• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: BELEDİYELERDE STRATEJİK YÖNETİM

2.1. Kamuda Stratejik Yönetime Geçiş

2.1.1. Kamu Yönetiminde Değişimi Gerekli Kılan Nedenler ve Gelişmeler

2.1.1.3. Ekonomi Teorisinde Yaşanan Gelişmeler

Kamu yönetiminde yeniden yapılanma ihtiyacının gündeme gelmesinde Keynesyen ekonomi modelinin tıkanmasıyla baş gösteren mali krizlerin payı büyüktür. Özellikle 1970’li yıllarda meydana gelen mali krizler, ülkelerin ekonomi politikaları ve kamu yönetimleri üzerindeki eleştirilerin artmasına neden olmuştur (Eryılmaz, 2004a: 137).

1973’deki petrol krizinin etkisiyle artık kronikleşmiş olan ekonomik durgunluk, işsizlik ve kamu yatırımlarının azalmasındaki artış, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzen ve dengeyi sarsmıştır. Bunun yanında artan taleplerin durumu daha da kötüleştirmesi, hükümetleri ister istemez hizmetlerde maliyeti azaltmak ve verimliliği artırmak amacıyla verimsiz işleyen alanlara yönelik bazı önlemler almaya itmiştir. Hatta İngiltere’de tüm bu olumsuzlukların nedeni olarak Refah Devleti anlayışının görülmeye başlandığı belirtilmektedir (Bilgiç, 2003: 30; Al, 2002: 120).

Refah devleti anlayışı 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın yaşandığı dönemde gündeme gelmiştir (Şaylan, 2003: 84). İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı eserinde krizden kurtulmak için devletin ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerektiğini

savunmuştur. Keynes’in düşünceleri, 1940’lı yıllardan itibaren birçok iktisatçı tarafından paylaşılmış ve devletin ekonomideki rolü ve fonksiyonlarının genişletilmesi görüşünü savunmuşlardır (Aktan, 2003: 24).

Bu görüşler sadece ekonomi alanında sınırlı kalmayarak, toplumsal ve siyasal alanı da etkilemiştir. Diğer bir ifadeyle, Refah Devleti anlayışının hâkim olduğu dönemde, piyasa ekonomisinin başarısızlığına ilişkin teoriler geliştirilmiş ve kamunun ekonomik faaliyetleri ve bireylerin refahını belirlemede belirleyici olması gerektiği görüşü egemen olmuştur (Al, 2002: 116). Devletin bu dönemde, adil bir toplum düzenini sağlamak, ekonominin sağlıklı bir biçimde işlemesini güvence altına almak için bizzat işletmeci olmayı da kapsayan biçimde ekonomiye müdahale ettiği belirtilmektedir (Şaylan, 2003: 99).

Sonuçta devletin görevlerinde bir hayli artış gerçekleşmiş, devlet birçok sosyal içerikli hizmetleri de üretmeye başlamış ve büyük örgütlenmeler kurma yoluna gitmiştir. Bu gelişme giderek daha büyük oranda kaynağın kamu örgütleri tarafından kullanılması anlamına gelmektedir (Özer, 2005: 135). Fakat zamanla devletin, kullandığı kaynakları israf ettiği, yeterince etkin ve verimli olarak kullanamadığı, hizmetlerin kalitesiz, yetersiz ve zamanında yerine getirilmediği gibi eleştiriler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu eleştiriler çeşitli zamanlarda yaşanan mali krizlerin etkisiyle de yoğunlaşmış ve devletin görevleri tartışılmaya başlanmıştır.

Ekonomik krizlerin, siyasal dengeleri, toplumsal yapıyı ve kültürel formları değiştirebildiği ve devletin yeniden yapılanmasına yol açabileceği belirtilmektedir (Şaylan, 2003: 118). Nitekim 1970’lerin ortalarından itibaren petrol fiyatlarındaki artışın da etkisiyle birçok ülkede baş gösteren mali kriz, bunu aşmak için uygulanan açık bütçe ve borçlanma politikaları, vergilendirmede gelinen sınır, özel sektörde görülen olumlu gelişmeler, refah devleti kurum ve politikalarını itibardan düşürmüştür. Bunun yerine piyasa ekonomisine dayalı liberal politikalar uzun bir aradan sonra tekrar önem kazanmıştır. Bu politikalar, devletin küçültülmesi, kamusal mal ve hizmet üretiminde piyasadan daha çok yararlanma, özelleştirme, serbestleşme, sübvansiyonların azaltılması ya da kaldırılması, sosyal fonların daraltılması gibi uygulamalarla kendini göstermiştir (Eryılmaz, 2004b: 54).

Liberallere göre; kamunun faaliyet alanı ilke olarak tekel niteliğine sahiptir ve rekabetçi değildir. Kamu kuruluşları kâr amacı gütmemekte, iflas etmeleri ya da başarısızlık nedeniyle faaliyetlerinden çekilmeleri küçük bir olasılık olsa da politik kararlarla faaliyet dışı bırakılabilmektedirler. Kamunun ürettiği mal ve hizmetlerde tüketicinin belirleyici ve etkileyici rolü bulunmamaktadır. Bu ve buna benzer nedenler kamuyu verimsizliğe iten nedenlerdir. Kamunun faaliyet alanının özel girişim lehine olarak küçültülmesi çözüm olarak sunulmaktadır (Aksoy, 1998: 5).

1970’lerin ikinci yarısında mali krizin aşılmasında “idari reform” yaklaşımının yanı sıra, yönetim alanında bir paradigma değişimine ihtiyaç olduğu yönünde güçlü eğilimlerin ortaya çıktığının da altı çizilmelidir. Nitekim 1980’lere kadar olan dönemde kamu yönetimi alanında yapılan reform ya da ıslahat çalışmaları hep kamu yönetiminin kendi iç yapısına, işleyiş biçimine, örgüt yapılarına vs. yönelik olarak iyileştirme yapılmasıyla sınırlı kalmışken, bu tarihten sonraki çalışmalar yönetim anlayışının da yeniden ele alınmasını ve değerlendirilmesini gerektiren “yeniden yapılanma” biçiminde devam etmektedir (Eryılmaz, 2004b: 55).

Ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetimsel boyutları olan kapsamlı bir dönüşümü simgeleyen ve tanımlayan bu reformların “yeni sağ” akımın programı olarak giderek popülerleştiği görülmektedir (Aksoy, 1998: 4). Keynesçi refah devleti anlayışı kolektivizm, sosyal haklar ve eşitlik üzerinde dururken yeni sağ, ferdiyetçilik, eşitsizlik ve özgürlüğe vurgu yapmaktadır. Yeni sağ düşünceye göre kamu hizmetlerinin sağlanmasında devletin rolü ve müdahalesi asgari düzeyde olmalıdır. Diğer bir ifadeyle devlet işlevlerini azaltmalıdır. Çünkü serbest piyasada kıt kaynaklar en verimli alanlarda kullanıldığından, ekonomik gelişmenin de bu yolla daha iyi sağlanacağı düşünülmektedir (Bilgiç, 2003: 31; Al, 2002: 119).

Yeni sağ akımının doğal uzantılarından biri de minimal ya da gece bekçisi devlet anlayışıdır. Bu anlayışa göre özelleştirme ve deregülasyonlarla devletin ekonomik alandaki işlevlerinin serbest piyasaya devredilmesi gerekmektedir. Devletin sadece yasa ve düzen sağlamakla yetinmesi gerektiği düşüncesi yeni sağ akımın politik hedeflerini oluşturmaktadır (Şaylan, 2003: 137).

Birçok ülkede yönetimde yeniden yapılanma çalışmaları 1980’li yıllarda başlamış ve çeşitli isimler altında devam ederek 1990’lı yıllarda ivme kazanmıştır. Reform ya da

yeniden yapılanma konusunda, sosyal demokratlarla muhafazakârlar arasında politikalar açısından pek fark olmadığı belirtilmektedir. Mesela, Fransa ve Avustralya’da reformları sosyal demokratlar, İngiltere ve ABD’de ise muhafazakârlar başlatmış olmasına rağmen, iktidar değişiklikleri süreci kesintiye uğratmamıştır (Eryılmaz, 2004b: 60). Diğer bir ifadeyle, refah devleti uygulamalarının hem sağ hem de sol hükümetler tarafından bir mutabakat olarak uygulanması gibi, neo-liberal politikaların da hem sağ hem de sol hükümetler tarafından ortak mutabakat şeklinde yürütüldüğü söylenebilir (Al, 2002: 122).

2.1.1.4. Kamu Yönetiminin Yeni Beklentileri Karşılayamaması ve Ortaya Çıkan