• Sonuç bulunamadı

10- Azerilerde geline bir eline ekmek ve şeker verilir ve bunlarla eve girer.

4.2.5. Evlilik Sonrası

4.2.5.1. Yeni Evli Çiftin Birbirine Yaklaşımı

Geleneksel toplumlarda, genellikle büyük ailelerin aynı çatı altında yaşaması yeni evli çiftlerin birbiri ile ilişkilerini oldukça olumsuz etkilemiştir. Köylerde eşinin ailesiyle birlikte yaşayan kadın, eşi ve çocuklarıyla istediği gibi iletişim kuramamaktadır. Eşinin ismini kayınvalide ve kayınbabasının yanında söylemez, çocuklarına şefkat göstermez. Eşinden genellikle ”o” diye bahseder. Aynı şekilde erkekte karısına ismini vermez. Bu büyükler tarafından oldukça ayıp olarak karşılanacak bir durumdur. Özellikle gelin, evliliğin ilk yıllarında evin büyüklerinin yanında sessiz konuşmakta, onlar eve geldiğinde ayağa kalkmakta, onlarla birlikte sofraya oturmamaktadır.

5. MENOPOZ

Kadının yaşam öyküsünün en sancılı denebilecek dönemdir. Kadının bütün yaşam eğrisi erkeğinden oldukça farklı ve sancılı sayılabilecek boyuttadır. Yaşamı boyunca çok keskin, tehlikeli, kimi zaman da can yakıcı geçişler yaşamıştır. Ergenlik, cinselliğin başlaması, menopoz başlı başına birer bunalım içermektedir. Fakat bu geçişlerin en sancılısı hiç şüphesiz olgunluktan yaşlılığa geçiş sayacağımız menopoz dönemidir. Erkeğin geçiş dönemlerinin sert ve acılı olmadığı halde kadın oldukça zor dönemler yaşamaktadır. Kadın genç sayılabilecek yaşta doğurganlığını ve cinsel çekiciliğini yitirir. Bu da kimi kadınlar için öylesine ağır geçer öyle ki bazen psikolojik destek aldıkları görülür. Her kadın aynı şekilde etkilenmeyecektir; özellikle kırsal kesimde yaşayan tarımla uğraşan, tarlada çalışan kadınlar için aybaşı son derece can sıkıcıdır ve bu kadın adetten kesildiği için üzülmeyecek hatta onun kurtuluş, bir rahatlama sayıp mutlu olacaktır. Oysa yaşamla bağını cinsellik üzerine kuran diğer bir kadın için gençliğin kanıtı sayılabilecek aybaşı kanaması gücünün

elden gitmesi anlamına gelmektedir. O artık geleceğinden yoksun olmuştur. Doğurganlık yeteneği elinden gidecektir. Bu dönem sadece cinsel çekiciliğin kaybı değildir bununla birlikte kadın, vücudunda birden fazla değişiklik hissetmeye başlayacaktır.

““Tehlikeli yaş” birtakım bedensel rahatsızlıklarla kendini belli eder., ama asıl önemli olan, taşıdıkları simgesel değerdir. Varını yoğunu dişiliği üstüne yatırmamış kadınlar bu yaşın getireceği bunalımı çok daha az duyacaktır; evde ya da işçi karısı bu tehlikeden kurtulunca bayram eder. Dolayısıyla, daha bir sürüsünde olduğu gibi, kadının bunalımı bedenin kendisinden çok, geçirdiği evrimin bilincinde yarattığı sıkıntıdan gelmektedir. Ruhsal dram, çoğu kez, bedensel görüngüler ortaya çıkmadan başlamakta ve onlar bittikten nice sonra kapanmaktadır.”139

Aybaşı halinin sona ermesi; kadının cinselliğinin bitmesi, otoritesinin ve olgunluğunun başlaması anlamına gelmektedir. Menepoz sonrası bunalımları atlatan kadın elini kolunu bağlayan her şeyden kurtulmayı ancak ömrünün son döneminde gerçekleştirmiştir. Artık duygusal isteklerini azaltmış ve kendi gücünün farkına varmıştır. Kadın, özgürlüğüne kendisi için yapacak bir şeyi kalmadığı zaman kavuşur. Kars ilindeki aybaşı hali bitmiş kadınların hemen hemen hepsinin aile içindeki durumlarına baktığımızda kaybolan cinsellikle kazanılmış otorite görülmektedir. Çünkü özellikle ataerkil aile kadının rolünü kölelik saymıştır. Bu rolden de çıkması için etkisinin bitmesi gerekmektedir. Etkisi biten kadın erkekleşecek ve aile içindeki rolü değişecektir.

6. ÖLÜM

Bütün toplumlarda olduğu gibi Türk toplumlarında da öldükten sonra bu dünyadakine benzer bir hayat yaşayacaklarına inanıyorlardı. Proto-Türk, Hun, Göktürk, Uygur ve diğer Türk topluluklarıyla ilgili yapılan arkeolojik kazılar bu düşünceyi destekler niteliktedir. Anlaşıldığı kadarıyla ölüm kader olarak görülmekte ve kurulu olan düzenin gereği olarak algılanmaktadır.140

“Çoğu zaman, cümle sona ermeden konan bir nokta oluyor ölüm; bu noktanın ötesinde başkalarına kalan, birtakım anılar ve sonuçlardan ibarettir. Ölüme uğrayan için kum saati boşalmıştır, yuvarlanan taş durmuştur. Bu ölüm karşısında yaşam bize bir zaman akışı gibi, sonunda durması doğal olan kurulmuş bir saatin işleyişi gibi gelmektedir. Bu “akış” en yoğun duyduğumuz an, bir insan yaşamının gözlerimizin önünde durduğunu gördüğümüz andır, yaşamın anlamı ve değerini de az önce canlı bir bedenden ayrılan son soluğu gördüğümüzde anlarız, içimiz cız eder. Bu duygu, gelecek için nice ümitleri olan, geleceği yaratan gençler için başka, umutsuz bir vaka, ya da bir ayağı çukurdaki mezar yolcusu bir ihtiyar için başka görünüme bürünüyor. İnancımıza göre gençliğin bir amacı, anlamı, değeri vardır. Oysa ölmek demek varoluşun sonuna gelmek demektir; anlamsız abes bir şey gibi gelmektedir bu bize. Bir gencin, dünyadan, yaşamdan, gelecekten korkması, herkesçe bir şey gibi görülmektedir; kaçanın korkak olduğu düşünülür. Ama yaşlanan bir kimse, artık uzun yıllar yaşamayacağını duyunca, bizim kendi gönlümüze kaygı salan bazı duyguları duyuyoruz; bakışımızı, elimizden geldiği kadar başka yöne çeviriyor, başka bir konuya atlamaya çalışıyoruz. Gençleri düşünürkenki, yargılarkenki iyimserlik burada güçsüz kalmaktadır. Bu gibi durumlarda basmakalıp bazı bilgece sözler ediyoruz: “Hepimiz o yolun yolcusuyuz” vb. gibi. Ama tek başımıza kaldık mı, gecenin sessizliğinde ve karanlığında, düşünceler, yaşanan yılların hesabını yapmaya başladığında, uzun olaylar serisi saatin yelkovanını durmadan çevirmesi, insanın bütün sevdiklerini, istediklerini, sahip olduğu şeyleri,

ümitlerini, erişmek istediği şeyleri tamamiyle yutacak olan karanlık duvarın ağır ve sürekli ilerleyişi karşısında, bütün bilgece sözler yitip gitmekte, kaygı uykumuzu kaçırmakta, boğucu bir örtü gibi üzerimize düşmektedir.”141

Ölüm bir son, yaşamdan bir vazgeçiştir. Ancak ölümden önce ve ölümden sonra bununla ilgili toplumdan topluma göre değişen inançlar mevcuttur.

İslamiyet de ölümden sonra hayatın olduğunu söyleyerek bu dünyanın yalan diğer dünyanın gerçek olduğunu belirtmektedir. İslam dinine göre bu dünyada insanlar nasıl yaşarlarsa diğer dünyada onların karşılığını göreceklerdir.

Ölüm varoluştan beri insanoğlunun en temel endişesidir. Öyle ki tüm diğer endişeleri ölüm endişesinin bir oluşumu veya seyreltilmiş hali olarak değerlendirmek mümkündür. İnsan günü geldiğinde öleceğini bilen, bu dünyada geçici bir varlık olduğunun bilincinde olan tek canlıdır. Bunun farkında olması ve her an yüzleşme ihtimalinin olması onda sonsuz bir endişe ve güdülenme yaratır. Bireysel olarak insan yaşamı, genel olarak ise bütün insanlık tarihi ölüm endişesine karşı yaşamda kalmaya çalışarak kimi zaman ebedi olacağını düşündüren davranışlar sergilerler. Ölüm endişesiyle güdülenen insanoğlu, tarih boyunca, ölümü yenmenin, ölümsüzlüğe ulaşmanın, olmadı geciktirmenin yollarını aramıştır.142

Bütün bu davranışlardan ve kaygılardan dolayı ölüm olgusunu ölüm öncesi ve sonrası diye ayırmakta fayda var. Ölümden önce halk arasında ölümü düşündüren bazı durumlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ölümden sonra ise dinsel ve geleneksel kuralların varlığını inkâr edemeyiz bunun için ölümün iki aşamada incelenmesi daha doğru olacaktır.

141 Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji, Payel Yay., 2. Basım, İstanbul 2006, s. 213-214 142 Hakan Kızıltan, M. Bilgin Saydam, “Ölmek – Korku ve Tevekkül”,