• Sonuç bulunamadı

Farklı Kültür-Zihniyet Yapıları ile Dinlerin Evliliğe Etkisi

BÖLÜM 1: AĐLE ve EVLĐLĐK KURUMU

1.9. Farklı Kültür-Zihniyet Yapıları ile Dinlerin Evliliğe Etkisi

1.9.1. Kültür-Zihniyet Yapısı

Ana hatlarıyla ele alınacak, batı tipi aile ve evlilik anlayışının hangi kültür ve zihniyet yapısı sonucu, ne tür olgular ürettiği üzerinde durulacaktır. Avrupa kıtasının kültür ve zihniyet yapısı incelenirken, Hıristiyanlığın etkili olduğu dönemlerde, aile ve evlilik kurumlarının, dini etkiyle biçimlendiği görülmektedir. Bu yüzden, kültür ve zihniyet incelemesinden sonra, farklı dinler de ayrıca ele alınacaktır.

Avrupalı ailenin kökleri klasik yunan ve roma ile germen Kelt kabilelere dek ulaşır. Roma aile hukuku ile germen kabileler ise, akrabalığın çift yanlı kabulü ve bireycilik özellikleriyle, sonrasındaysa Hıristiyanlığın büyük ölçüde tek başına belirleyici bir din etkisi göstermesiyle Avrupa ailesinin günümüze taşınmasında en büyük amiller olmuşlardır.

Yunan ve romanın dışında Avrupa’nın ortak özelliği, çift yanlı akrabalık ilişkileridir. Daha geniş akrabalık gruplarının boyutlarını zayıflatan en önemli unsur, vaftiz anne babalığı ritüelini kuran Hıristiyan kilisesinin baskısıyla kaybolmuştur. Bugün Avrupa

büyükanne büyükbaba çiftinin soyuna bağlı akrabalık haline gelmiştir. Akrabalık yakın akrabalarla, yani amca dayı teyze, hala ve onların çocuklarıyla sınırlı haldedir.

Avrupa çocukluğu, karı koca arasında yada ebeveyn ile çocuk arasındaki duygusal ilişkiyi ve sevgiyi de keşfetmemiş (Goody, 2004), iki Avrupa’nın kültür ve zihniyeti kullandığı dilin içeriğinde aşk ve sevgi sözcüklerini ayrıştıracak ve farklılığını belirtecek bir anlam dünyası zenginliğini barındırmaktan uzak kalmıştır.

Hıristiyanlığın nüfuzunu arttırmasıyla birlikte katı kurallar ile akraba evliliklerini yasaklaması sonucu, dışarıdan evlenme mecburiyeti ilk dönemlerde yeni tanışmalar ve alış verişleri getirmiş bu da özgürleşmeyi sağlamıştır.

18. yüzyıldan itibaren ise, kilise bu tip evlilikler için giderek daha fazla muafiyet hakkı verdi. Dolayısıyla 1875-1920 yılları arasında Niola bölgesinde akraba evlilikleri % 41.5’e yükselirken, Korsika’da 1926-1950 yılları arasındaki oran % 8.2 ile Fransa’nın tüm diğer kısımlarından daha yüksekti.

Diğer taraftan Hıristiyanlığın vaftiz ebeveynliği manevi akrabalık gibi kategorileri etkilemiş, Katolikler ile Protestanlar arasındaki dini ayrılık özellikle evlilik yasağıyla birlikte, ensest tabusunun ve boşanmanın Protestan ülkelerde yayılmasında etkili olmuştur.

Aynı şekilde reform ve rönesansın etkisiyle tam anlamı ile sekülerleşen din anlayışı bu seferde büyük ölçüde aile üzerinde denetim ve yönlendirme etkisini kaybetmiş ve endüstri devrimleri ile de, iş gücüne katılan kadının özgürlük ve feminizm eksenine girmesiyle birlikte, ailenin çözülmesi tarihin hiçbir devresinde olmadığı kadar hız kazanmıştır.

Kutsal kilisenin evlilikten uzak duran bekaret timsali rahibe ve rahibi tüm dünya zevklerinden kendini çekmişken, toplumsal çözülme içindeki batılı bekar, dul, evli, boşanmış, heteroseksüel, homoseksüel kadın ve erkeğe kilisenin katkısı, özel ritüeller ile “günah çıkartma” şeklinde olmaktadır. Avrupa toplumu ailesinde, din adamlarının evlilik yasağı nedeniyle, kendine dini alanda model olarak sunulan baba ve anne örneği bulunmamaktadır.

Bunun aksine Đslam toplumunda durum farklıdır. Gündelik hayatın Đslam’ın din adamları ve sade Müslümanlarca aile içerisinde, sade ve yalın şekilde yaşanabilmesi model aileyi topluma sunabilmeyi sağlamaktadır. Đslam’ın bu alanda din adamlarına ve Müslüman bireye çizdiği başlıca sınırlama, aile hayatının meşru sınırlar içerisinde olması gerektiğidir. Đslam Peygamberi Hz. Muhammed’in hayatından sayısız örnek (Đslamoğlu, 2006) ve modellendirmeler, aile ve evlilik kurumuna yöneliktir.

Sosyo-ekonomik değişiklikler bakımından tarımın yerini alan önce proto endüstrileşme, daha sonra da endüstrileşme ile, aile artık toprağa bağımlı değildi ve sonunda başlı başına bir üretim birimi olmaktan da çıkmış oluyordu.

Klasik medeniyet Avrupa ailesine önemli bir miras bırakmamıştır. Fakat, mülkün sülalenin erkek üyelerine aktarıldığı egemen miras sisteminin hakim olduğu Avrasya toplumları ile belirgin şekilde farklı olan kadın özgürlüğü, klasik yunanda görülmektedir. drahoma uygulamasıyla kadınların çeyiz alması ve erkek kardeşin olmadığı durumda varis olması Yunanistan’ da uygulanmaktaydı.

Roma drahoma sistemi kadını boşanmanın olumsuz sonuçlarından koruma amacındaydı (Treggiari, 1991: 446). Drahoma, evliliğin sürekli ve istikrarla sürmesi amacında olan

Đslam ve Musevilik için de geçerlidir. Drahoma aynı zamanda evliliklerin neredeyse yalnız ölüm yoluyla sona erdiği Hindularda da mevcuttu. Drahoma dulların geçimini sağlarken, onları evlilik yoluyla edindikleri akrabaları ile evlilik sonrasında bizzat kendi akrabalarından bağımsızlaştıran işleve sahipti.

Goody’in belirttiği gibi drahoma, boşanmanın daha ne olduğu bilinmediği dönemlerde bile önemli olmaya devam etti. Drahomanın varlığı ve her zaman evlilik sırasında olmasa bile erkeklerin de paralel olarak çeyiz alması, evlenen çifti içinde doğdukları gruplardan, sınırlı da olsa kendi kontrollerindeki bir karı-koca fonu aracılığıyla ayrılmaları anlamına gelebiliyordu.

Drahomanın varlığı genellikle daha geniş sosyal ve yaşamsal çerçevede ayrı birimlerin oluşturulmasını desteklemekle birlikte, evliliği de erteleyen bir önlemdi. Bu elbette drahomanın mevcut olduğu tüm toplumlarda hanelerin küçük olduğu ve geç yaşta evlilik yapıldığı anlamına gelmez; ancak itici güçler bu yöne doğrudur (Goody, 2004: 23).

Đslamiyet’in nikah sırasında kadına hak olarak verdiği “mehir” aile kuruluşunda kadına önemli bir güvence vermektedir. Drahoma geliri ile garantili bir güvenceye kavuşan kadının, Đslam geleneğinde de asırlardır süren evlilik öncesi “mehir” ödeneği ile kadına, evlilik güvencesi verilmektedir.

Sonuçta drahoma ve kurumsallaşmış yapısı, batı toplumunda geç evlenmeleri doğurabilirken, doğu toplumlarında ise mehir ve kurumsallaşmış toplumsal yapı erken evlilikleri teşvik etmektedir. Bu farklılık batı ile doğu’nun sosyo-kültürel ve normatif değerler sisteminden kaynaklanmaktadır denilebilir. Ancak özellikle 18.yüzyılda gerçekleşen Reform, Rönesans ve endüstri devrimlerinin ortaya çıkardığı modernist yapılanma ile birlikte seküler zihniyet oluşumu, doğu Müslüman toplumlarını da etkiler durumdadır.

Tarihçi Duby, 12. yüzyılın feodal Fransa’sını çözümlemeye çalıştığı eserinde, evlilik kurumunun düzeni sağlamak, din-dışı kişileri kutsal aile hücresi diye sunulan yere kapatarak denetlemek isteyen, kilise tarafından ihdas edilmekte olduğunu savunmaktadır. Kutsallık atfedilen evlilik ve aile kurumunun mülkiyet ve iktidara sahip olmanın aracı olduğu 12. yüzyılın Fransa’sın da görülmektedir (Duby, 1991).

Doğu toplumlarının önem atfettiği ahlaki yapı, aile, evlilik, iffet ve namusu değerli bulmaktadır. Đslam ve Hıristiyanlığın vaz’ı da bu konudaki tutumların şekillenmesinde önemli olmuştur. Özellikle doğu toplumlarında bakirelik, evlenmek için önemli bir ön

şart kabul edilmektedir.

Buna karşılık; “toplumsal hayata geçen insan, cinselliği içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağı haline getirmiş ve onu ahlaksal kurallarla, bakirelik arayışlarıyla ve evlilik sözleşmeleriyle kısıtlamıştır” (Caner, 2004: 23) iddiası, batıda parçalanmış ailelerden oluşan toplumsal yapıyı yeterince analiz edememek olarak anlaşılmalıdır. Ne şekilde ve ne ölçüde olursa olsun bütün dini sistemler, bu tür ahlaki normların oluşmasında etkili olmuştur. Hiçbir dine inanmayan ve dolayısıyla az yada çok din etkisine girmemiş insanlar, dünya nüfusunun % 1 oranını teşkil etmektedirler.

1.9.2. Günümüzde Kültür-Zihniyet Yapısı

dönüşü yaşanmaktadır. 1986’da kadınların %44.6’sı çalışmaktadır. Bu aile yaşamını pek çok yönden etkileyen bir değişimdir. Kadının doğum yapma takvimi genellikle iş kariyerine uyumlanır; çalışan kanının yaptığı iş evinin yakınlığı ve çalışma saatlerinin esnekliğiyle belirlenebilir (Goody, 2004:191).

Genelde bütün Avrupa’da kadınlar sürekli artan bir şekilde çalışarak, mali bakımdan bağımsız bir konum kazanmaya başladılar. Bunun sonucunda kendileri açısından tatmin edici bir ilişkiye ve kocaya bağlı kalmak zorunda değillerdi. Öte yandan çocuk ve evin bakımı ev dışı çalışma ile çelişkiler doğuruyordu. Dolayısıyla çocuksuz ailelerden oluşan bir toplumsal yapı ortaya çıkmaktaydı. Bunun yanında kadının aldığı ücret sürekli erkeğin gerisindeydi ve onlar kadar iş güvenceleri de yoktu.

Batı toplumunda, endüstri devrimiyle birlikte modernleşme ve sekülerleşme hareketleri ile ortaya çıkan zihniyet değişimi; tek başına anneler, özgürlükçü ve çalışan kadınlar, parçalanmış aileler, yalnız ebeveyn ve çocuklar, evin ve ailenin bölünerek küçülmesi, sadece karı kocadan oluşan çocuksuz aileler, tecavüz, sapık cinsel tercihler ve boşanmanın normalliği ile sıradanlığı gibi olguları üretmiştir.

Bu olguların batı toplumlarında yaygınlaşması endüstri devrimiyle ivme kazanmıştır. Endüstri devrimlerinin peş peşe gelmesinin ardından yeni ve kitle halinde iş gücüne ihtiyaç duyuldu. Bu durum erkeklerin yanında kadınların da çalışmasını doğurdu. Fabrika üretimi şartlarında çalışma önceki dönemlerin aksine çocukların ve evin bakımının beklendiği kadının alışılagelen görevlerini yapmasını engellemekteydi.

Kadının bu görevleriyle uyumsuz bulunan ve “manevi annelik” nosyonuna aykırı düşen yeni çalışma tarzı birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Bu yüzden bazı engellemelerle karşılaşan kadının çalışması ikinci dünya savaşına kadar Đngiltere’de devlet hizmetlerinde çalışmalarının yasaklanmasıyla kendini göstermiştir (Goody, 2004: 189).

Gittikçe yükselen çalışan kadınla birlikte artan boşanma oranı, yalnız anne ve evli olmayan çift sayısını da yükselmektedir. Kendi gelirine sahip, kadın her türlü beraberliğinde daha bağımsız davranmaya başlamıştır. Đngiltere’de çocuğunu tek başına yetiştiren anne sayısı 1971’de 90 bin iken, 20 yıl sonra bu sayı 430 bine çıkmıştır. Aynı

dönemde yalnız anneden ibaret küçük aileleri doğuran boşanmalar, 120 binden 420 bine çıkar (Goody, 2004:193).

Boşanmanın mümkün olması, kilisenin, evliliğin gerçekleştirilmesi ve bozulması konusundaki iktidarından vazgeçmesinden sonra gerçekleşir. Kilisenin bu geri adımı, artan sekilerleşme, yükselen devlet kontrolü ve kadınların dayanılmaz şartlardan kurtulmasını hedefleyen feminist girişimlerin ifade ettiği baskılar sonucu gerçekleşmiştir. Fransız devrimi 1792’de boşanmayı olabilir kıldığında, bu hakkı kullanmak isteyenlerin çoğunluğu kadındı; 1975 Fransa’sında ise aynı oran %66 idi.

Önceki dönemlerde yeniden evlenmeye kötü gözle bakılırken, artık yalnız anneye kötü gözle bakılmaya başlanmış, baba tarafından velayeti alınmaya başlamıştır. Önceleri boşanan kadının ayakta durabilmesi yeni bir eş bulmasına bağlıyken, sonraları yarım gün de olsa çalışabilmesine, önceki eşten, akrabadan yada devletten alınan gelir desteğine bağlı olur hale gelmiştir (Goody, 2004: 193). Bu da sözünü ettiğimiz özgürleşen kadının kolayca boşanabilmesini sağlayan Avrupa ve Amerika toplumuna olumsuz bir yapı kazandırmıştır.

Sonunda kadınların orta ve yüksek öğrenimlerine verilen değerin artması kadın hareketinin katkıları, ev işlerine yardımcı mekanik araçların ortaya çıkışı, bunları ve gittikçe artan diğer tüketim maddelerine hizmet ve eğlence imkanlarını elde etmek için ortaya çıkan para kazanma gerekliliği ve nihayet evliliğin sağladığı güvencelerin azalması sayesinde, “çalışan kadın “ bir norm halini alır.

Bugün eğer yarım zamanlı çalışmalar da hesaba katılırsa Kuzey Avrupa’da çalışan kadınlar iş gücünün çoğunluğunu oluşturmaktadır. 1950’lerde Đngiltere’de kadınların %10-15’i çalışmaktaydı; 1991’de hemen hemen üçte ikisi yarım zamanlı olmak üzere çoğu kadın çalışmaktaydı.

Bugün gelinen noktada evli bir kadın, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil eşinin ve varsa çocuğunun sürekli artan geçim ve hayat standardını koruyarak devam ettirebilmek için devamlı çalışmak zorundadır.

Ekonomi ve istihdam için gereken bütün temel girdi maddelerinin, kapitalist tüketim araçlarıyla beslenebilmesinin garantisi de gene kadınlardır. Buna kozmetik sanayisinin

sürekli yenilenen ve değişen ürün çeşidinin az bir kısmını evli kadının talebi, kendi ücretinin yalnızca bu alanda tüketilmesine neden olacaktır.

Bu durum özellikle bizim gibi refah düzeyinin ve gelir dağılımının düşük seviyede olduğu toplumlarda, ailenin dağılmasına kadar gidebilecek önemli sorunların doğmasına yol açmaktadır.

Evlilik ve aile kurumu açısından asıl temel sorun, “birçok insanın evlilik birliğine sonu gelmeyecek bir şey” olarak bakan zihniyet biçimlenişidir. Yani meselenin özünde toplumsal olgulara farklı kültür ve zihniyet dünyasından bakılması yatmaktadır.

Batı da evlilik ve öncesi süreçte gelinen anlayış; "hayatımın erkeğini arıyorum" anlayışı ile evlilik öncesi özgür seçimiyle arkadaşlık ilişkisine yönelen bir kültür ve zihniyete sahipken; Geleneksel Türk toplum yapısında “sevgi” duygusu, evlilikle birlikte gelişmektedir. Doğu toplumu kültür ve zihniyeti gereği olarak, “evlilikte keramet vardır” anlayışı yerleşiktir.

Batı ülkeleri günümüzde, büyükanne ile büyükbabaların hem evlilik, hem de bu evlilikten doğan çocukların üzerindeki etkilerinin artırılması için, aile büyüklerinin çocuklarına yakın yerlerde yaşamalarını teşvik etmektedir.

1.9.3. Farklı Dinler

Đki farklı cinsiyetten ibaret insanın doğal ihtiyacı olan evlilik, her toplumda mukaddes sayılmıştır. Đnsanoğlu çoğalarak neslini devam ettirmek için evlenmektedir. Evlilikler insanın içine doğduğu kültüre göre, farklı kurallar ve evlilik şekilleriyle biçimlene gelmektedir. Toplumların kültür ve zihniyet yapısını etkileyen en önemli unsur ise, o topluğun inançlar sistemi ve dinidir. Bu kısımda, farklı dinlerin evlilik ve aile kurumlarını değerlendirmesi hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.

Dünya üstünde yaşayan insan ve toplumların nüfusu yaklaşık altı milyar dolayındadır. Bütün dünya nüfusu farklı da olsa çeşitli dinlere mensuptur. Hiçbir dine inanmayan nüfus ise % 1 gibi düşük bir orandadır. Çeşitli dinlere ve inanç sistemine inanan insanların oluşturduğu toplumların bağlısı oldukları dinler, evlilik ve aile hakkında ortak duyarlılıklar göstermekte, bazı farklı kurallarla da çeşitli uygulamalar vazetmektedirler. Böylece kültürü etkileyen en önemli etken olarak din, değişmez emir ve yasaklarıyla,

insanın gündelik hayatında olduğu gibi evlilik ve aile hayatının öncesinde ve sonrasında da evlilik yaşantılarına yön vermektedir.

Dinin toplumsal işlevleri arasında aile yapılarının korunması da büyük önem taşır. Bütün toplumlarda cinsel davranışı, üreme etkinliğini, statü dağılımını ve bireyin toplumsallaşması sürecini düzenleyen kültürel çerçeveler, başka yapıların yanı sıra dinsel kurumlarca da gözetilir. Akrabalık düzeninin toplumsal örgütlenmenin odağı olduğu toplumlarda bu, özellikle geçerlidir. Bu tür bazı toplumlarda ailelere özgü tanrılar ve atalara tapınma, dinsel yaşamın ağırlıklı boyutunu oluşturur.

Günümüzde birçok toplumda, aile üyeleri arasındaki ilişkileri düzenleyen ahlak kuralları genellikle dinsel yaptırımlara bağlanır. Aile biriminin ağırlığının görece azaldığı toplumlarda da bireyin toplumsallaşması sürecinde dinsel öğeler önemini korumaktadır. Günümüzde de aynı dinsel topluluk içinden eş seçimi yaygındır ve ailenin temel yapısı dinsel normlarla desteklenmektedir (T.A.B., 1987, c. 7: 281).

Pfleiderer’e göre, eski Sami dinleri ile Mısır ve Çin dinlerinde bağımlılık duygusu hemen bütünüyle egemendi. Hint, Germen, Yunan Roma dinlerinde ise özgürlük duygusu bağımlılık duygusunu dışlıyordu. Đki öğenin de önemini yadsımayan, ama birine daha büyük ağırlık veren dinlerden Zerdüşt dini özgürlük bilincini, Brahman dini ve Budacılık ise bağımlılık duygusunu önde tutuyordu. Son olarak iki öğeyi dengeleyen dinlerden Đslam’da bağımlılık öğesi, Yahudilikte ise özgürlük duygusu az da olsa ağır basıyordu; Hıristiyanlıkta ise iki öğe bütünüyle iç içe geçmişti (T.A.B., 1987, c. 7: 283).

Kutsal ve kutsal olmayan varlıklar arasında ayrım gütmeyi dinsel düşüncenin temeli sayan Eliade, zamana çevrimsel bir bakışla yaklaşan arkaik dinler (Asya, Avrupa ve Amerika’da ilkçağda gelişen dinler) ile doğrusal-tarihsel bir dünya görüşünü yansıtan dinler (Musevilik, Hıristiyanlık, Đslamiyet )arasındaki ayrımı vurgulamıştır (T.A.B, 1987, c. 7: 284).

Dinlerin coğrafi çıkışı bakımından tümü doğu kökenlidir. Ancak Hıristiyanlık daha çok Avrupa ve Amerika kıtasında yaygın durumdadır. Dünya üstünde kitlesel olarak yaşanan dinler, temel inanç sistemini dikkate alınarak iki kısma ayrılabilir. Bunlar; vahiy kökenli dinler ve vahiy dışı dinler olarak sınıflanacaktır.

Vahiy kökenli dinler Đslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudiliktir. Tanrı tarafından gönderilen vahiy kaynaklı dinler olarak inanılmaktadırlar. Ancak Đslam dini vahiy kaynağını olduğu gibi korurken, Hıristiyanlık ve Yahudilik birtakım tahrifatlara uğrayarak, vahiy kaynağından uzaklaşmıştır.

Vahiy dışı dinlerden, Konfüçyüsçülük, Şintoizm, Hinduizm ve Budizm sayılabilir. Bu dinler vahiy kökenli olmayıp kurucuları tarafından farklı düşünce ve felsefi sistemler olarak oluşturulmuşlardır.

1.9.3.1. Vahiy Dışı Dinler (inanç sistemleri)

Bu düşünce sistemlerinin önemlilerinden biri, Konfüçyüsçülüktür. Konfüçyüs Đ.Ö. 591-479 arası yaşamış Çin’in en büyük düşünürüdür. Öğretisi başta Çin olmak üzere bütün doğu Asya medeniyetlerini etkilemiştir. Çinlilerin büyük çoğunluğu Konfüçyüsçülüğe bağlıdır. Çin toplumu 2000 yıldan fazla, bu öğretinin inanç ve kurallar sisteminden etkilenerek tutum ve davranışlarını düzenlemektedir.

Çin toplumu evlilik ve aileyi kutsal saymakta, neslin devamı ve ocağın tütmesi gibi geleneksel dinlerinden kaynaklanan anlamlar yüklemektedir. Đnsanın geriye bırakacağı en önemli miras, erkek çocuktur. Toplumdaki huzur ve ahengin kaynağı aile olarak görülmektedir.

Hinduizm (T.A.B, 1987: c. 11/88), Hindu halklarının son iki bin yıldır geliştirdiği inançlar ve görenekler ile toplumsal ve dinsel kurumların bütününü ifade eder. Başlangıçta Đndus ırmağı çevresinin yerli halkını belirten Hindu adı, günümüzde Hindistan’ın büyük bölümü ile Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka, Nepal ve Sıkkım’ın bazı bölümlerinde yaşayan toplumları da belirtmektedir.

Đ.Ö. 2. bin yılın son yüzyıllarında Hindistan’a yerleşen Hint-Avrupa halklarının Veda dininden kaynaklanan bir inanış şeklidir. Hindu dininde güneş’in Sanskrit dilinde bin farklı adı vardır. Hayatın bütün alanını kapsadığı için dinsel, toplumsal, ekonomik ve sanatsal yönleriyle kesin bir tanımını yapmak güçtür.

Kendi içinde birçok mezhebi barındırır. Bütün Hindu mezheplerinin ortak temellerinden biri sonsuz, her şeyi kucaklayan gerçekliğin en yüksek ilkesi Brahman’a inançtır.

Birçok Hindu geleneğinde, bireysel benliği bu evrensel ilke içinde eritmek, en yüksek dinsel amaçtır.

Birçok bilim adamına göre, grupları göreli arılık ölçüsüyle aşamalandıran “kast sistemi” hinduizmin başlıca birleştirici kurumu olarak görür. Toplumu rahipler, savaşçılar, çiftçiler, tüccarlar ve hizmetkarlar biçiminde dört sınıfa ayıran “kast sistemi” çeşitli Hindu geleneklerince etkin biçimde desteklenir. Aile ve evlilik kurumları da katı kast sistemi içinde bir yer işgal eder. Evlilikler aynı kasttan olanlar arasında yapılabilir. Pek çok Hindu, Brahman sınıfının üstünlüğünü benimser, toplumsal ve dinsel görevlerin herkesin soyuna ve öz yeteneklerine göre belirlendiğini kabul eder. Bireysel davranışa yön veren temel dinsel ve ahlaki yasa olan dharmanın başlıca ilkesi budur.

Dharma, hinduizm, Budacılık ve Caynacılıkta pek çok anlama gelen temel ve ortak kavramdır (T.A.B, 1987: c. 7/ 224). Budacılıkta dharma, Buda’nın ortaya koyduğu ve bütün insanlar için bütün zamanlarda geçerli olan öğreti, evrensel doğru anlamına gelir. Buda lakabı, “aydınlanmış” veya “bilen” anlamı taşımaktadır. Buda’nın asıl adı “Siddharta” kabilesi ise Gautma idi.

Budizm’de evlilik dini olmaktan çok, medeni bir formalitedir. Đlk devir Budist metinlerinde Buda’nın, evlilik konusunda bir sözüne rastlanmamaktadır. Ancak, daha geç tarihli Buda’nın konuşmalarını ve hayatını ihtiva eden metinlerde, Buda’nın aile fertleri arasındaki münasebetlerden söz ettiği görülür. Bu metinlerde Buda, ebeveynlerin çocuklarına, çocukların ebeveynlerine karşı görevlerini anlatmaktadır. Ebeveynin çocuklarına karşı görevleri arasında, uygun bir eşle evlendirme de bulunmaktadır.

Buda öğretisinde, kocanın karısına karşı iyi davranması, saygılı olmasını, küçümsememesini, otoritesini tanımasını ve güzel şeyler sunmasını öğütlemektedir. Diğer taraftan, kadının kocasına karşı ise yapması gerekenleri, evini iyi idare etmesi, nezaket göstermesi, yanlış davranışlardan kaçınması, namusunu korumaya dikkat etmesi, üzerine düşen görevleri aktif olarak yerine getirmesi olarak belirtir.

Şintoizm Japonlara ait milli bir din olarak bilinmektedir. Japonya’da Budizm’e de inanılmaktadır. Şintoizm’de aile, sosyal bir ünite sayılmakta ve evlilik ile başlatılmaktadır. Geleneksel aile yapısı önemli bir unsurdur. Đki kişi arasında yapılan evlilik, iki aile arasında olan bir anlaşma niteliği taşır. Nesli devam ettirmenin yolu

evlilikten geçmektedir. Ancak evlilik, dini bir nitelikten çok, medeni bir işlem hüviyeti taşımaktadır. Hıristiyanlığın Japonya’ya gelmesinden sonra evlenmeler görevli rahibin huzurunda ve Şinto tapınaklarına bitişik “evlenme salonları”nda yapılmaya başlanmıştır.

Evlilikte hediye verme esası benimsenmiş, hediyenin şekli ve miktarı zamanla