• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: Emmanuel Levinas Düşüncesinde “Şiddet” Sorunu

1.3. Emmanuel Levinas Düşüncesinde Şiddet ve Türleri

1.3.2. Dışlayıcı Şiddet

1.3.2.2. Epistemolojik Şiddet

53

sürecidir. Daha sonra da ego ve bilinç evrenin merkezi haline gelir ve başkayı bir engel, ego topraklarındaki bir yabancı olarak absorbe etmeye, asimile etmeye ve fethetmeye ihtiyaç duyar (Levinas, 1987: 49). Batı felsefi geleneğinde öznelliğin kaynağı ve tek kökeni olarak bilinç ve egonun görülmesi, içinde olduğu çevre üzerinde uzmanlaşma ve özerklik düşüncesini doğurmaktadır. Bu durumda yirminci yüzyılın trajedileri ve vahşeti göz önüne alındığında, öznenin durdurulamaz köklü yargılama gücüne yol açtığının düşünülmesi, Tanrı-benzeri bir birlik gibi görülmesine neden olmakta ve dünyayı kendi projesi olarak kabul etmektedir. Bu da aşkınsal egoda temellenen epistemolojik bir şiddete dönüşmektedir (Peperzak &Chritchley&Bernasconi, 1996: 52).

54

anımsama teorisi, Descartes’ın cogito’su ve Heidegger’in Dasein’ı, geleneksel Batı metafiziğinin, heterolojiyi özerkliğe tabi tutarak, temel olarak çözülemeyen bir diyalektiği çözme çabalarına örnek teşkil etmektedir.Heteronomi (filozofun diğerine olan duyarlılığı) özerkliğe tabi olduğunda sonuçlar üç yönlü gerçekleşmektedir: rasyonellik kendini doğrulamayı varsayar, özellikle bir sistem içinde kapsanır ve aydınlatıcı vahiy niteliğindeki bilgi olanaksız hale gelir. Levinas’ın gözünde bu sonuçlar, başka ile etik karşılaşmayı önemsiz ve sonuçta savunulamaz hale getirir. Bu nedenle de eleştirisine yönelimsellik, özgür irade ve nedensel bilinç ve kendinde-içerimlenen ego üzerine merkezileşmiş kendi’nin felsefesi üzerine odaklanarak başlar. Batı felsefesi geleneği hakikati, temsili ya da insan öznelliğinin yalnızca bir araç olduğu, varlığın açığa çıkışını bütünleme olarak, varlığın bilince belirmesi şeklinde anlar. Kavramın ufkunda anlam, sadece zihin ile senkronik mevcudiyetinde varlığın açığa çıkışı ya da keşfedilmesinde bulunabilmektedir. Batı geleneğinde özne anlayışı her anlamda varlığın tezahürünün başlangıç noktası olduğu varsayılır (Levinas, 1996b: 97-100). Bilinç aracılığıyla mevcuda gelme süreci aynının varlığının özdeşliğinde, anlarının eşzamanlılığında muhafaza edilir.

Öznel süreç dışarıdan gelmez; şimdiki zamanın varlığı bilinç içerir. Yani, varlığın vurgusu, varlığının eşzamanlılığında, her zaman onun içkinliğinde aynı kalmasıdır (Levinas, 2003e: 169). Bu, varlığına ve onun iktidarına sahip olma kapasitesi olan kendi’nin idealliği olmaktadır. Bu nedenle bilinç, bir varlığın yakalanması olmaktadır.

Bireysel, hatta deneysel bir varlık bile logos’un idealliği yoluyla görünüme gelmektedir.

Bilinç olarak öznellik böylece ontolojik bir olay gibi yorumlanmıştır, yani varlığın tematik serimlenişinde arkhe ya da ideal bir ilke temelinde yeniden keşfedilmesidir (Levinas, 2003: 123). İnsan varoluşunun, özdeşliğinin idealitesi, “egemenlik, kendinde-sahiplik ve bir varlığın garantisi” kendinde-kesinliğin deneyimi olmaktadır (Levinas, 1996e: 80). Levinas bunu özerkliğin potansiyel şiddeti olarak görür.

55

Aslında kendi bencilliğine ve ilgilerine odaklanmışego-Ben’i Levinas inkâr etmez, doğal bir gereklilik ve varlık-olmayana karşı mücadelede kendi sonluluğuna karşı kendi ile ilgilenen varlık olarak görür. Zamansal evrelerin çokluğu içerisinden kendimizi kurarak, özdeşliğimizi tanımaktayızdır. Böylece bilinç görünümünde öznel yaşam, varlığın kendi için, kendini görünüşe getirme, ana düşünce olarak öne-koyma/önermeleştirme ve gerçeklikte sergileme aracılığıyla, kendine sahip olma amacına yönelik olarak kendini kaybetme ve yeniden bulmaktan ibaret olmaktadır (Levinas, 1989:

167).

Levinas’ta, özne ve nesne arasındaki ilişki, yani bilgi ve nedensellik görüşü şiddetin özelliklerine sahip olma açısından açıklanmaktadır: ‘mülk sahibi olma’, ‘iktidar’,

‘ustalık’, ‘indirgeme’, ‘mülk edinme’, ‘evcilleştirme’ sahiplik’, ‘tahsis etme’…vs. İlk dönemindeki iki kısa kitabı, Varoluştan Varolana ve Zaman ve Başka’da ‘tahsis etme’yi

‘ışık’ın terimlerinde ele almaktadır. Işık, özne ve nesne arasındaki uzam olmaktadır. Özne varlıktan ayrılmış ve bağımsızlaşmış olarak tanımlanırken, fenomen öznenin kendisini görünür kılmasıdır. ‘Işık’ terimi çerçevesinde eleştirdiği geleneksel düşüncede tüm olgular, algılanış ve mantık ışığında yönelimsel olarak, onun için görünen nesnelere yönelen özneye indirgenebilmektedir: “Işık aracılığıyla dünya verilir ve yakalanır. [...]

Işıklı alan tamamen sahip olan bir zihin etrafında toplanır. [..] Bir bütünlük vardır, çünkü bu ışık içinde olmak içe kapanma ile ilgilidir” (Levinas, 2005: 24). Bu nedenle nesnenin özneye indirgenmesinde gerçekleşen aydınlanma, temsil ve bilgiyi mümkün kılan şey olmaktadır (Levinas, 1969: 21-22). Dünyaya uyarlanmış bir özdeşlik ve sahiplik iddia eden bilinç durumu, beden ve özne-nesne ilişkisinde birbirlerini nasıl ele aldıklarına odaklanan bir bilinç ile ilişki olarak karşımıza çıkar: “Anlam, kendisiyle bir dışsal olanın daha baştan içsel olana göre ayarlandığı ve ona göndermede bulunduğu şey olur”

(Levinas, 1995: 74). Böylece o, “zihne nüfuz edebilirliğin kendi olarak, duyum denen

56

şeyi daha baştan karakterize eden nüfuz edebilirlik [olarak], veya ışık olarak fenomenolojik anlamı ayrıcalıklı kılmaktadır (Levinas, 1995: 74).

Levinas, duyulur veya kavranılır ışığın Platon’dan beri tüm varlıkları koşullandırdığını belirttikten sonra, onun “fenomenin, yani anlamın fenomenolojik olarak koşulu” olduğuna dikkat çeker (Levinas, 1995: 75). Çünkü ışık, fenomenlerin tüm kavranırlığının önsel koşulu olmaktadır. Dünyadaki şeyler kendilerini bir ışık rejimi altında içselliğe veren fenomenler olduğundan, şeyleri bu ilişkiyle almakta, kavramakta ve kendimizin haline getirmekteyizdir. O halde bu ışık rejimine göre, dışarıdan gelen, dışarıdan geliyor gibi görünen esasında dışarıdan değil, bizden gelmektedir. Şu hâlde dışarıda olan, dışarıda görünen daha baştan bizimkilik alanına aittir, daha baştan bizimdir:

“Nesneler, ışık yoluyla bir dünyadır, yani bize aittir. Mülkiyet (kendinin kılma), dünyayı kurucudur: Dünya ışık yoluyla verilir ve kavranır. Tüm duyumlarımızın temelindeki kavrama, dünyadaki mülkiyetin kökenidir” (Levinas, 1995: 75).

Levinas’a göre geleneksel anlamda, anlamın ve cogito’nun yapısını teşkil eden şey aydınlatılmış bir ufukta yer alan içsellik olmaktadır. Konumlanma, gerçekte, “içsel bir olay”ı ifade eder (Levinas, 2002: 130). Burada ışık rejimi altında gerçekleşen temsil mantığı, tam bir kavranırlığı talep etmekte ve her düşünülen şeyi bilincin açıklığına teslim etmekte ve orada kavranırlığın ışığı altında, kendini bütünüyle açığa-çıkarmaktadır.

Açıklığın karakterize ettiği kavranırlık, düşünülenin düşünene (ya da düşünceye) tam bir uygunluğunu ifade eder. Tam bir kavranırlığı varsayan açıklıkta kendini düşüncenin egemenliği altına bırakan varolan, tüm dışsallığını, tüm başkalığını kaybeder ve tümüyle düşünce tarafından belirlenir. O halde bilinç, bilincine varma olarak anlaşıldığında, Başka’nın Aynı tarafından sahiplenilmesi olmaktadır. Burada ben’nin eksiksiz bilgisi, tam bir içkinlik ve bir egemenliğe dönüşmektedir. Bilinç, bilincin iktidarıdır; kavrayış, nesnenin ön plana çıkartılmasını gerektirir, böylece nesnenin başkalığını aynı olmaya zorlar” (Wyschogrod, 1980: 46).

57

Başlangıcını, ilkesini, arkhe’sini kendinde bulan, dolayısıyla kendinde mevcut, kendine yeterli ve kendiyle çakışır görünen özerk özne Levinas’a göre bilgi probleminin temel kaynağıdır. Özne bağımsız ve varlıktan ayrı olarak tanımlanır. Olgu, öznenin dünyası olan bir dünyada özneye görünen olurken özneyi şeyden ayıran, ayırıcı özellikleri değil, yani maddesel, durağan ve uzamsal olması değil tinsel, etkin ve uzamdışı olmasıdır (Davis, 1996). Ancak çağdaş fenomenolojide anlamın yeni boyutlarının keşfedilmesine ve düşünceden düşünülen şeyin çokluğuna doğru bir eğilim görülür (De Boer, 1986: 86-89). Örneğin Husserl saflık düşüncesi ile bütünüyle kendinde-yeterli bir mantık kurulabileceğini düşünenlere karşı çıkar. Ona göre bu mantığın kendinde-ispatı a priori dünya-evrensel yaşamda bilimsel temelleri eksiktir, o daima kabul görülenler için şeyleri alınmışlık formunda varsaymaktadır, asla bilimsel, evrensel olarak formüle edilmemiştir, bir bilimin özüne uyan genel formda yerleşmemiştir (Husserl, 1970b: 141). Husserl, matematiksel doğa bilimine, sezgisel olarak verilen çevresel dünyayı ve doğal bilimini gerektiren bilincin doğasını araştırmayı reddettiği ve unuttuğu için karşı çıkar (Husserl, 1931: 74-88). Ona göre nesnelleşme hareketi -algısal, pratik, aksiyolojik ve isteğe bağlı eylemler vs.- sistematik olarak araştırmayı içerirken, önerdiği yönelimsellik paradigması, teorik nesnelerin bilişsel içeriğinin oluşturulması olmaktadır (Levinas& Kearney, 1986:

14). Husserl’e göre ‘öz’ kavramı, duyusal görüden çıkartılan genel bir kavram olmayıp, ideal bir anlamlılık birliğidir. Bunun için o, özel bir bilgi edinme yoluna ihtiyaç duyar.

Bu özel bilgi edinme yolu ise ‘öz-görü’dür. Buna ulaşmak için benin kendisine ve kendi bilinç yaşantılarına yalın olarak bakılır (Husserl, 1970: 21). Bu metodun adı paranteze almadır. Böyle bir “fenomenolojik epokhe’nin ilk amacı olan “doğal tavır-almayı”

engellemek, onun “genel sav”ını yürürlükten çıkarmaktır” (Sözer, 1976: 21). Bu yöntem sayesinde bilincimizde özün dışında kalan her şeyi paranteze alıp, özü oradan çıkarmak mümkün görünür. Burada nesnenin varlığı olumsuzlanmamakta, daha çok nesne

58

hakkında bizim kabullerimiz ve önbilgilerimiz paranteze alınmaktadır (Topakkaya, 2009:

121-136).

Husserl’e göre yönelimsel yaşantının özünü anlamak ancak onun işlevinden hareketle mümkün olabilir. Bu işlev yaşantının nesneye yönelik bilincinin kurulabilmesidir. Öznel yaşantılar kendi amaçsallığını her türlü kategoriyi sentetik açıdan mümkün kılan nesnel varlık birlikleri sayesinde yerine getirmektedir. Husserl bilince ait nesnel bağlantılar olarak bu varlık birliklerine noema demektedir. Yönelimsel yaşantının özünü anlama, dünyanın nesnelliğinin devre dışı bırakılmasıyla başlanır; böylece saf haliyle nesneye odaklanılabilir, “nesnelliğin kendi yapısı incelenebilir”; bu aşamada söz konusu olan işlem, Husserl’in terimiyle “eidetik indirgeme”dir (Koestenbaum, 1998: 59).

Levinas’a göre Husserl’in yönelimsellik düşüncesi de aslında her nesnellik hareketinin bir temsilde bulunmasının ya da bir temsil olmasının zaruri olacağını söyleyen bilincin ayrıcalıklı bir modelidir (Levinas, 1969: 122). Çünkü yönelimselliğin doğasında var olan temsil anı, “bilinç nesnesinin, bilinçten ayrı olmasına rağmen, bilinç tarafından verilen bir “anlam”, Sinngebung [anlamı-yerine koyma] sonucu bilincin bir üretimi olarak doğmaktadır” (Levinas, 1969: 123). Bir içerisi ve bir dışarısı, yani bir bilinç ve bir dünya varsayan yönelimsellik fikri bu aşamada “anlam’ın bizzat kökeni”

olarak konumlanmaktadır. Varolanın noemalaştırılması olarak, yani salt bir düşünce nesnesi haline dönüştürülmesi olarak kendini gösteren düşüncenin düşünülen üzerindeki bu teorik şiddeti Levinas için, Husserlci ‘Sinngebung’ manasında anlam-verme olarak gerçekleşir. Böylece, temsilin kavranırlığında ben ve nesne -içsel ve dışsal- ayrımı silinir gider (Levinas, 1969: 129); zira temsilin nesnesi, ona bir anlam vermek, eş deyişle onu bilinçte kurmak suretiyle, düşündüğünü emen ve özümleyen düşüncenin iktidarı altındadır artık (Heidegger, 2004: 114). Aynı’nın başka tarafından belirlenmeksizin Başka’yı belirliyor olduğu temsil mantığında, kavranan, kavrayışta tüketilir adeta;

kavranan, bilincin ölçülerinde tümüyle çözünür, gizemini kaybeder, ayrılığından,

59

ayrıksılığından, başkalığından olur; sonuç olarak temsilde, düşünülen bütünüyle bilince aşina kılınır. Düşünce bir hatırlamadır bu bakımdan; esasen o dışarıda bir şeye rastlamaz, ama zaten kendinde olan şeyi, zaten içkinleştirmiş olduğu şeyi keşfeder. Temsil Levinas için bir tür içkinlik kabarmasıdır (Levinas, 1969: 129).

Levinas Husserl’in temsil olarak yönelimsellik düşüncesini Husserl’in fenomenolojisindeki bilişsel mevcudiyetin ön değerlendirmesinde sahip olduğu kökensellik olarak yorumlamaktadır. Ona göre noema’daki çeşitliliğe bir anlam verilmeden önce varolanlara ilişkin tecrübemizi mümkün kılan ‘eidetik’ özlerin inşa edilmişliği bir nevi keyfiyete denk düşmektedir. Her şeyin noema’ya dönüşebildiği temsilin yönelimselliğinde başkalık dışlanmış veya özümsenmiştir. İdealizmin bize gösterdiği üzere, temsil düşüncesi evrenselleştirici/tümelleyici bir düşüncedir, öylesine ki onda başkalıklarını kaybeden tekillikler ezeli-ebedi bir formda bütünün parçalarına dönüşürler (Gözel, 2011: 183). Ancak Levinas açısından yönelimsellik analizi somutluk arayışı olmalıdır. Husserl ile teorinin altında yatan yaşam-dünya ufuklarına geri dönüş konusunda paralellik gösterse de bu ufukların “nesnelere yönelik düşünce” içerikleri bulunmamaktadır. Bu çaba teorinin önkoşullarını ortaya koymak için teorinin altını oymaya benzemektedir. Husserl için fenomenoloji düşünümsel tavrı oluşturur, diğer teoriler tarafından kabul edilen varsayımların farkına vararak, bu varsayımları netleştirebilecek tek teori olarak kendisini düşünmektedir. Levinas genel çabanın hiçbir zaman yeterli olmayacağı ve kişinin başkayı gizleme eğilimi konusunda sürekli olarak uyanık kalmasını ve farkında olmasını talep etmektedir. Husserl düşünümsel bir alana yönlendirirken, Levinas bizi Başka’nın hatırına Başka’nın mevcudiyetinde son bulmayan, bitmek tükenmek bilmeyen bir özdeşleştirmeye yönlendirir. Teorinin ortaya çıkışından geriye doğru gidilerek unutulmuş deneyimin ortaya çıkarılması Başka’nın

“ben” ile ikili ilişkilerde nasıl göründüğünü göstermektedir. Ortaya konulan bu yeni fenomenolojik açıklamaya göre, beni yargılayan, benimle aynı düzlemde olmayan, bana

60

yüksek bir yerden buyuran, bana ilk sözü “öldürmeyeceksin!” ile hitap eden bir usta olan başka’nın indirgenemezliği kendindeliğimi sorgular. Olmaktan Başka Türlü’de bu pratik insan ilişkisini, başka ile ya da kişinin kendi bedeni ile bir ilişki kurmaya başta karar veren, Kartezyen bilinç aracılığıyla oluşmayan, bedensel duyarlılık düzeyinde gerçekleşen bir ilişki olarak tanımlamaktadır. Şeylerin dışsallığına dair bilgi öznenin bir nesneye sahip olduğu bir biliş ya da bir “yakınlık deneyimi” değil, yakınlıkta kalmadır.

Ne uzamsal çevrenin temsili ne de bu uzamsal çevrenin “nesnel” gerçeği, üçüncü bir kişi tarafından gözlemlenebilir ya da nesneye temas eden benim tarafımdan bu temas olgusundan çıkarılabilir değildir. Tematikleştirilmemiş yakınlık, bu deneyimin bir potansiyeli olarak, yalnızca temasın “ufkuna” ait değildir.Duyarlılık -onda ifade edilen yakınlık, dolaysızlık ve huzursuzluk- bilinci bir bedenle ilişkiye sokan bir anlayıştan oluşmaz. Cisimleşme, temsil ettiği dünyanın ortasında yer alan bir öznenin aşkın bir işlemi değildir; bedenin duyarlılık deneyimi zaten ve en başından itibaren somutlaştırılmıştır. Duyarlılık -analık, savunmasızlık, endişe- cisimleşme düğümünü ben’in kavrayışından daha büyük bir plana bağlar. Bu planda bedenime bağlı olmadan önce başkalarına bağlıyımdır (Levinas, 1981: 76). Bu nedenle Levinas’ın Husserl’in fenomenolojisine yönelik temel eleştirilerinden biri de onun fenomenolojisindeki

‘Aşkınsal Özne’nin kurucu bir rol üstlenmesi ve ‘Başkalık’ın bilincin yönelimsel hareketinde herhangi bir ‘şey’ olmasıdır. Bu da başkayı aynıya tabi kılan bir düşünceyi pekiştirmekte ve başkayı sonsuz ve mutlak başkalık olarak düşünmenin yollarını tıkamaktadır. Husserl’in bilinç çözümlemesi içinde ifadesini bulan bilinç ve anlam ilişkisi, kendiyle özdeş bir ben’in evrensel öznelliğini açığa çıkartır, bu da ben’in despotizmiyle sonuçlanır (Levinas, 2005a: 208).

Levinas Husserl’in yaklaşımında gerçek başkalığın yokluğundan söz etmektedir.

Husserl’in öznelerarasılık kavramında fark ettiğini düşündüğü yetersizlik, her bir ego ile kendi bedeni arasındaki ilişkiden ziyade genel olarak herhangi bir bireyselci, ego

61

merkezli perspektifin etik çıkarımları ile ilgilidir. Alter ego kavramı, ilkel “Ben”in tüm alanı kapsayışında başkanın başkalığını asimile etmek için az ya da çok şiddet içeren bir çabaya tanıklık eder. Yani başkalık ona doğrunun göstereni, bağımsız dışsallık olarak görünmez, yalnızca mutlak olanın tesadüfi bir uyarlaması, onun sınırlandırılamaz bireyciliğinde egonun bölünmez maddesi olarak görünür (Levinas, 1987: 201). Burada egonun bilinci için başkanın mevcudiyetinin deneyimi keşfedilir.Fenomenolojinin genel amacı da bu deneyimin nasıl mümkün olduğuna dair bir açıklama vermektir. Yani Husserl bir alter egoya sahip olan ego deneyiminin katmanlarını çözmek ister. Burada mevcuda gelmeyle gerçekleşen her görünümün bildirdiği genel bir kurala ya da mevcuda gelmiş bir şeyin algısıyla gerçekleşen kendinde mevcut olmayan bir şeyin birlikte algılanışına atıf yapar (Husserl, 1970: 131–136, 156).

Levinas’a göre kendinde mutlak başka, öz eleştiriyi başlatarak rasyonelliği çoğulculuğa açar. Yönelimsellik, “dolu ve gerçekleşmiş olma arzusuyla bilincin kendisiyle uyuşmasının merkezi bir hareketidir ve eskime olmadan kendini yeniden keşfeder, kendinden emin bir şekilde dinlenir, kendini doğrular, kendini ikiye katlar, kendini oluşturur, madde şeklinde somutlaşır (Levinas, 1981: 48). Buna karşın Başka’nın yakınlığı, yönelimselliği tersine çevirir ve “bir şeyin bilinci” dahilinde sınırlandırılamaz.

Bu nedenle Levinas özneyi yönelimsellik, temsili etkinlik, nesnelleşme ya da irade ve özgürlük temelinde açıklamayı reddetmektedir. Yönelimsellik olarak öznellikten başlamak yerine öz-bağlılık (self-enchainment/l’adhésion à soi) düşüncesini getirmektedir. Zira özneye zamanın edilgenliği, geri dönüşü olmayan ve her şeyin dışında, yönelimin tam tersi olarak yaklaşmaktadır. Başka, bu özne için bir fenomen ya da aydınlığa gelen bir görünüm olarak görünmez ama bir ‘iz’ ve fenomenleri rahatsız eden bir muamma olarak görünür (Levinas, 1987e: 70).

Levinas’ta bedenin geri kalanına karşın “yüzün” niteliksel önceliğine vurgu yapılmaktadır. “Yüz” (face/visage) kökensellikle eşanlamlıdır, kategorik dildeki en

62

radikal farklılıkları bile aşan bir başkalığın nesnelleştirilemeyen sunumudur. Bu nedenle iktidarın terimlerinde düşünülmüş herhangi bir rasyonelliğe engel teşkil etmektedir. Yüz teorik yönelimselliğin yarı-uzamsal aralığında konuşulabilen bir şey değildir, fakat doğrudan gönderim yapılabilen bir şey de değildir ve radikal, mantıksal olmayan farkın tezahürü olarak konuşulmuş olabilir. Bu nedenle ontolojik kategorilerin kırılması, içsel-mantıksal, sistematik bir düşüncenin sonucu değildir, ancak eşit derecede nesnellik-öncesi dilsel bir paradigma için çağrılan öznenin, nesnellik nesnellik-öncesi radikal bir bağlanımında köklerini bulur. Levinas, “yüz” ile herhangi bir doğal nesne arasındaki radikal farkı, etik zorunluluğun “öldürmeyeceksin”in nihai nedeni olan çıplaklık ve fiziksel mağduriyetine bağlar (Levinas, 1969: 199).

Özetle Levinas’ın düşünceleri insan varoluşunun temel etik talepleri ile ilgili olarak en az üç noktada ele alınabilir. İlki Husserl’in ego ile alter ego arasındaki yapısal ilişki anlayışını, nesnel bir “herkes için dünya” şeklinde görmesi ve kendi karşı paradigmasını başka aracılığıyla ortaya koyduğu etik talebin karşılıklı olarak özel bir şekilde sunmasıdır.

İkincisi geleneksel felsefi kavramsallığın ve aşkınsal bilincin alanını genişleten insan varoluşunun olumsal yönleri (ör. Fiziksel savunmasızlık, yorgunluk, uykusuzluk, erotik cazibe vs.) ile aşkınsal öznenin klasik anlayışını göstermesidir. Üçüncüsü, felsefenin heterojen fenomenliği ile ilgili etik karşıtı özümseme hareketini ele almasıdır. Bu durum, Levinas’ta dünyadaki teorik bilgiler açısından etiğin mutlak önceliği vurgusunu bir kez daha ortaya koymaktadır (Large, 1996: 37–38, 43–45).