çabaları bütünüyle boşunadır. Her ifade ve söylem Nietzsche açısından gizli ve maskelenmeye çalışılan bir karakterin, niyetin açığa vurulmasıdır. Bu yüzden filozoflar kendi kişiliklerini, boşu boşuna felsefi meselenin dışında tutmaya çalışmışlardır. Filozof böylece Nietzsche’ye göre; her söylediği, her yazdığı ile kendisine ilişkin bir gerçeği ister istemez gün yüzüne çıkarmakta, yani bir nevi kendisini ele vermektedir. İyinin ve Kötünün Ötesinde’de yer alan ve felsefe tarihi açısından da oldukça önemli olan bir pasajda Nietzsche bu konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

Şimdiye dek her büyük felsefe; failinin gönüllü bir itirafından ve onun bir çeşit istemsiz, bilinçsiz hatıratından ibarettir. Benzer şekilde felsefede yer alan ahlaki ve ahlaki olmayan eğilimler; felsefenin her seferinde bütün bir bitki gibi kendisinden büyüdüğü esas çekirdeği meydana getirir (KSA 5, 20; JGB 6).

Burada Nietzsche açık bir biçimde; felsefi söylem dediğimiz şeyin hiçbir şekilde onun faili olan insandan ve insanın ahlaki niyetlerinden bağışık biçimde ele alınamayacağını vurgulamaktadır. Bu yüzden Nietzscheci okuma, her türden felsefi söylemi, modern bir deyiş ile ifade edecek olursak yapıbozumuna uğratmayı ve bizzat filozofların da belki de kendileri ile ilgili olarak bihaber oldukları maskelenmiş karakteri, nihai niyeti ortaya koymayı amaçlamaktadır. Üstelik gerçekten de durum Nietzsche’nin yukarıdaki aforizmada söylediği gibiyse, felsefi argümanları ve her tür felsefi görüşü somut insandan ve onun ahlaki niyetlerinden hareketle ele almak zaten kaçınılmazdır.

Eğer her felsefi söylem, esasen gizli ve maskelenmiş bir şekilde filozofun kişisel itiraflarından ibaretse o halde felsefe bizzat kişinin “psikolojik” ve “ahlaki” hallerinden hareketle anlaşılmak durumundadır. Çok daha önemlisi bu haller belki de söz konusu edilen felsefi söylemin gerçekten ne anlama geldiğini açığa çıkartabilecek yegâne faktörler olabilirler. Bu anlamda felsefi söylemin kaynağında yer alan somut insanı

görmezden gelerek, felsefeyi sırf argümanlar üzerinden icra etmek aslında, açığa çıkmamış ve esas anlamı perdelenmiş bir takım düşünceleri başka bir takım gizli ve maskelenmiş fikirler ile kavgaya tutuşturmaktan ibarettir. Böylece felsefe dünyasında gerçek manada olup biten şey bir karanlığa ve bilinmeze itilmiş olur. Felsefe tüm bu nedenlerden dolayı, ancak ve ancak onu icra eden somut insandan hareketle irdelenmek ve yeniden değerlendirilmek zorundadır. Bu bakımdan Nietzsche’nin, değerlerin yeniden değerlendirilmesi projesi bağlamında temellendirmeyi amaçladığı

“felsefede yeni bir başlangıç” fikri aslında, bu yeni felsefenin faili olacak olan insanla yakinen ilgilidir. Nietzsche’nin felsefede hayal etmiş olduğu değişim o halde felsefenin kendisinde değil, fakat bizzat felsefe yapan insanda gerçekleşmelidir. Ancak felsefeyi icra eden insan değiştiğinde, felsefe de değişebilir. O halde felsefede yeni bir başlangıç, ancak somut insanda ortaya çıkartılmak durumunda olan bir başlangıçtır. Bu yüzden “felsefenin sorunu” açık bir biçimde esasen bir “insan sorunudur”. Felsefenin üzerinde yükselmekte olduğu temelleri göstermek ve sonrasında felsefeye bütünüyle yeni bir temel ve işlev kazandırmak isteyen Nietzsche açısından, somut insana ilişkin bir araştırma o halde kaçınılmaz olarak görünmektedir.

Peki, tüm bunların yanı sıra, Nietzsche’nin işaret ettiği “değer problemi” ile nasıl bir ilişkisi vardır insana ilişkin sorgulamanın? Bu ilişki esasen ilk bakışta göründüğünden çok daha temel ve önemlidir. Çünkü Batı felsefesine hükmeden, bu felsefeye daha en başta hayat veren ve tam da bu sebeple Nietzsche açısından sorunlu görülen “nihilistik değerleri” bizzat yaratan bir “insan tipi” söz konusudur burada ki, Nietzsche birçok yerde bu insan tipini sürü insanı olarak adlandıracaktır. Bu da

“değer probleminin” esasen doğrudan “insan problemine” bağlı olduğuna işaret eder.

Çöküşe ait değerlerin hangi insan tipi tarafından ortaya konduğu belirlenmediği müddetçe, Nietzsche’nin esas hedefi olan “değerlerin yeniden bir değerlendirilmesi” ve buna bağlı olarak felsefede yeni bir başlangıç olanaklı olmaz. Bu belirli insan tipini, Nietzsche’nin kullandığı anlamda tarihsel ve sosyo-psikolojik açıdan incelemek- ya da daha doğru bir Nietzscheci tabir ile soykütüksel açıdan incelemek- dahası onu sorunsallaştırmak, o halde bu çöküşe ait değerlerin bütün bir kültür dünyasına nasıl hâkim olduğunu kavramak açısından hayati bir öneme sahiptir. Bu insan tipine ait olan tüm yapıların çözümlenmesi ve açığa çıkartılması ile birlikte Nietzsche’nin hayal ettiği yeni felsefe kavrayışı; nihilistik değerlerin bütünüyle karşısında olan, yaşamı ve dünyayı isteme eyleminin kendisini yadsımayan, tam tersine bu istemi bütünüyle olumlayan yeni bir takım değerlerin yaratıcısı olacak olan bir üstinsan (übermensch) tipinin gelecekte nasıl ve ne şekilde ortaya çıkabileceğine işaret edecektir. Netice

itibarıyla dile getirilen bütün bu belirlemeler, Nietzsche’nin, “somut ve eyleyen insanı”

sorunsallaştırılmasını zorunlu hale getirmektedir. Bu bakımdan tezin bundan sonraki ana bölümü Nietzsche’de insan problemini ele alacaktır.

“Somut ve yaşayan insanın” sorunsallaştırılması Nietzsche’nin felsefi yöneliminde meselenin sadece bir tarafını oluşturur, diğer ve bir o kadar önemli olan taraf, Batı felsefesine Platon’dan beri egemen olan çöküş (décadence) ahlakının uygun bir tarzda irdelenmesidir. Dünyaya ve yaşamın kendisine yönelik bir tutum sergilenmesine, bir bakış elde edilmesine olanak veren ve böylece yeryüzünü insan için adeta birlikte yaşanılabilir anlamlı bir dünyaya dönüştüren ahlak, insanlığın tarih içerisinde ortaya koymuş olduğu en önemli başarılardan birisi olarak ele alınır.

Dolayısıyla Nietzsche’ye göre felsefe de ancak bu ortaya konulan başarının bir meyvesi olarak değerlendirilebilir.

Ahlak ve felsefe arasındaki ilişkinin önemi eskiden beri kabul ediliyor olsa da Nietzsche ile beraber bu ilişki bütünüyle farklı bir zemine taşınır. Nietzsche’ye göre etik ya da ahlak kesinlikle sadece felsefenin bir alt araştırma alanı olarak incelenmek durumunda olan bir yapı değildir. Ahlak genel olarak kabul edildiği üzere felsefi sorgulamaların sonucunda açıklanacak ve haklılandırılacak toplumsal kurallardan meydan gelmiş bir dizge değil, tam tersine eylemde bulunan insanın ortaya koyduğu bir değer olarak bizzat felsefeyi mümkün kılan temel öğelerden birisidir. Bu sebeple felsefenin faili olan eyleyen insanın; kendi yaşamını anlamlı kılmak ve yeryüzünü evi haline getirmek adına ortaya koyduğu ve daha sonraki zamanlarda toplumun her bir bireyine hükmeden ahlakın irdelenmesi Nietzsche açısından zorunludur. Çünkü Batı felsefesi ve metafizik gelenek, Nietzsche açısından her ne kadar doğrudan, bir tür insanın (sürü insanı) ürünü olsa da, felsefe aynı zamanda bu insan tipinin ortaya koymuş olduğu ahlaki bakışın içerisinde hayat bulmuştur. Bu anlamda felsefe, Nietzsche’nin gözünde belirli bir insan tipinin ahlaki yönelimi neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Nietzsche’ye göre “eyleyen insan” ve onun ahlakı adeta eş zamanlı bir kritiğe tabi tutulmalıdır. Böylece Nietzsche ahlak unsurunu kullanmak suretiyle; “insan”, ”değer” ve “felsefe” kavramlarını bir arada tutabilecek ve kavramlar arasında köprü vazifesi görebilecek bir öğe de elde etmiş olur. Felsefe, Nietzscheci bu betimleme ile birlikte, insanın ahlaksal tutumunun bir süreci ve ürünü olarak anlaşılır.

Üstelik ahlak Nietzsche açısından; insanın yaratmış olduğu başat değerlerden biri olarak, “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” kapsamında analiz edilmeli ve geleneksel felsefenin zemininde bulunan bir unsur olarak yeniden düşünülmelidir. Bu açıdan “ahlak sorunu” en azından “insan sorunu” kadar, değerlerin sorunsallaştırılması

noktasında vazgeçilmez bir meseledir. O halde, değerler eğer daha önce söylendiği gibi, dünya içerisinde kişinin bir konum almasına ve buradan hareketle yaşama ilişkin bir yorum ve değerlendirme yapmasına olanak tanıyorsa, başat değerlerden biri olarak ahlak da dünyaya ve yaşama ilişkin tüm yorumları belirleyen temel unsurlardan biri haline gelmektedir. Bu açıdan Batı dünyasının benimsemiş olduğu ahlak, yeniden değerlendirilmesi gereken en önemli değerlerden birisi olarak ortaya çıkmaktadır.

İnsana ilişkin her araştırma Nietzsche’nin görüşüne göre onun ahlaksal boyutunu muhakkak hesaba katmalıdır. Eğer soyut, elle tutulamayan ve bir takım felsefi kavramlara (öz, töz, benlik, akıl, ruh, beden vb.) sıkışmış insana değil de; kanlı canlı, somut, eyleyen ve bizzat kendimiz olan insana ulaşmak isteniyorsa; onun en önemli değerlerinden birisi olan ahlak, insanın bir eylemi, yorumu ve üretimi olarak anlaşılmak durumundadır. Üstelik zaten Nietzsche’nin, “somut insana” ilişkin gerçekleştirmiş olduğu soykütüksel araştırmaya giden yol, büyük ölçüde bu insanın benimsemiş olduğu ahlaktan geçer. Çileci ve yaşam yadsıyıcı ahlak, ki Nietzsche’ye göre Batı felsefesi tümden bu ahlaka batmış haldedir, köle ruhlu olan bir insan tipinin (sürü insanı) sonucudur. İşte tam da bu insanın yapısına ulaşmaya ve böylece de Batı felsefesinin esas kaynağını görünür kılmaya çalışan Nietzsche, bunu ancak bu insan tipinin bir semptomu olarak hüküm süren çileci ve çöküş ahlakını çözümlemek suretiyle yapabilir (KSA 5, 253: GM, Vorrede 6). Ahlakın belli bir insan tipinin belirtisi olarak ele alınması ile Nietzsche, felsefe açısından ahlak araştırmasını bütünüyle radikal olan farklı bir düzleme taşır. Nihayetinde eğer ahlak sırf kendisi için de değil de, bir belirti olarak incelenirse, o her seferinde semptomun kaynağına yani somut insana geri gitmek durumunda kalır. Böylece Nietzsche ile birlikte insan ahlaka göre şekillenen bir varlık olmaktan ziyade, ahlak belirli bir insan tipinin ürünü olup çıkar. Nietzsche açıkça insan ve ahlak arasındaki ilişkiyi ters yüz etmektedir. Böylece; “iyi”, “kötü”, “günah”,

“yalan”, “doğruluk” gibi ahlaki kavramlar Platon’da ve daha sonra birçok filozofta olduğu üzere kendi başlarına var olan bir idea, bir kendinde-şey olarak ele alınmaz, fakat bizzat somut ve eyleyen insanın dünya ile girmiş olduğu yorumsal ilişki ekseninde irdelenir. O halde eğer Nietzsche, felsefenin asıl sorunlu olan zeminine ulaşmak istiyorsa, bir değer olarak bir insan tipi tarafından ortaya konulan ahlaksal yapıyı soykütüksel bir şekilde irdelemelidir. Bu anlamda ahlaka ve onun yapısına ilişkin soykütüksel bir araştırma Nietzscheci felsefe kavrayışının olmazsa olmaz unsurlarından birisi olup çıkar.

Nietzsche’ye göre Batı felsefesini olanaklı kılan en önemli değer olan ahlak, bu geleneğin katî bir belirleyicisi olmuştur. Nietzsche Tan Kızıllığı’na yıllar sonra eklediği ön sözde çarpıcı bir biçimde bu olguyu şu şekilde ifade eder:

Yeryüzünde, herhangi bir söylem ve ikna etme var olduğu müddetçe ahlak, kendisini en usta baştan çıkarıcı olarak çoktan kanıtlamıştır– ve biz filozofları ilgilendirmesi bakımından, filozofların esas Kirke’si olarak. Platon’dan beri Avrupa’nın bütün felsefi mimarları neden boşuna inşa edip durmuşlardır?...Doğru cevap daha ziyade, bütün filozofların ahlakın baştan çıkarıcılığına kapılarak binalarını inşa ettiği olurdu, Kant bile böyle yapmıştır.

Görünüşte onların niyeti “doğruluk” ve “hakikat”ti, fakat onlar gerçekte görkemli ahlaki yapılara yönelmekteydiler. Kant’ın masum dilini yeniden kullanacak olursak (Saf Aklın Eleştirisi II, sayfa 257) kendisi; çok parlak ve fakat bir o kadar da haksız olmayan görevini ve işini, bu görkemli ahlaki yapıların zeminini eşitlemek ve sağlamlaştırmak olarak betimlemektedir (KSA 3, 13-14: M, Vorrede 3).

Bu önemli alıntı ile Nietzsche aslında felsefenin kendi dönemine kadar sadece yürürlükteki ahlak tarafından belirlendiğini ve felsefenin sadece mevcut ahlaki yapının haklılandırılması işi ile meşgul olduğunu dile getirmek ister. Bu bakımdan ona göre felsefe baştan sona bütün öğeleri ile ahlakidir. Nietzsche açısından felsefe bu yüzden 2500 yıldır özünde sadece ve sadece ahlaki bir icra olmuştur. Dahası felsefenin zemininde daima bir tür ahlak yer almıştır. İşte tam da bundan dolayı Batı felsefesi, ahlak fenomenini derinlikli bir biçimde sorgulayamamıştır. Nihayetinde Batı felsefesi zaten bir tür ahlaki kavrayış ile mümkün olduğundan, bu ahlaki kavrayışın sorgulanması felsefenin kendi var olma koşulunu ortadan kaldırma tehlikesini barındırmaktadır. Her söylemi ahlaki olan felsefe, daha ağzını açtığı andan itibaren ahlaki olduğuna göre nasıl olup da hâkim ahlakı sorgulayabilir? Nietzsche açısından geleneksel felsefe için bu olanaklı değildir. Felsefenin Platon’dan beri mantıksal çıkarımları kullanması ve bu mantıksal çıkarımlara o dönemden beri şüphe edilmez şekilde güven duyulması olgusu bile Nietzsche’ye göre özünde ahlaki bir fenomendir (KSA 3, 15: M, Vorrede 4). Netice itibarıyla en bilimsel, rasyonel ve teorik etkinlik bile Nietzsche’nin iddiası ile ahlaki bir düzeye indirgenir. Durum böyle olduğuna göre felsefenin var olma koşulu olan ahlak, felsefenin üzerinde gerçek anlamda konuşamadığı bir fenomen hale gelir. Nietzsche’nin meşhur deyimi ile felsefe, tarihte hiçbir zaman “iyinin ve kötünün ötesinde” bulunamamış, tam tersine ahlakın en önemli kavramları olan “iyi” ve “kötü” tarafından sürekli şekilde belirlenmiştir. Böylece felsefe, kişiye daima ahlaki bir perspektiften seslenmiştir. Kuşkusuz eğer bu ahlaki perspektif var olmasaydı bugün bildiğimiz anlamda felsefe de var olmazdı.

Daha önce yukarıda belirtildiği üzere Nietzsche’nin Batı uygarlığına hâkim olan ahlakı eleştirmesinin temel sebebi, nihayetinde bu ahlakın bir çöküş ahlakı olması ve insanı kendisine, dünyaya ve yaşama temelden düşman etmesi yatmaktadır. Bu ahlaktan beslenen geleneksel felsefe de esasen bu görevi sürdürüp durmakta ve her fırsatta insanı güçten düşürmektedir. Batı felsefenin insanlık için çare üretememesinin asıl sebebi, tahmin edilebileceği üzere felsefenin hiçbir zaman bu ahlakın dışında düşünememesi olgusu yatmaktadır. Her daim onun içerisinde hayat bulduğundan felsefe de kaçınılmaz bir şekilde insanlığı her geçen gün zayıflatmakta ve karanlığa itmektedir. İşte Nietzsche radikal bir adım atmak ve “iyi ile kötünün ötesine” geçmek suretiyle, felsefeye şimdiye kadar hayat veren ahlaktan vazgeçer (dolayısıyla geleneksel felsefe kavrayışından da vazgeçer) ve böylece artık şimdiye kadar Batı dünyasına yön veren bu ahlaki yapıyı eleştirecek bir konum ve düzlem kazanır.

Bunu yapmakla Nietzsche, değerlerin yeniden değerlendirilmesinde önemli bir aşama kaydeder ve felsefeye biçmiş olduğu “yeni değerler yaratmak” görevine bir adım daha yaklaşmış olur. Nietzscheci bu yeni değerler, daha önce de belirtildiği gibi kişiye;

kendisini, dünyayı ve yaşamı olumlayacak çok sayıda yeni perspektif sunabilir.

Kuşkusuz bu değerlerden birisi de yine ahlak olacaktır. Bu da şu anlama gelir:

Nietzsche hiç de zannedildiği gibi ahlak karşıtı, ya da kelimenin lâfzî anlamında ahlaksız bir düşünür değildir. Çünkü ahlak; kuşkusuz insanı insan yapan, ona dünya içerisinde başkaları ile birlikte bir konum kazandıran, dünyaya ve yaşama ilişkin bir yoruma olanak vermek suretiyle her bir bireyi dünyalı kılan en önemli değerlerden birisidir. Nietzsche’nin felsefeye biçtiği “yeni değerler yaratma” projesi esasen bazı açılardan “yeni bir takım ahlaklar yaratma” projesi olarak da okunabilir. Nietzsche’nin ahlak karşıtlığı esasen sadece, sürü insanının bir ürünü olarak Batı uygarlığına Antik dünyadan beri hâkim olan köle ahlakına yöneliktir. Bu anlamda Nietzsche bir değer olarak insanlık için vazgeçilmez olan ahlaklılık fikrine karşı değildir, o sadece, ahlaklılığın bir türüne denk düşen ve insanlığa faydadan çok zararı dokunan bütün bir Batı medeniyetine hükmeden köle ahlakına karşıdır. Üstelik tümüyle ahlaktan bir kurtuluş, saf ahlak-dışı bir perspektif kesinlikle olanaklı değildir Nietzsche’ye göre.

Bu anlamda Nietzsche, Batının hâkim ahlak görüşünü eleştirirken, bunu ancak başka bir ahlak kavrayışını temel almak suretiyle yapabilir. Yani bir referans noktası olarak ahlak, yine ancak başka bir referans noktasından hareketle değerlendirilebilir.

Kısaca bir değer, ancak başka bir değerin bakış açısından eleştirilebilir ki, Nietzsche’de açık bir şekilde böyle yaptığını ileri sürer. Dolayısıyla Nietzsche’ye göre ahlaki bir

konumdan kaçış olanaklı değildir, buna gerek de yoktur. Nitekim yine Tan Kızıllığı’na yazdığı ön sözde Nietzsche bu konu ile ilgili olarak şunları söyler:

Bu kitapta, ahlaka duyulan güven ortadan kaldırılmıştır- fakat niye? Bir Ahlaktan hareketle! Ya da onda- bizde- kendisini bildiren şeye ne demeliydik? Çünkü bizim zevkimiz çok daha mütevazı ifadeleri tercih eder. Fakat şüphe yok ki, bir

“yapmalısın” (du sollst) hala bize de konuşmaktadır, biz de hala üzerimizde yer alan katî bir yasaya itaat ediyoruz- ve bu, kendisini bize duyuran belki de son ahlaktır (KSA 3, 16: M, Vorrede 4).

Bu alıntı dikkate alındığında, Nietzsche’nin de hala ahlaki bir düzlemden felsefe yaptığı kabul edilmelidir. O da açık bir biçimde dile getirdiği gibi, kendisini daha üst bir yasaya teslim etmiştir ve bu anlamda düşünüldüğünde Nietzsche’nin anarşist, nihilist ve ahlak-sız bir düşünür olduğu yönündeki genel kanı pek de kabul edilebilir değildir. O gösterildiği üzere sadece ahlakın bir türüne şiddetli bir şekilde karşıdır. Nietzsche’nin düşünce silsilesinde nihai amaç eğer yaşamı, yaşamdan hareketle haklılandırmaksa ve yaşam, dünya, insan için bir tür anlam yaratmaksa, kısaca insanoğluna yaşamak için radikal sayılabilecek “yeni bir neden” vermekse, nihayetinde bu amacı gerçekleştirecek bir ahlak kavrayışına Nietzsche’nin bir itirazının olması söz konusu değildir. Yeter ki bu ahlak şimdiye kadar olduğu gibi, sözüm ona yaşamı haklı çıkarırken onu yadsıyor olmasın ve insana sözüm ona bir yaşama amacı verirken gerçekte insanlığı bir hiçliğe sürüklemesin.

Bu anlamda görüldüğü üzere Batı felsefenin temellerini göstermek ve açığa çıkarmak için, eyleyen insana ve onun ahlak kavrayışına ilişkin soykütüksel bir araştırma gerçekleştirmek Nietzsche açısından zaruridir. Felsefenin temellerine ilişkin Nietzsche’nin ortaya koymayı hedeflediği bu araştırmanın, kendisinden önceki felsefe kavrayışları ve filozoflar için mümkün olmamasının esas sebebi; bu klasik felsefi söylemin kendi temellerinden (değerlerinden) ve dolayısıyla da felsefenin sahip olduğu ilkelerden bir türlü vazgeçememesidir. Felsefenin daha ilk başta ortaya çıkarken belirlenen temellerine ve ilkelerine adeta bağlılık yemini etmişçesine sadık olan filozoflar, üstesinden gelinemez bir biçimde bu ahlaksal zeminin belirlediği koşullarda düşünmek ve eylemek durumunda kalmışlardır. Geleneksel felsefenin hayat bulduğu düzlemi terk etmek istemeyen ve hatta bu terk edişi tasavvur dahi edemeyen filozoflar, böylece Nietzsche açısından kısır ve verimsiz felsefi tartışmalara kendilerini mahkûm etmişlerdir. Batı felsefesinin ilkelerini, temellerini terk edebilme cesareti gösteren ve bu anlamda geleneksel felsefeden de vazgeçebilen Nietzsche, neticede Batı felsefesi ile kendisi arasında mesafe koymak suretiyle ona yönelik daha önce hiçbir filozofun sahip olamadığı eleştirel bir tutum sergileyebilme olanağına nail olmuştur. Değerlere ilişkin

yeni bir değerlendirme Nietzsche açısından ancak böyle bir mesafe ve tutum ile gerçekleştirilebilir.