• Sonuç bulunamadı

2.BÖLÜM KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE: ÇALIŞMA OLGUSU VE ESNEKLİK KAVRAM

2.9. Esnek İstihdam Politikalarının Genel Olarak Etkiler

Bu başlık altında esnek istihdam politikalarının genel olarak etkileri üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, Türkiye’deki özelleştirme uygulamalarına da kısaca değinilmektedir. Yukarıda vurgulanan esnek çalışma biçimlerinin genel bir değerlendirmesini yaparak bu süreçlerin çalışanlar üzerinde ne gibi etkileri olduğu özetlenmektedir.

2.9.1.Türkiye’de Çalışma Tarihindeki Esneklik ve Özelleştirme Uygulamaları

“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan, ekonomide katı uygulamaları olduğu 1970’li yılların ortalarına kadar ülkemizde işsizlik düşük oranlarda seyretmiş ve bu günkü boyutta bir sorun teşkil etmemişti. İşsizlik oranları 1960’lı yıllara kadar sadece %2–4 oranında seyretmiştir. Türkiye’de 1975’lerden bu yana, son iki yıl düşme eğilimi olmasına rağmen sürekli yüksek oranda enflasyon yaşanmaktadır. Zaman zaman enflasyon oranı üç haneli rakamlara ulaşmış, 2000’e kadar %50’nin altına düşmemiştir. 1970’lerin güç ekonomik kriz yılları, 24 Ocak 1980 tarihli ‘Ekonomik İstikrar Kararları’ ile yeni bir yönelime girmiş ve Türkiye, ekonomik sisteminde köklü bir değişikliği başlatma isteğinin bir ifadesi olarak “serbest piyasa ekonomisi”ni model olarak benimsediğini ilan etmiştir. Bu bağlamda, devletin mal ve hizmetler ile faiz ve döviz fiyatlarına müdahale etmemesi, Türk parasının çevrilgenliğini sağlamak, ihracatı arttırmak, ithalatı serbestleştirmek ve nihayet yabancı sermaye girişini teşvik etmek yoluyla ülke ekonomisini dışa açmak, devletin ekonomideki müdahaleci ve müteşebbis rollerini asgariye indirme amacı için gerçekleştirilmesi gereken hedefler olarak saptanmıştır” (Aksoy, 2006:43). “Kısaca devlet, ücretleri kısıtlamaya giderek kamu iktisadi kuruluşlarını özelleştirmeye yönelmekte ve ücretliler lehine oynadığı ‘baba’ rolünden geri çekilmektedir” (Koray,2008: 195).

Boratav’a göre “1980’i izleyen yılların en önemli dönüşümlerinden biri, burada sözünü ettiğimiz kamu hizmeti ve kamu çıkarı anlayışının çok ciddi bir aşınmaya, hatta giderek tasfiyeye uğraması oldu. Bu dönüşüm adım adım gerçekleşti. Piyasalara gereksiz ve etkili olmayan kamu müdahalelerini kaldıran makul, rasyonel görünüşlü kararlarla başladı. Devletin asli görevlerine dönmesi gerekçesiyle kaynak tüketen kamu işletmelerinin tasfiyesiyle genişledi. Sonunda, bu asli görevler olarak nitelendirilen eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanların da ticarileşmesi, müşteri-satıcı bağlantılarına teslim edilmesi, bir zamanlar en dokunulmaz sayılan kamu hizmetlerinin bile satılıp satın alınan sıradan ticari işlemlere dönüştürülmesi gündeme geldi (Boratav, 2000:26–27) ve böylelikle kamunun özel sektöre açılması ve özelleştirme uygulamalarının yaygınlık kazanması hız kazanmaya başlamıştır.

‘24 Ocak kararları’ olarak bilinen reformlarla serbest piyasa ekonomisine geçişin vizesinin alındığı ve özelleştirme sürecinin bu tarihten sonra başladığı görülmektedir. Özelleştirme süreciyle kamuya ait birçok işletmenin özel sektöre açılma süreci başlamış ve zarar eden kurumların elden çıkarılıp bu yolla kaynak elde edilmesi yoluna gidilmiştir.

“Özelleştirme teriminin anlamı konusunda görüş birliğine varıldığı söylenemez. Ancak özelleştirmenin tanımlarına bir göz atıldığında en geniş anlamıyla özelleştirme; bir ekonomide kamu sektörü/özel sektör karışımında özel sektörün rolünün göreceli olarak arttırılması ile ilgili her türlü faaliyeti içeren bir kavram olarak tanımlanabilir” (web:Yıldırım, 2006)

“Başka bir tanımla kamu mülkiyetinin kısmen ya da tamamen özel sektöre devri anlamını taşıyan özelleştirme, dar kapsamda ve özellikle ülkemizdeki uygulamalara bakarak devletin tekelindeki KİT’lerin özel sektöre devri şeklinde tanımlanabilir. Özelleştirme, devletin ekonomideki rolünü azaltmak ve özel sektörün dinamizminden yararlanarak kaynak kullanımında etkinliği arttırmak için bir politika aracı olarak görülmektedir” (Özbek, 2007:4).

Gerekli altyapı ve hazırlıklar oluşturulmadan girişilen özelleştirme uygulamalarından istenilen gelirler ve sonuçlar elde edilememiştir.

Özbek’e göre ”1986 yılında özelleştirme uygulamaları hız kazanmaya başlamış, günümüze değin 193 kuruluş özelleştirilmiş, bu kuruluşlardan 183 adedinde hiç kamu payı kalmamıştır. Aradan geçen 23 yılda kamuya ait işletmeler, kısım kısım ya da bütün olarak devredilmiştir. Daha önce kamu sektörünün elinde olan çimento sanayi, süt sanayi, et sanayi, yem sanayi, dokuma sanayi, orman ürünleri sanayi, gemi sanayi, gübre sanayi, enerji santralleri, kimya ve petro kimya tesisleri, maden işletmeleri, kâğıt fabrikaları, telekomünikasyon hizmetleri, ulaşım hizmetleri ve bankacılık sektörü özelleştirilmiştir. Bu uygulamalar sonucu söz konusu alanlar gerek yerli gerekse yabancı şirketlere devredilmiştir. Büyük çaptaki özelleştirmelerde, alanlarında genellikle tekel durumunda bulunan şirketlerin çoğunlukla yabancı olması, ülke ekonomisinin giderek daha fazla oranda dışa bağımlı olacağı eleştirileriyle karşılaşmıştır” (Özbek, 2007:5).

Kamuya ait kuruluşlar bu şekilde elden çıkarılarak ekonomiye kaynak sağlama, verimsiz kurumları verimli hale getirebilme amacı ve bu kurumların kar yapan işletmeler haline gelmeleri amaçlanmasına karşın, bu süreçten beklenen sonuçlar alınamamıştır. Kamunun bu sektörlerden elini tamamen çekmesi; bu alanların tamamen özel sektörün hâkimiyetine girmesine yol açmıştır. Bu kurumların sundukları hizmetlerin tamamen piyasa aktörlerinin ve koşullarının insafına terk edilmesi tekelleşme eğilimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu şekilde hizmetlerin sunumundan, çalışan kesimlerin sosyal, ekonomik ve özlük hakları bakımından bazı hak kayıplarının yaşanmasına ve bu süreçlerde devletin etkinliğinin azalması gibi istenilmeyen sonuçların ortaya çıktığını ifade etmek mümkündür.

2.9.2. Sağlık Alanında Yaşanan Esneklik ve Özelleştirme Uygulamaları

Adak’a göre “Sağlık hizmetleri, kişinin sağlığını korumak, daha iyiye götürmek ve hastalandığı zaman onu yeniden sağlığına kavuşturmak için yapılması gereken tüm hizmetleri kapsamaktadır. Türkiye’de sağlık hizmetleri, Sağlık Bakanlığı (SB), SSK (daha sonradan Sağlık Bakanlığına devredildi. S.A.), tıp fakülteleri, askeri hastaneler ve özel hastaneler olmak üzere özerk bir dizi kuruluş tarafından halka ulaştırılmaktadır” (Adak, 2002: 91–131).

“Sağlık hizmetleri koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici sağlık hizmetleri olarak üçe ayrılmaktadır. Koruyucu sağlık hizmetler kişiyi hastalıktan korumaya ve sağlığını iyiye götürmeye yönelik olan uygulamaları içerir. Kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri(sağlık eğitimi, nüfus planlaması, bağışıklama, erken tanı ve beslenme) ve çevreye yönelik koyucu sağlık yöntemleri (besin sağlığı, barınak sağlığı, hava kirliliğinin önlenmesi, endüstrinin çevreyi bozmasının önlenmesi, temiz yeterli içme ve kullanma suyunun sağlanması) olmak üzere ikiye ayrılır. Hastaların muayene ve tedavisinden oluşan tedavi edici sağlık hizmetlerine tıbbi bakım hizmetleri (medical care services) de denilmektedir” (Adak, 2002, 92–94). “Rehabilite edici sağlık hizmetleri ise hastalık ve kazalara bağlı olarak gelişen kalıcı bozukluklar ve sakatlıkların günlük hayatı etkilemesini engellemek ya da bu etkiyi en aza indirgemek, kişinin bedensel ve ruhsal yönden başkalarına bağımlı olmadan yaşamasını sağlamak amacıyla düzenlenen sağlık hizmetleridir” (Hayran, Sur, 1997: 18).

Koruyucu sağlık hizmetleri, tedavi edici sağlık hizmetlerine göre maliyeti düşük ve hastalığı ortaya çıkmadan önlenmesi gibi faydaları ve üstünlükleri olan uygulamalardır. Ancak ülkemizde sağlık alanında yapılan yatırımlarda daha çok tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik yatırımlar yapılmakta ve teşvik edilmektedir. Özellikle büyük ilaç şirketlerinin ve özel sağlık kuruluşlarının kar elde isteklerinin bir yansıması olan politikaların sonucu olarak koruyucu sağlık hizmetleri alanından ziyade tedavi edici sağlık hizmetleri önemsenmekte ve gelişmektedir. Koruyucu sağlık hizmetlerinden ziyade tedavi edici sağlık

hizmetlerine ağırlık verilmesi tifo, kolera gibi salgın hastalıkların görülme sıklığını arttırmaktadır. Koruyucu önlemlerle baştan engellenmesi veya azaltılması mümkün olan hastalıklar ortaya çıkınca tedavi edici önlemlerle engellenmeye çalışılmaktadır. Bu durumda hasta için daha travmatik ve zor olmakta, devlet içinde tedavisi daha pahalı bir hizmet haline gelmektedir.

Ayrıca, Cirhinlioğlu’nun Koçoğlu’ndan aktardığına göre “hem koruyucu tedbirler hem de tedaviye yönelik tedbirler gelişmediği zaman bir ülkede ortalama hayat beklentisi doğal olarak düşmektedir. Örneğin gelişmiş ülkelerin bireyleri ortalama 76 yıl, geri kalmış ülkelerin 50 yıl, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ise 62 yıl yaşamaktadırlar” (Akt. Cirhinlioğlu, 2001:128). Bu durum da koruyucu sağlık hizmetlerinin, en az tedavi edici sağlık hizmetleri kadar sunulmasının zorunluluğuna işaret etmektedir.

“1970’lerin ortalarında dünya ekonomisinin içine girdiği krizle birlikte kamusal mekanizmaların beraberinde getirdiğine inanılan sorunların serbest piyasa ilkeleriyle çözülebileceğine inanılmıştır. 1980’lerde ve 1990’ların başında özellikle SSCB’nin dağılma sürecine girmesi ile birlikte yalnız kalan dünya devi ABD’de Cumhuriyetçi Bush ile İngiltere’nin muhafazakâr kanadının lideri Thatcher tarafından günümüze de sosyo-ekonomik anlamda yön verecek argümanlarını seslendirmeye başladılar. Evet bu argüman; özelleştirme, serbest piyasa koşullarının sosyal hayatın her sürecine hakim kılınması vb. bileşenlerle ortaya konulan Yeni Dünya Düzenidir (YDD). Çok geçmeden YDD’nin meyveleri her alanda olduğu gibi sağlık alanında da verilmeye başlandı Bu salgın ve bu salgını bulaştırmakla mükellef DB ve IMF yapısal uyum programları ile her alana reformlar adı altında özellikle gelişmekte olan ülkeler bulaşmaya başladı. Bu salgından Türkiye ekonomi, bankalar, eğitim, tarım gibi kesimler yanında bir de sağlık nasibini almıştır” (Yıldırım, 2006:2). Böylece sağlık sektörü içinde de verilen hizmetlerin alımı ve sunumu noktasında özelleştirme ve esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Uluslararası finans kuruluşlarının ve büyük devletlerin

politikalarının bir uzantısı olarak görülecek bu uygulamaların özellikle gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaya çalışıldığından bahsedilebilir. Bu kuruluşların kısmen mevcut hükümetler üzerinde kurdukları baskı politikalarıyla, gelişmekte olan ülkelerde bu sektörlerin özel sektörün ve uluslar arası firmaların pazarları haline gelmesi için çalışmışlardır.

Yıldız’a göre, “Neo-liberal projenin temel amacı özelleştirmedir. Özelleştirme, “sağlık” alanında diğer sosyal hizmet alanlarına göre tedricen daha az etkili olmakla birlikte, son 25 yıl zarfında, “sağlığın özelleştirilmesi süreci” yoğun bir biçimde devam etmektedir. Neo-liberallere göre, “sağlık” da tıpkı diğer mallar gibidir ürün ya da metadır. Dolayısıyla, sağlığında arz talep dengesi içinde düşünülmesi gerekmektedir. Böyle bir kurguda, sağlığın da kaliteli ve etkin bir şekilde üretileceği ve piyasa koşulları içinde kolaylıkla tüketilebileceği ön görülmektedir. Sağlığın piyasa, rekabet ve tüketici doğrultusunda tedarik edilmesi beraberinde önemli sorunlara yol açmaktadır. Toplumun tüm kesimlerine, sağlık hizmetlerinin hakkaniyetli bir biçimde sunulmaması bu sorunların başında gelmektedir” (Yıldız, 2008:32). Özel sektöre ve uluslar arası firmalara açılan kamu sektörlerinde 1980’lerden sonra özelleştirme uygulamaları başlamış ve bu alanlarda özel teşebbüslerin sayısı bir hayli artmıştır.

“Türkiye Cumhuriyeti, Dünya Bankası ile Sağlıkta Dönüşüm adı altında bir proje sözleşmesi yapmıştır. Sözleşme ile Türkiye’ye açılan kredi tutarı 60.61 milyon Amerika dolarıdır. Sözleşme 2004- 2007 yıllarını kapsamaktadır. Proje gerekçesine göre, Türkiye’de hayat beklentisi düşük, bebek ölümleri yüksektir. Sağlık sektörü geri kalmıştır. Bunun ana sebepleri sağlık hizmetleri alma noktasında eşitsizlik, kaynak aktarımı konusunda eşitsizlik ve zayıf yönetim sistemleridir. Sorunları küçük değişimlerle çözmek olanaksızdır. Köklü bir değişikliğe ihtiyaç vardır. Projenin amacı sağlık hizmetlerini tüm nüfusa yaymak ve fakir kişilerin kaliteli sağlık hizmetlerine ulaşımındaki zorluklarını en aza indirmek olarak belirtilmiştir” (Sözer, 2006:48). Sağlıkta dönüşüm projesi adı altında, sağlık alanında birçok

yenilikler yapılmaya çalışılmıştır. Ancak yapılan bu uygulamalar altında, özelleştirmenin ve özel sektörün hastaneler içine daha fazla girip sağlığın kamu hizmeti olma niteliğini yok edici ilerlemelerin engellenememiş bilakis bu uygulamaların daha da ilerlemesine göz yumulmuştur.

“Yeni çıkarılan Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) Yasası, tüm çalışanlar için tek bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi getirmektedir. Bu sisteme göre, herkese ödediği prim karşılığı sağlanan bir “”genel sağlık sigortası” söz konusu olacaktır. Buna göre daha önce sigortalı çalışanlar için sağlık sigortasından yararlanma açısından bir değişiklik olmayacak, onlar primlerini ödemeye devam ederek durumlarını koruyacaktır. Daha önce herhangi bir zorunlu sigortaya kayıtlı olmayanlardan, ödeme gücü olanlar GSS primini kendileri ödeyerek sistemden yararlanacak, ödeme gücü olmayanların primleri ise devlet tarafından ödenecektir. Ödeme gücünün ölçütü olarak, ailede kişi başına düşen gelirin brüt asgari ücretin üçte birinden az olması kabul edilmiştir. Primini kendisi ödeyen ailelerde anne ve baba tarafından ödenen prim, eşle 18 yaşına kadar olan çocuğu kapsayacaktır. Eğitime devam eden çocuklar için bu yaş sınırı 25 olacak, ancak 18 yaşını aşan çocuk artık eğitim görmüyorsa onun için de GSS primi ödenecektir. Öte yandan sağlık sigortasından faydalanmak için prim borcunun olmaması gerekmektedir. Sağlık sigortası prim ödeme gücü olarak kabul edilen kişi başına asgari ücretin üçte biri gibi bir ölçüt, birçok ailenin sağlık sigortası primini ödemede güçlük yaşayacağını düşündürtmektedir” (Koray,2008: 187–188). Bu alanda getirilen uygulamalar özünde, özelleştirme ve devletin sağlık alanından elini çekmesini amaçlamaktadır. Bu süreci; sağlık sektöründe devletin etkisinin azaltılmaya çalışıldığı, özel sektörün piyasaya hâkim kılındığı ve bu alanlardaki faturanın da halka kesilmeye çalışıldığı şeklinde okumak mümkündür.

Aksoy’un Soyer’den aktardığına göre “Kamu sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinde ilk hedef, kamu hastaneleri olmuştur. Buna rağmen Türkiye’deki tüm tedavi edici hizmetler

yükünün, büyük bölümünü, kamu hastanelerinin sırtlandığı, buna karşılık, devlet bütçesinin ve yatırımlarının kısıtlanması yoluyla kamu hastanelerinin çaresiz bırakıldığı tespit edilmiştir. Soyer’e göre, 1995–2000 yılları arasında, Sağlık Bakanlığı hastane yatak sayıları %13 artarken, belediye hastanesi yatakları % 10, SSK hastanelerinin %18, üniversite hastanelerinin yatakları %30 artmış, diğer kamu hastanelerinin yatak sayıları ise %3 azalmıştır. Buna karşın özel hastanelerin yatak sayıları %93 oranında artış göstermiştir”(Akt. Aksoy, 2006:70). Yukarıda verilen oranlardan da çok açıkça görüleceği üzere özel sağlık kuruluşlarının yatak sayısı hızla artarken kamuya ait kurumlardaki yatak sayılarında çok az bir artış olmakta bazı yerlerde ise azalma olduğu görülmektedir.

“Sağlık hizmetlerine kaynakların alabildiğince sınırlandırılması, sağlıkta reform adı altında tüm hizmetlerin piyasaya devredilmesi öngörülmektedir. Bu sürecin sağlık alanında küresel ölçekte çok ciddi tahribat yarattığı açıktır. Bu tahribatı, ‘kuzey-güney’ ülkeleri ölçeğinde gözlemlemek mümkündür. Fakir ‘güney’ ülkelerinde, neo-liberal iktisadi dalga hükümetlerin eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerini aşındıran ciddi bir borçlanma yarattı. Türkiye’de de bu süreç alabildiğine işlemektedir. IMF ile yapılan kredi anlaşmaları karşılığında son gözde geçirme toplantısının ilk gündem maddeleri bilindiği gibi sağlık alanında hükümet harcamalarının kısıtlanmasıydı” (Yıldız, 2008:34) şeklinde özetleyen Yıldız sağlık sektöründe yaşanan yıkımın zorunlu ve engellenmesi zor bir süreç olduğunu belirtmektedir.

“Kamu kurumlarının yönetsel açıdan değişime tabi tutularak işletmeleştirilmesi, işletmelerin bir piyasa ortamında yeniden şekillendirilmesi, rekabet, rekabetin yalnızca işletmeler arasında değil, aynı zamanda insan-gücü düzeyinde tesis edilmesi, performans kriterlerinin oluşturulması, kurumların ve insan gücünün bu kriterlere göre sıkı takibe alınması, ödeme mekanizmalarının değiştirilmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, işte bunlar iç piyasa gerçeğinin temel bileşenleridir. Artık kamu sağlık kurumlarının doğrudan

özelleştirilmesinden (özelleştirme sonrasında artan eşitsizliklere karşı geliştirilen insani tepkiler ve piyasa mekanizmasının içindeki olanaksızlıklar nedeniyle) daha az söz ediliyor belki ama sistem bütünüyle piyasa kurallarına tabi kılınmış durumda. İnsani değil, iktisadi kurallar, sistemi ve sistemin içindeki aktörleri yönlendiriyor. Sağlık hakkı değil, sorun çıktığında söz konusu olan sağlık ‘gereksinimi’ politikaların zeminindeki değerler sistemini oluşturuyor” (Belek, 2009:14).

Sağlık hizmetlerinin, ’devlet eli’ yerine, özel sağlık kuruluşlarınca yürütülmesi geniş halk kesimlerinin temel sağlık hizmetlerine erişimini sınırlandırmaktadır. Çünkü özel sağlık kuruluşlarının nihai hedefi kâr marjını yüksek tutmaktır. Bu nedenle, bu kuruluşların sağlık hizmetlerini bir kâr kaynağı olarak görmeleri doğaldır. Özel sağlık kuruluşlarında, daha düşük maliyet ve daha fazla kâr için çalışma temel hedeftir. Kârı nihai hedef olarak görüp sağlık hizmeti sunanlar, toplumun temel sağlık gereksinimlerini değil küresel sağlık piyasasının gereklerini ön planda tutmaktadırlar. Özel sağlık kuruluşu, yatırdığı sermayeyi daha az maliyetle daha fazla kâra dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bu hedef sektörde istihdam edilen sağlık insan gücünün çalışma koşullarını bozmakta ve özellikle çalışanlar arasında ‘eşit işe, eşit ücret’ ilkesini yok ederek yeni bir eşitsizliğe yol açmaktadır”(Yıldız, 2008:329). Bu durumda eşit olmayan bir hizmet alanının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Sağlık hizmetlerinde yaşanan bu değişim ve dönüşümler gerek çalışanları gerekse de hizmetten faydalanan kesimleri olumsuz etkilemektedir. Sağlık hizmetlerinden yararlanan kesimler sağlığa ayrılan payın düşmesi dolayısıyla sağlık hizmetlerini alırken katılım payı adı altında ek ücretler ödeme durumu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bunun en yakın örneklerinden biri aşağıda şöyle özetlenebilir:

“Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi'nde çıkan yangında, 3'ü kadın 8 hasta

hayatını kaybetti. Bursa Valisi Sahabettin Harput, tomografi bölümünde çıkan yangında 8 kişinin öldüğünü, 44 kişinin de hastanelere nakledildiğini açıkladı. Bundan daha 25 gün önce Samsun’da hastanelerini afet planı olmadığını ve bu konuda hiç bir tedbir alınmadığını kamuoyu ile paylaşmıştık. Samsun ‘da sağlıkta taşeronlaşmanın geldiği noktayı raporlar ile Samsun Valiliğine bildirmiştik. Bu yaşanan Sağlıkta Taşeronlaşmanın ve Kadrolaşmanın en acı göstergesidir. Mevcut hastane kablolarının o dumanı çıkarmaması gereken özel maddeyle kaplı olması gerekirdi. Yangının başladığı Radyoloji merkezini taşeron olarak dışarıya ihale ettiler. Sırf karlılık amacıyla taşerona verildiği için bu yanınca duman çıkarmayan kablolar kullanılmıyor. Çünkü bu tür özel kablolar pahalı. Burada da sağlıkta piyasalaşmanın bir sonucunu yaşıyoruz. Bu kaba piyasacı mantıktan vazgeçip hastaların da vatandaşların da düşünülmesi gerekiyor.”(www.ssto.org.)

Yukarıdaki örnekte görüldüğü üzere taşeron/laşma süreci (firma kâr mantığıyla hareket ettiği için) bazen sonucu önceden kestirilemeyen ve insanların hayatlarına mal olacak öldürücü sonuçları doğuracak karda da tehlikeli ve zararlı olabilmektedir. Sağlık sektöründe çalışan kesimler için ise; personel istihdam politikasındaki değişken politik uygulamalarla, işyerlerinde çok farklı pozisyonda ve şartta eleman istihdam edilmektedir. Devletin uyguladığı personel istihdam şekilleri Devlet Memurları Kanunu’ndaki (DMK) biçimleriyle şu şekildedir.

DMK.’nun 4. maddesinde belirtilen kamudaki istihdam biçimleri şunlardır:

Kamu hizmetleri; memurlar, sözleşmeli personel, geçici personeller ve işçiler eliyle gördürülür.

A) Memur: Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer kamu tüzel