• Sonuç bulunamadı

3.5. Verilerin Analizi

4.1.1. EKTH’lerin Sınıf Uygulamaları Öncesine Dair Bulgularım

Öğrencilerim parlayan gözleriyle beni karşılamıştı. Sevgiye çalan ışıl ışıl gözler… Bir sürpri- zim olduğunu daha önceki derste söylemiş olduğumdan herkes beni heyecanla beklemişti. Bu beni mutlu etmişti.

EKTH’lerimden oluşan kitapçıklarımı sınıfa dağıttım, kitapçıkları ellerine ilk kez almaların- dan dolayı keyifli görünüyorlardı. Bunu kendileri için özel olarak hazırladığımı söylemiştim. Sanırım kendilerini değerli hissettiler. Sayfaları karıştırıp incelediler. Özellikle resimleri uzun uzun incelediklerini fark etmiştim. “Hepsini siz mi çizdiniz öğretmenim?” diye bir ses geldi Gül’den. “Evet, ben çizdim, hikâyeleri de ben yazdım.” diye cevap verdim. “Öğretmenim, çok

118

güzel.” dedi Lale. “Teşekkür ederim.” diye cevapladım. Kitapçıkları henüz ellerine yeni ver- mişken böyle bir cümle duymak güzeldi.

Kitapçıkları onlara incelemeleri ve sürprizin ne olduğunu anlamaları için dağıtmıştım. EKTH’ye başlamadan önce o gün öğrencilerimle biraz bilimin doğası üzerine sohbet edecek- tik. Onların bilimin doğasına dair görüşleri hakkında fikir sahibi olmak istiyordum. Öğrencile- rimin bilimin doğasına dair ön bilgilerini yoklamak için onlarla bilim fırtınası yapabilirdim. Tartışmayı başlattım ve ilk sorumu sordum. Bu soru bilimsel bilginin değişebilirliği üzeriney- di. Fakat bir ses soru sormama engel oldu: “Öğretmenim önce hikâyeyi okusak olmaz mı?” Sadece ona bakarak gülümsedim ve devam ettim. Onlara kendileri gibi öğrenciyken benim fen bilimleri kitabımda Güneş Sistemi’nde dokuz gezegenden bahsedildiğini fakat şimdiki kitap- larda bu sayının sekiz olduğunu söyledim. Bu durumun sebeplerini düşünmelerini istedim. Ali “Dokuz gezegen vardır sekiz değil.” diye söylendi. Sordum ama bunu neden söylediğini kendi de bilmiyordu. Karınca “O zamanlarda teknoloji yoktu, teleskop yoktu da o yüzden.” diye cevapladı. Aslan da Pluton’un patlamış olabileceğini bu yüzden artık gezegen sayılmadığını belirtti. Ardından sınıfa “Bilim insanları her şeyi doğru mu yapar?” diye sorduğumda evet- hayır seslerini karışık ve gür bir şekilde duymuştum. Aslında bu durum öğrencilerimin bilim insanları ve bilimsel bilginin değişebilirliği ile ilgili düşüncelerinin net olmadığını göstermek- teydi.

Sırada başka bir sorum vardı; öğrencilerimin bilimsel metotlarla ilgili fikirlerini almak iste- miştim: “Dünya’mızı elimize alıp büyüklüğü hakkında bir yorum yapamayız. Fakat bilim in- sanları Dünya’mızın büyüklüğü hakkında bir fikre sahipler. Sence, bilim insanları Dün- ya’mızın büyüklüğünü bulmak için nasıl bir yol izlemiştir?” Hafif düzeyde zihinsel engelli bir kaynaştırma öğrencim olan Çınar tebessüm ederek “Dünya’yı kucaklayalım.” diye söylendi. Ben de tebessüm ettim. Çınar zaman zaman sesli düşünürdü fakat öğrenmeye de açıktı bu beni mutlu ediyordu. Çınar da dâhil çoğu öğrencim Dünya’yı eline alıp cetvelle büyüklüğünü ölçe- bilecek bir durumun söz konusu olmadığının farkındaydı. Şahin “Öğretmenim Dünya’ya do- kunamazlar ki nasıl ölçecekler?” dedi. Öğrencim Dünya’nın üzerinde olduğunun bir anda far- kında olamamıştı, şaşırdım. Acaba nerede olduğunu düşünmüştü, ben de anlamamıştım. Ona şu anda Dünya’nın üzerinde olduğumuzu hatırlattım. Daha sonra sınıfın arkasında duran Dün-

119

ya modelini elime aldım, konuşmaya devam ettim. “Ama Dünya’nın büyüklüğü hakkında he- pimiz fikir sahibiyiz. Mesela Dünya mı büyük Güneş mi?” diye sordum ve nerdeyse bütün parmaklar havadaydı. Bir ikisi cevap verdi: “Güneş”. Bunun üzerine “Siz bunu biliyorsunuz. Peki, bunu nasıl hesaplamış olabilirler?” diye sordum. Aslında ipucunu sonra vermem gere- kirdi fakat öğrenciler cevap vermeden ipucunu söylemiş bulundum. Elimdeki modeli göstere- rek sordum:

-Modellerden yararlanmış olabilirler mi? Ya da diğer gezegenlerden? Papatya söz hakkı almak istemişti:

-Uydulardan bakmış olabilirler öğretmenim.

-Uydular uzaya yerleştirilmiş ve oradan gözlem yapılmış olabilir diyorsun.

Papatya’nın cevabını destekledim. Bana Dünya’nın tam yuvarlak olup olmadığını sordu, ar- dından “Yuvarlak olsaydı matematikle hesaplayabilirdik.” diye ekledi. Papatya’nın bilim ile matematik ilişkisini kurabilmesine şaşırmıştım. Gerçi Papatya araştırmacı, yaratıcı düşünebi- len bir öğrencimdi.

Başka bir öğrencime daha söz verdim. Bulut, uzay gemileriyle uzaya çıkan bilim insanlarının Güneş’i Ay’ı ve Dünya’yı izleyerek büyüklüklerini gözlemlemiş olabileceklerini söyledi. Ka- rınca “Senin fikrin var mı?” diye özellikle ona sordum zira parmak kaldıran kimse yoktu. “Öğ- retmenim, benim mi?” dedi, şaşırmıştı biraz. Sanırım ne cevap vereceğini tam olarak bilmi- yordu. Karınca ardından devam etti: “Öğretmenim uzaydaki şeyler var ya uydular ordan fotoğ- raf çekerek anlayabilirler.” Karınca da Papatya da gibi sınıfın başarılı öğrencilerindendi. Derin düşünebilme yetenekleri yüksekti. Aslında Karınca aynı zamanda çok hareketli ve dikkat da- ğınıklığı olan bir çocuktu. Bazen derslerde ona nasıl yaklaşmam gerektiği konusunda tereddüt- te kalıyordum.

Bu soruya verilen cevaplara göre bazı öğrencilerimin bilimde gözlemin yer aldığını fark ettik- lerini fakat genel anlamda bilimsel metotlar hakkında yeterince fikir sahibi olmadıklarını dü- şünmüştüm. Bilimin zaman zaman matematiği kullanarak olayları açıkladığını fark etmeleri de gerekiyordu. İpuçları verdiğimde bilimsel fikirler yürütebilen öğrencilerimin olduğunu gör-

120

mem sevindiriciydi. EKTH’lerin bu anlamda bilimin doğası anlayışına dair büyük katkısı ola- cağını şimdiden fark etmiştim.

Sınıfta heyecanlı hava hâlâ kendini hissettiriyordu. Sanırım bu benim heyecanımdan da kay- naklanıyordu. Henüz hiç yerime oturmadan dersin yarısı geçip gitmişti.

Tartışma devam ediyordu fakat kimileri buna yoğunlaşamıyor, ellerindeki kitapçıkları incele- meyi sürdürüyordu. “Öğretmenim bunları nasıl bastırdınız? Yazılar silgiyle silince çıkar mı?” gibi sorular geliyordu. Tabii hepsine cevap vermeye çalışıyordum. Ayrıca “Bir kitap nasıl ya- zılır, nasıl bu hale gelir?” gibi sorular da akıllarına geliyordu. “Öğretmenim bunlar çok zor, nasıl çizdiniz?” diye sordu Çınar. Çizdiğim görsellerle ilgili üst üste gelen sorular bana henüz 10-11 yaşındaki öğrencilerin görsellere oldukça fazla ilgi duyduklarını düşündürmüştü.

Tartışmaya diğer bir soru ile devam ettim. Bu sefer çocukların zihinlerindeki “bilim” ve “tek- noloji” imajını anlamak için bir soru sormuştum: “Çok eski zamanlarda insanlar tahtadan ka- yıklar yapmaya başlamış, böylelikle su taşıtları ile bir yerden bir yere gidebilmiş ve ulaşım konusundaki problemlerini azaltmışlardır. Bu buluştan yıllar sonra insanoğlu suyun bir kal- dırma kuvveti olduğunu ve bu sayede kayıkların su üzerinde gidebildiğini anlamıştır. O za- manlardan günümüze kadar insanlar su üzerinde yolculuk yapmaya devam etmiştir. Bu anlatı- da bilim ve teknoloji örnekleri var mıdır?” Menekşe “Buluş teknolojidir.” diye cevap verdi. Bu anlatıda buluşun ne olduğunu sorduğumda cevap veremedi. Ben de aynı soruyu sınıfa yö- nelttim. Bu sırada öğrencilerin şaşkın bakışlarının üzerimde olduğunu hissetmiştim. Birkaç tahmin geldi fakat tek cevaplayabilen Aslan oldu: “Kayık buluştur öğretmenim.” Öğrencilerin bu soruya cevap vermekte zorlandıklarını fark etmiştim. Yardımcı olmam gerekiyordu. Öğ- rencilerime eski çağlarda insanların bir tahta parçasını tesadüfen suya atarak suda yüzdüğünü fark etmiş olabileceklerini söyledim. Daha sonra insanların bu tahta parçasını ulaşımda kulla- nılabileceklerini düşünerek tahta parçasından kayık, sandal ve daha ilerde gemi gibi teknolojik ürünler ortaya çıkardıklarından bahsettim. Sanırım söylediklerimi anlamışlardı. Yine aynı so- ruya cevap vermek için Papatya parmak kaldırmıştı: “Öğretmenim kayıkların nasıl suda dur- duklarını öğrenmeleri bilimle ilgili, kayıkların da geçmiş zamandan bugüne değişmesi tekno- lojiye örnektir.” Biraz karmaşık gelen cevabın üstüne Papatya’ya soru sormaya devam ettim:

121

-Peki, soruda ilk defa kayığın icat edilmesinden bahsediliyor. Buna ne dersin? -Öğretmenim, kayığın ilk kez icat edilmesi bilimle ilgilidir.

Bunun üzerine sustum. Bir şey demeli miydim bilmiyorum. Çok fazla yönlendirme yapmak istemedim. Zira değişimi EKTH’lerle sağlayacaklarına inanıyordum. Ardından Gül ve Duygu, Papatya’nın zıttı fikirler öne sürdüler. Sanırım sınıfta tepki vermememden kaynaklı bir durum ortaya çıkmıştı. Fakat öğrencilerimin bilimin doğası ile ilgili sorularımın çoğuna bilinçli cevap verememelerine şaşırmamıştım. Bilimle teknoloji ilişkisini kurmakta zorlanmışlardı. Bilimin doğası anlayışını geliştirmeye yönelik hazırlamış olduğum EKTH’lerin uygulamasından önce öğrencilerimden böyle cevaplar bekliyordum.

Bir diğer soru bilimsel bilginin değişebilirliğinin yanında; bilimin merak, yaratıcılık ve hayal gücünü kullanan bir insan çabası olduğu ile ilgiliydi. Bilim insanlarının maddelerin gözle gö- rülmeyen parçacıklardan yani atomlardan oluştuğunu söyledikleri ve bundan ne kadar emin olabilecekleri ile ilgiliydi. Sorumu sorarken “atom” kelimesini kullanmamaya dikkat ettim. Zira atomu ileriki sınıflarda öğreneceklerdi. Aslında maddeleri oluşturan küçük parçacıklarla ilgili neler düşündüklerini de merak ediyordum. Bu yüzden önce “Bu küçük parçacıklar nere- de?” diye sordum. Birinden “yerin altında” cevabı geldi. Bir diğer ses “her yerde” diyordu. Onlara bir kâğıdı en küçük hale gelene kadar bile kessek oluşan en küçük kâğıt parçasından daha küçük bir kâğıt parçası daha oluşabileceğini ve ne kadar küçülürse küçülsün onun yine kâğıt olduğunu söyledim. Maddenin gözle görülmeyecek kadar minik tanecikleri olduğunu bu şekilde zihinlerinde canlandırmalarını istemiştim. Ağaç bu soruya beklemediğim bir şekilde güzel bir cevap verdi. Aslında Ağaç çok durgun ve duygusal bir öğrencimdi, annesinden uzak yaşadığından beni annesi gibi görür ve çok sık bunu dile getirirdi.

-Öğretmenim, boğazımıza toz kaçtığında da öksürürüz ama toz parçacıklarını göremeyiz de- mek ki bazı şeyler gözle görünmez ama vardır.

Ağaç’ın bu noktada gözlem-çıkarım ilişkisini kurabildiğini gördüm. “Aferin, cevabını çok beğendim.” diyerek onu pekiştirdim. Ardından Karanfil söz hakkı aldı: “Mikroskopla görebi- lirler öğretmenim.” diye cevap verdi. Atomun mikroskopla görülebileceğini düşünen Karanfil aslında bir kargaşa içindeydi. Biraz açıklama yapmak durumunda kalmıştım. Asıl soruya gel-

122

diğimizde Ayşe bilim insanlarının bundan emin olduklarını ve bilimin kesin, değişmez oldu- ğunu söylemişti. Kelebek “Tahminler kesin değil ama kalıntılar gerçektir.” dedi, ardından “Maddelerin gözle görülemeyecek kadar küçük parçalardan oluştuğunu o maddeyi keserek en küçük haline getirerek anlayabiliriz.” diye ekledi. Sanırım benim açıklamamı fazlasıyla genel- lemişti. Kelebek bütün maddelerin kesilerek en küçük hallerine ulaşabileceğini düşünerek yan- lış bir çıkarımda bulunmuştu. Devam eden konuşmamız belki ona yardımcı olabilirdi. Gül “Bilim insanları hissetmiş olabilirler ve küçük parçalardan oluştuğunu anlayıp resmini çizmiş olabilirler.” diye cevap verdi. Tam bu anda öğrencilerime bir örnek verdim. Plastik tarağı ka- zağımıza sürdükten sonra küçük kâğıt parçalarını çekebildiğimizi hatırlattım. Kâğıt ile tarağı birbirine çeken şeyi göremediğimizi fakat burada var olan bir şeyler olduğunu fark etmelerini istedim. Hemen orada bir öğrenci kalemini kazağına sürüp kâğıtları çekmeye başladı. Oradan bir ses “Ben düğüne gitmiştim öğretmenim kazak giymiştim, çıkardığımda çıt çıt diye sesler duydum.” diye ekledi.

Duygu, bilim insanlarının emin olduğunu, şüphe olmadığını ve bilimin yanılamayacağını dü- şünüyordu. “Neden?” diye sorduğunda bilim insanlarının çalışmaları sırasında makine kullan- dıkları için elde ettikleri bilgilerde yanılma payı olmadığını söyledi. Bunun üzerine ona maki- nelerin kimin eseri olduğunu sordum. Biraz düşündü.

-Peki, insanların hata yapma olasılığı var mıdır? Biz deney yaparken bazen hata yapıyor mu- yuz?

-Evet, öğretmenim yoğurt yapmaya çalışmıştık ama tam olmamıştı.

Şahin de “Bilim bazen işe yarar bazen yaramaz.” diye ekledi. Bu sonucu nasıl çıkardığını tam olarak anlamamıştım ama üstelemedim. Bu tartışma sorusundan öğrencilerin genelinin bilimin değişmez olduğu kanısında olduklarını ve bilim insanlarının yanılmayacaklarını düşündükleri- ni anlamıştım. Ayrıca bilimde yaratıcılık, hayal gücü gibi unsurların öneminin farkında değil- lerdi.

Az öncekine benzer bir sorum daha vardı: “Uzun zaman önce bütün dinozorlar ölmüş ama şimdi bilim insanları dinozorların gerçekten var olduğunu nasıl biliyor?” Bu soruya üç öğren- cim “Fosiller sayesinde.” cevabını verdi. Duygu ise “Kemiklerden…” cevabını vermişti. As-

123

lan, Duygu’nun cevabına şunu ekledi: “Öğretmenim kemikleri birleştire birleştire bulabilir- ler.” “Aferin.” diyerek onayladım. Tabii onayladığım yanıtlardan sonra parmak sayısı artıyor- du. Çünkü öğrencilerim fikirleri öğretmen tarafından onaylanan yanıtlardan sonra düşüncele- rini buna göre şekillendiriyordu. Papatya “Yapboz gibi öğretmenim.” dedi. Sanırım sınıfta fosilin ne olduğunu bilmeyenler de vardı: “Fosil nedir?” diye sordum; Papatya “Hayvan kalın- tıları” dedi. Eksikleri olsa da doğruya yakın bir cevaptı. Ellerimle bir hayvanın ayak izini ben- zeterek, bu hayvanın gövdesinin ne kadar büyüklükte olabileceğini tahmin etmelerini istedim. Bir nevi bilim insanlarının yaptığı işti. Çocuklar hep bir ağızdan “Kedi, köpek kadar…” gibi cevaplar veriyordu. Ardından ayak izini biraz büyüttüm ve yine hayvanın büyüklüğünü tahmin etmelerini istedim. Öğrencilerim bilim insanı gibi tahminlerde bulunuyordu, eğlenmişlerdi. Güneş ise ilginç bir cevap vermişti, soruyu dinozorlar ile ilgili bilgileri diğer bilim insanların- dan almışızdır diye cevapladı. Fakat diğer bilim insanının o bilgiye nerden ulaştığına dair bir fikir yürütememişti.

Öğrencilerimin geneli bilimsel metotlardan habersizdi. Bilimin doğasına, bilimsel araştırmala- rın nasıl yapılacağına dair sınırlı fikirlere sahiptiler. Ayrıca bilimin bir insan çabası olduğunu, belli ölçüde hayal gücüne ihtiyaç duyduğunu, yaratıcılık ve merak içerdiğini düşünemiyorlar- dı. Sorularıma parmak kaldıran ve cevap veren öğrenci sayısı da oldukça azdı. Bu onların bi- limin doğası ile ilgili fikirlere sahip olmadığını gösteriyordu. Sadece Papatya, Gül ve Karınca bilimsel metotlarla ilgili fikirler söyleyebilmişti. Ayrıca, Papatya bilimin olayları açıklayabil- mek için matematikten yararlanabileceğini düşünüyordu. Menekşe ve Aslan’ın da bilim ile teknoloji arasında ilişki kurmaya çabaladıklarını gözlemleyebilmiştim. EKTH öncesi öğrenci- lerimin büyük çoğunluğunun bilimin doğası anlayışından yoksun olduğunu söyleyebilirdim. EKTH uygulamalarıma başlamadan önceki hazırlık aşamasını özetleyen fotoğrafta da görül- düğü gibi öğrencilerim tartışmaya iyi odaklanmıştı. Söz hakkı alıp konuşan öğrencilerimin yüzündeki tebessümden derse karşı ilgili oldukları da anlaşılıyordu. Bilimin doğası anlayışla- rını geliştireceklerine inanıyordum.

124

Şekil 4.1. Sınıfımın EKTH uygulamalarına hazırlık aşamasına ait bir fotoğraf

Tartışmanın ardından öğrencilerime renkli kâğıtlar dağıtmıştım, bunlarla kendilerine fen gün- lüğü hazırlayacaklardı. Bu onları çok mutlu etmişti. Ayşe fen dersinde olduğu için çok mutlu olduğunu söylemişti. Melek ise hikâyeyi okumak için sabırsızlanan öğrencilerden biriydi. Günlüklerine EKTH uygulamalarımızı anlatacaklar ve içerisini cümleleri ve çizimleriyle iste- dikleri gibi süsleyebileceklerdi. Artık EKTH’lere başlamak için diğer haftayı iple çekiyor- duk…

125