• Sonuç bulunamadı

Eski Anadolu Türkçesi

BÖLÜM II: ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ VE TARİHÎ GELİŞİMİ

2.2. Eski Anadolu Türkçesi

Orta Asya’dan 10. yüzyıldan itibaren batıya göç eden Oğuzların 12. yüzyılın sonlarında kendi lehçelerine dayalı, Anadolu’da kurup geliştirdikleri Balkanlar, Kuzey ve Güney Azerbaycan, Kuzey Irak ve Suriye’de de kullanılan yazı diline Eski Anadolu Türkçesi denir (Gülsevin ve Boz, 2004: 29; Ercilasun, 2008: 438; Akar 2018: 31).

Bahsi geçen dönemin isimlendirilmesi hususunda farklı görüşler mevcutdur: Köprülü (1934) ‘Anadolu Türkçesi veya Garbî Oğuz Türkçesi’; Çağatay (1944) ‘Eski Osmanlı Türkçesi’; Arat (1960), Mansuroğlu (1959), Korkmaz (2007), Karahan (2000), Gülsevin-Boz (2004), Akar (2018) vd. ‘Eski Anadolu Türkçesi’; Timurtaş (2005), Özkan (2000) vd. ‘Eski Türkiye Türkçesi’; Ercilasun (2008) ‘Eski Oğuz Türkçesi’. Dönemi ifade etmek için en çok “Eski Anadolu Türkçesi” kullanılır, diğer isimlendirmeler de bu dilin kullanıldığı alan ile ilgili ipucu vermektedir. Ercilasun (2008: 430), ‘Anadolu’ terimi yerine ‘Oğuz’ teriminin kullanılmasını önermesinin nedenini bu dilin Irak, Suriye, İran ve Azerbaycan gibi yerlerde kullanılmasıyla açıklar.

Dönemin başlangıç tarihi 13. yüzyıl kabul edilir ancak bu konu hakkında da farklı görüşler vardır. Köprülü, 12. asırda bu lehçe ile ilgili eserlerin varlığı bilinse de günümüze

28 ulaşanların 13. yüzyıldan başlamasından dolayı başlangıç tarihini 13. yüzyıl kabul eder (1934: 6-8).

Eski Anadolu Türkçesinin izlerini Eski Türkçeye kadar götürmek mümkündür. Korkmaz’a göre bu dönem Eski Türkçeden pek çok iz barındırmakla beraber yeni bir dönemin başlangıcıdır. Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi arasındaki ses ve şekil ayrılıkları bu dönemde teşekkül etmeye başlamıştır (2013: 16). Gülsevin de Oğuz şivesine dayalı ilkyazı dili olduğundan Türk dili tarihi açısından önemli bir yere sahip olduğunu ve diğer şivelerle birbirine yakın bazı özellikleri bulunsa da bu dönemin diğerlerinden ilk bakışta ayrılabilecek karakteristik biçimleri olduğunu söyler (2011: 1).

Anadolu’ya 11. yüzyılda göçler artmış ve 11-13. yüzyıllarda Anadolu’nun Türkleşmesi sağlandığı halde, Anadolu’da Türkçenin bireysel bir yazı dili halini alması kolay olmamıştır.

1077’de Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla Oğuz Türkleri siyasî bir güç haline gelmiş ancak Oğuz Türkçesinin yazı dili olarak kullanılması 13. yüzyılı bulmuştur (Korkmaz 2005b: 431-432).

Tekin’e göre bir yazı dilinin oluşması için özellikle üç şart gerekir:

1. Yazı dilinin dayanacağı bir yerleşik kültür çevresi ile ilgili kelime hazinesinin, o konuşma dilinde daha önceden yoğun bir şifahî gelenek ile kurulmuş olmalı,

2. Bir alfabesi bulunmalı,

3. Alfabeyi kullanırken, o dildeki seslerin nasıl ifâde edileceği bilinmeli (2001: 140).

Ercilasun ise Oğuzca yazı dilinin oluşumuna sebebiyet veren olay ve durumları şöyle açıklar:

a. 11. ve 12. yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu’ya gelen Türkler kalabalık olmamalarına rağmen Bizans ve Haçlılarla savaşarak Anadolu’da tutunma mücadelesi veriyorlardı. XIII. yüzyıl başlarında Cengiz’in baş göstermesiyle Türkistan’da kalan diğer Oğuzlar da Anadolu’ya gelmek zorunda kalmış ve Anadolu’daki Türk nüfusu artarak yeni bir yazı dili oluşturacak seviyeye ulaşmıştır.

b. Kâşgar’daki Türk Edebî dil çevresi Cengiz’in istilası sonucunda Harezm’e kayarak Oğuzlara yaklaştı. Aynı zamanda İlhanlılarda üst düzey görevlerde Türk edebî dilini kullanan Uygur kâtipler vardı.

29 c. 11. ve 12. yüzyılda Anadolu’ya gelen Türkler göçeri idi ve Türkistan’daki edebî dili bilmiyordu. Ancak Cengiz istilası sonucu Anadolu’ya gelen Oğuzlar bir yazı dili geleneğine sahipti ve Türkistan’ın edebî dil geleneğinden haberdardı.

d. Türkler çok canlı bir din ve tasavvuf hayatı yaşıyorlardı ve bu inanç ve görüşleri halka anlatabilmek için halkın diline ihtiyaç duymuşlardır.

e. Oğuzların sözlü edebiyat gelenekleri, yeni edebî dili oluşurken önemli bir rol oynamıştır.

f. Anadolu beyliklerin ortaya çıkması da en önemli sebeplerdendir. Beyliklerin beyleri Arapça ve Farsçaya yabancıydı ve bu da Türkçe yazan şair ve edipleri teşvik etmelerine sebep olmuştur (2008: 433-434).

12. yüzyıla ait eserlerin varlığının bilinmesine rağmen bu dönemden elimize eserler ulaşmamıştır. Korkmaz’a göre çoğunluğu Oğuz unsuruna dayalı kurulan Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluların resmi dil, edebiyat ve ilim dilleri olarak Arapça ve Farsçayı kullanmış olmaları bu yüzyıllar arasında Oğuzcanın yazılı eserlerde yer almadığı kanısını kuvvetlendirir (Korkmaz, 2005a: 268). Özkan ise erken döneme ait eserlerin olmamasını, ilim ve edebiyat dili olarak Arapça ve Farsça kullanılmasına, çeşitli savaşlara, Moğolların ve Haçlı seferlerinin sonucunda pek çok kütüphanenin yıkılıp eserlerin yakılmasına bağlar (1999: 56). Oğuzca yazı dili olarak kullanılmaya başlamasından sonra o dillerin Türk dilinden üstün olmadığını gösterme çabasına girilmiştir. Özellikle EAT’nin ilk dönemi kabul edilen Selçuklular döneminde verilen eserler sayesinde bu çabalar olumlu sonuçlanmış, Türkçenin bilim dili olamayacağı görüşü zayıflamıştır.

EAT, gelişimi ve tarihî dönemleri bakımından 13-16. yüzyıllar arası, 16-20. yüzyıllar arası ve 20. yüzyıl olmak üzere üç döneme ayrılarak şu başlıklar altında incelenir: Selçuklu Dönemi Türkçesi, Beylikler Dönemi Türkçesi, Osmanlı Dönemi Türkçesi (Özkan, 1999: 58-95; Korkmaz, 2010b: 27; Özyetgin, 2006: 12; Demir - Yılmaz, 2010: 89; Akar, 2018: 19).

2.2.1. Selçuklular Dönemi

Oğuzlar, tarihî kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, 10. yüzyılda Sirderya ve Aral gölü kıyılarımda Yenikent merkezli bir yabgu devleti kurmuşlardır. 11-13. Yüzyıllar arasında Ħârizm’in Türkleşmesinde rol oynayan Oğuzlar, 1040 yılında Gaznelileri yenerek Horasan’da Büyük Selçuklu Devletini, bir müddet sonra da kitleler halinde Irak ve

30 Anadolu’ya gelerek Anadolu Selçuklu Devletini kurdular. Bu iki devletin etnik öğesini Oğuzlar oluşturmasına rağmen devletin ilmî ve şer’î işlerinde Arapça, edebî ve resmî işlerinde Farsça kullanılmıştır (Özkan, 1999: 58-61; Korkmaz, 2013: 81).

Oğuzların 12. yüzyılda bireysel bir yazı diline sahip olup olmadıklarına dair elimize net bilgiler ulaşmamış olsa da sözlü edebiyatta iler bir seviyede oldukları bilinmektedir. 13. Yüzyıla ait olup günümüze ulaşmayan Şeyyad İsa’nın Salsalnâme’si, Dânişmendnâme ve Battalnâme Şeyh San’an Hikâyesi gibi eserlerin varlığı kaynaklardan öğrenilmektedir (Özkan, 1999: 61).

Behcetü’l-Hadâik fi Mev‘izeti’l-Halâyık, Kıssa-i Yûsuf, Kudûrî Tercümesi, 1343 tarihli Ferâiz Kitabı, Kitâb-ı Gunya, Mevlâna ve Sultan Veled’in Türkçe manzumeleri, Hoca Dehhânî’nin şiirleri, Ahmet Fakih ve Şeyyad Hamza’nın eserleri, Yunus Emre’nin eserleri bu dönemden günümüze ulaşan önemli eserlerdir.

11-13. yüzyıllarda Oğuzca bireysel bir olamadığı için Karahanlı Türkçesi geleneğinden tamamen ayrılamamış bu devirde yazıldığı düşünülen birkaç dil yadigârı günümüze ulaşmıştır. Bu eserlerde Karahanlı ve Oğuz Türkçelerinin dil özellikleri aynı anda barınmakta bu nedenle eserlere “Karışık Dilli Eserler” denilmiştir. Behcetü’l-Hadâik fi Mev‘izeti’l-Halâyık, Kudûrî Tercümesi, Kitâb-ı Güzîde, Kıssa-i Yûsuf, , Ferâiz Kitabı gibi eserler karışık dilli sayılmıştır.

Korkmaz, bu dönem ile ilgili ilk olarak “Türk dilinin tarihi gelişme çizgisi üzerinde, Eski Türkçeden yeni yazı dillerine geçerken, dil yapısı bakımından bu iki devreyi kısmen birbiri ile birleştiren kısmen de birbirinden ayıran ve iki devir arasında köprü vazifesi gören farklı nitelikte bir geçiş devri söz konusu olabilir mi?” sorusuna cevap aranması gerektiğinin üzerinde durur ve böyle bir geçiş devri varsa bu devrin özelliklerinin belirlenmesi gerektiğini dile getirir (Korkmaz, 2005c: 296).

Karışık dilli eserler konusundaki görüşler iki farklı yönde şekillenmiştir:

Arat, “Anadolu Yazı Dilinin Tarihi İnkişafına Dair” adlı yazısında olga-bolġa diye adlandırılan karışık dilli eserler üzerine dikkat çekmiştir ve bu eserlerin az veya çok oranda geçiş devrini temsil ettiği görüşünde olduğunu söylemiştir (1960: 225-232). Arat gibi, Korkmaz, Buluç, Canpolat ve Mansuroğlu’nu da bu fikirde olmasını sağlayan sebep Behcetü’l-Hadâik, Kudûrî Tercümesi gibi eserlerde ses ve şekil bakımından Eski Türkçe ile Oğuzcaya ait özelliklerin yan yana yer almış olmasıdır.

Tekin de bu görüşlere karşı çıkarak “1343 Tarihli Bir Eski Anadolu Türkçesi Metni ve Türk Dili Tarihinde ‘Olġa-bolġa’ Sorunu” adlı çalışmasında Kitâbü’l-Ferâiz'in dilini

31 inceleyerek vardığı sonuçları genelleştirmiş ve bu özelliklerin görüldüğü eserlerin yazarlarının Orta Asya ve Horasan'dan göç etmiş göçmenlerin kendi şahsî lehçe veya ağızları ile ilgili ferdi özelliklerden ibaret olduğu görüşünü savunmuştur (1974: 59-157).

Doerfer de her iki düşünceyi ele almış Tekin’in açıklamalarının özünde doğru olduğunu söyleyerek Korkmaz’ın da böyle düşünmesine Mevlana 'nın şiirleri, Behcetü’l- Hadâik'in mensur bölümü ve Kitâbü’l-Ferâiz gibi eserlerin sebep olduğunu ifade etmiştir (çev. Karakaya, 2013: 138-143). Korkmaz da Doerfer’in çalışmasından sonra “karışık dilli eserler” teriminin yerine “Selçuklu Türkçesi Ağızları” teriminin kullanılmasını önermiştir (2013: 86).

2.2.2. Beylikler Dönemi

13. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’da Moğol baskısının zayıflamasından yararlanan Türkmen beyleri, zamanla Selçuklularla ilişkilerini keserek kendi adlarına beylikler kurmaya başladılar. Bu beyliklere “Anadolu Beylikleri” denilmektedir (Özkan, 2000: 69).

Selçuklu döneminde Arapça ve Farsça ön planda olmasına rağmen yazı dili olarak varlığını az da olsa hissettirebilen Oğuzca, Beylikler döneminde gelişmiş bir yazı dili olarak kuruluşunu tamamlamış, Arapça ve Farsçanın önüne geçmeye başlamıştır. Bu yüzden Beylikler dönemi Eski Anadolu Türkçesi içinde önemli bir yere sahiptir (Şahin, 2011: 23).

Bu dönem içerinde Karamanoğlu Mehmed Bey’in özel bir yeri vardır: “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve dîvânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayrı dil söylemeye”, “defterleri daħı Türkçe yazalar” buyruğunu vermesi Türk yazı dilini oluşturmakta büyük rol oynamıştır (Korkmaz, 2005d: 428).

Anadolu Selçukları döneminde Türkçe basit muhtevalı eserlerde görülmesine rağmen, Beylikler zamanında verilen eserlerde Türkçe ön plana çıkmış, millî bir uyanış, kendi özüne dönüş başlamıştır. Beylerin özüne bağlılıkları sayesinde bu dönemde Kur’an tercümeleri, peygamber kıssaları gibi telif ve tercüme, edebî, ilmi pek çok eser meydana getirilmiştir. Gülşehri, Âşık Paşa, Hoca Mesud, Şeyhoğlu, Ahmedî, Elvan Çelebi, Kaygusuz Abdal, Kadı Burhaneddin, Devletoğlu Yusuf, Erzurumlu Darîr, Ahmed-i Dâi,

32 Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa) gibi şahsiyetler dönemin belli önemli isimleridir (Özkan, 1999: 84-85; Şahin, 2011: 24-30).

Türk dünyası için eşsiz bir hazine olan Dede Korkut Hikâyelerinde genel olarak Doğu Anadolu’da yaşayan Oğuz Türklerinin yiğitlikleri, mücadeleleri, hayat tarzları anlatılmış; vatan sevgisi, konukseverlik, aileye verilen önem üzerinde durulmuştur (Üstüner, 2015: 182). Dede Korkut Hikâyelerinde Azeri Türkçesi dil özelliklerine de rastlanır.

2.2.3. Osmanlı Dönemi Türkçesi

15. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da birliğin sağlanması ve İstanbul’un fethiyle birlikte Türk dili büyük bir değişimin görüldüğü dönemdir. Beylikler döneminde Arapça ve Farsça karşısında ön plana çıkan Türkçe, bu dönemde yine söz konusu dillerle karşı karşıya gelmiştir. Birçok Türkçe kelime, Arapça ve Farsça anlamdaşlarıyla yan yana kullanılmış, kısa cümleler Arapça ve Farsça tamamlama ve edatlar ile birlikte kullanılır hale gelmiştir (Korkmaz, 2013: 110).

Bu dönem de gerek manzum gerekse mensur pek çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Kemaloğlu İsmail, Ahmedî, Ahmedî Dâî, Hatiboğlu, Cem Sultan, Şeyhî gibi isimleri zikredebileceğimiz bu dönemde Âşıkpaşa-zâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osmânı, Oruç Bey’in Oruç Bey Tarihi ve Neşrî’nin Cihân-nümâsı, Tursun Bey’in Târih-i Ebu’l-fethi ve Sinan Paşa’nın Tazarrunâmesi geçiş dönemini temsil eden eserler olarak zikredilebilir (Gülsevin - Boz, 2004: 68-73; Korkmaz, 2013: 110-111). Söz konusu döneme ait eserlerde büyük dil değişiklikleri görüldüğü için çalışmada bu dönemin eserlerine yer verilmemiştir.

Benzer Belgeler