• Sonuç bulunamadı

Y. Ö.K DÖKÜMANTASYON MERKEZİ TEZ VERİ FORMU

1.5 Abdülhak Hâmid Tarhan (1852 1937)

1.5.4 Duhter-i Hindû (1876)

Duhter-i Hindû, yazım aşamasındayken ne İlgiltere’yi ne de Hindistan’ı görmüş bir yazarın, sadece Hindistan tarihini araştırıp sorgulayan A. H. Tarhan’ın, hayal dünyasından, siyasi bir bağla bütünleşerek ortaya çıkar. diplomat bir aileden geldiği için, daha küçük yaşta İngiltere’nin dünya politikasında düşünce sahibi olmuş, İngiltere’nin sömürgeci politikasına isyanı bu yapıtla ortaya çıkmıştır.116

114

Y.a.g.y. 115 Y.a.g.y.

Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı yapıtında, Duhter-i Hindû’nun Hatime’si için şunları söyler: “Abdülhak Hâmid’in Duhter-i

Hindû mukaddimesi, Celâl mukaddimesi gibi sadece dramla komediyi ayırmamak ve zaman, mekan ve vak’a birliklerini tabii bulmamaktan ibaret olan tekliflerde kalmaz. O, açıktan açığa romantik tiyatroyu ister. Hâmid, bu mukaddimede yaşadığımız günlük hayattan bahseden bir eserin, bir şahsın yüzüne ayna tutmak kadar lüzümsuz bir iş olduğunu söyleyerek, tiyatroda açıkça tarihi zamanı veya uzak memleketleri tercih eder. Sanat eserinin insana daima ayna olduğu hakikatini tekrarlarsak, bu kıyasın aldatıcı tarafını göstermiş oluruz.”117 Tanpınar’ın vurguladığı gibi

oyunlarında tarihsel zamanı önde tutan ve uzak ülkelerde yaşanmış gösterdiği olayları aktaran yazarımız başlangıçtan beri edebiyatımızda görülen milli oyun anlayışını da sürdürmektedir. Bu saptamaya benzer bir değerlendirme ile Niyazi Akı da, A. H. Tarhan’ın, Duhter-i Hindû’nun sonuna koyduğu Hatime’de yaşanmakta olan olayları sahneye aktararak, toplumun önüne sermenin bir insanın yüzüne ayna tutmaktan farksız olacağını belirttikten sonra, bunun yerine tarihimizde bize ders verecek olayları sahnelemenin daha uygun olacağının özellikle altını çizer. Milli sayılan yapıtların beğenildiğini düşünerek milli adını taşıyan oyunların hiç olmazsa Osmanlıların şanını yüceltici nitelikte olan, fakat tarihlerin çok az değindikleri olaylardan yararlanarak yazılmasını istediğini vurgular.118

A. H. Tarhan, Duhter-i Hindû’nun sonsözünde, halkın milli tiyatrolara karşı duyduğu ilgiden uzun uzun bahseder: “Şimdi halkımızın rağbeti milli tiyatrolara

münhasır gibidir. Tercüme olunan ve mündericâtı ahlâk-ı milliyemize tevâfuk etmeyen oyunlara nazar-ı iltifat ile bakılmıyor. Hele mütercem olmayıp da ecânibden, meselâ İran veyahut Çin kavimlerinin âdât ve ahlâkına dair bir oyun hatırlara bile lâyih olmuyor”119 Şimdi halkımızın ilgisi milli tiyatrolara yönelik gibidir, diyen A. H. Tarhan, çevrilen ve içeriği milli ahlâkımıza uymayan oyunlara pek iyi gözle bakılmadığının altını çizer. Özellikle çeviri olmayıp da yabancılardan, örneğin, İran ya da Çin kavimlerinin geleneklerine, ahlâkına dair bir oyunun akıllara

117 Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.y., 284 s.

118 Niyazi Akı, Türk Tiyatro Edebiyatı Tarihi I, 197-198 s.

119

bile getirilemeyeceğini söyler. Bu hem oyunun anlaşılma güçlüğünden hem de o dönem milli tiyatrolara duyulan ilginin yoğunluğundan kaynaklanmaktadır.

A. H. Tarhan, şu soruyu sormadan da geçemiyor; milli adıyla çıkan yapıtlarımız aslında diğerlerinden üstün müdür? Kendi inancına göre üstün olmadığını, şu sözleriyle açıklıyor; çünkü bir milletin tarihinde övünülecek bir büyüklüğünü ya da seçkinlerinin en şöhretlisinin övünç veren serüvenlerini anlatmadığı halde bireylerinin bugünkü yaşam biçimlerini, geleneklerini anlatacak türde bir tiyatro yazmak bir şahsın yüzüne karşı ayna tutmaktır. Tarihi ya da milli bir oyun yazmak kadar, bugünkü yaşamı, gelenekleri de yazmanın ne kadar önemli olduğunun altını çizen ve bir insan için, biçimsel olarak gözlemlerinde bildiği bir şeyi bir daha öğrenmiş olmaktan başka bir üstünlük olmadığını söyleyen A. H. Tarhan, bu şekilde yazılan milli bir yapıta tiyatro değil, ahlâk kitabı denilebilir diyor:

“Ya millî nâmıyla çıkan eserlerimiz hadd-i aslında ötekilere fâik midir? Benim itikadımca değildir, çünkü bir milletin tarihince fahrolunacak bir azametini veya uzemâsınndan bir müştehirin sergüzeşt-i fâhirânesini ihtâr etmediği halde, efrâdının bugünkü sûret-i imtizac ve âdetini bildirecek yolda bir tiyatro yazmak bîr şahsın yüzüne karşı ayna tutmak gibidir ki, şeklinin müşahedesinde bildiği şeyi bîr daha öğrenmiş olmaktan başka fazilet yoktur. O yolda bir eser-i millîye tiyatro değil, ahlâk risalesi denebilir.”120 A. H. Tarhan, o türden bir yapıtın adına milli denildiği için değil, ahlâka hizmet etiği için öyle değerlendirilmelidir diyor. İçli Kız tiyatrosunun konusu bugün olması muhtemel bir olaydan başka bir şey olmadığını, geçmişimize ilişkin hiçbir bilgi sunmadığını, tarihimizden kaynaklanan hiçbir bölümü olmadığını, fakat İçli Kız’ın da milli adıyla çıkan tiyatrolar gibi olduğunu söylüyor: “O yolda bir eser, nâmına millî denildiği için değil, hâdim-i ahlâk olduğu

için mütalaa olunmalıdır. Meselâ benim İçli Kız tiyatrosunun mevzuu bugün vukuu muhtemel bir vak’adan başka bir şey değildir. Sevâbıkımızca hiç bir malumat arzetmez, tarihimizden me’hûz hiç bir fıkrası yoktur. Halbuki İçli Kız da millî nâmıyla çıkan tiyatrolar îdâdındandır, halbuki lâzım olduğu gibi millî değil o da yalnız ahlâk risalesi addolunabilir.”121

120 Y.a.g.y.

A. H. Tarhan, Türkçe tiyatro oyununa milli diyebilmek için ya Lazlar, Kürtler, Arnavutlar gibi benzer soylardan yani Osmanlı milletinin bireylerinden olup da gelenekleri, yaradılışları halkımızca bütün ayrıntısıyla bilinmeyen kavimlerin, toplulukların hallerinin, içinde bulundukları durumuna ilişkin olması gerektiğini savunurken şöyle diyor: “Türkçe tiyatro oyuna millî diyebilmek için ya Lazlar,

Kürtler, Arnavutlar, vesaire idâdından yani millet-i Osmaniye efrâdından olup da âdet ve tabiatları halkımızca etrafıyla malum olamayan akvamın tesâvir-i ahvâline dair olmalıdır: Müelliflerinin himmet-i millet-perverânesini inkâra mecal olmayan Ecel-i Kazâ gibi, Besa gibi, Delile ile Ebululâ gibi.”122

Yine milli tiyatro nitelikli oyunun nasıl olması gerektiğini anlatmaya devam ediyor: “Yahut tarih-i İslâmca bazı havârık-ı vukuat yine İslâmdan vücudu fahra

sebep bir şöhret-i azîme sahibinin tercüme-i kemâlini müş’ir olmalıdır. Üdebâ-yı garbın tarihlerden istihrâç ile âlem-i ma’rifete pek çok misâlini yadigâr ettikleri halde bizde henüz bir eseri görülemediği gibi. Veyahut mündericâtı Osmanlıların halde, mazide i’tilâ-yı şânını mucib bir vak’ayı musavvir olmalıdır!”123 İslam

tarihinde bazı olayların insana şaşkınlık veren yönleri yine İslam’dan doğan övünç yaratan bir büyük şöhret sahibinin olgunluğunu gösteren yaşamöyküsünü aktaran, bildiren bir yapıt olmalıdır diyor. Batının yazarlarının tarihlerden çıkartıp bilgi alemine, pek çok örneğini armağan ettikleri halde, bizde henüz bir örnek yapıtın görülmediğini de belirtiyor. Ya da içeriği Osmanlıların şimdiki halde ve geçmişte şanlarını yansıtan bir olayı betimlemiş olmalıdır. Benzerlerini görmemekle üzüntü duyduğumuz Akif Bey ve Vatan Yâhûd Silistre adlı oyunlar gibi. Hâmid’in verdiği her örnekle, okuduğu oyunları, tiyatroyu yakından takip ettiğini görüyoruz. Ayrıca Namık Kemal’in etkisini de A. H. Tarhan’ın bu önsözünde olduğu gibi hemen hemen tüm önsözlerinde de hissediyoruz.124

122 Y.a.g.y.

123 Y.a.g.y.

124 Duhter-i Hindû hakkında, N. Kemal mektuplarında, oyundaki bazı ifadeleri yadırgadığını söyler. N. Kemal, Hâmid’e yazı, edebiyat konusunda 21 Şubat 1876 tarihli mektupta bir çok öğütler vermektedir. Bkz.: Namık Kemal’in Hususi Mektupları-1-, İstanbul, Avrupa ve Magosa Mektupları, Hzl.: Fevziye Abdullah Tansel, 430-431 s.; Namık Kemal’in Hususi Mektupları-2-, İstanbul ve Midilli Mektupları -1, Hzl.: F. Abdullah Tansel, TTK Yayınları, Ankara,1969, 190 s.

A. H. Tarhan’ın bu önsözündeki yazıların bir kısmını ise sadeleştirerek aktarmak istiyoruz. Çünkü kullanılan betimlemelerin, aktarımın, örneklemenin öne çıkan güzelliğini paylaşmak istiyoruz: “Sırf bugünkü yaşayışımızdan örneğin bir ailenin içli dışlı geçen yaşamının anlatıldığı bir tiyatro insana aynanın yansıtımı türünden olanca tarihsel olaylarını yazmak da olgunluk yaşına ermiş bir adama gençliğindeki resmini göstermek gibidir ki, her sahnede gençliğinin hatırasının yinelenen o güzelliklerini yaşamış olmaktan istifade etmiş, yararlanmış; hele doğasının yapısını anlatanlar ise bir insana vücudundan ayrılmayıp da, doğal görünüşü içinde rastlayamayacağı bölümlerini gösterme derecesinde faydalı olur. Hatta bugünkü adet ve yaşayışımızı betimleyen bir oyunun sahnesi ve yorumlanışı bir yararlı oluşu göstermekle birlikte, belki diğer milletlerin yaşayış biçimlerini, görgülerini gösteren çeviri eserler derecesinde bile rastlanamaz. Çünkü çevrilmiş olanı görmekle yabancıların göreneklerinden hiç olmazsa azdan az, bilgi almak vardır. Hele bu araçla (çeviri yoluyla) Batı edebiyatının ünlülerinin akıllara hayret veren edebi güzellikleri ortadayken halkın arasında ve milli ahlâkımıza ilişkin olduğu için efsane tarzında yazılan tiyatrolarımızın (mitoloji) dışında tutulması hiç de doğru değildir.”125

A. H. Tarhan bu önsözünde “Türkçe yazılan ancak yaşayış biçimi bizim meçhulümüz olan kavimler üstüne yazılan” oyunlara ilişkin görüşlerini de şöyle özetler: “İnancımca bunlar dahi özel olarak değerlendirdiklerimden sonraya kalan ve milli adıyla çıkıp gerçekte ahlâk kitabından başka adı olmayan tiyatrolarımıza tercih olunur. Çünkü ahlâka hizmet etmek, halka örnek göstermekle beraber durumuna ve yapısına vakıf olmadığımız bir milletin konumundan bahseder. Mâcerâ-yı Aşk bir dereceye kadar bu türden sayıldığı gibi Atala adlı o güzel yapıt ile bu Duhter-i Hindû dahi adı geçen kavimlerin geleneklerinden haber verdiği için o türe dahildir. Atala (R. M. Ekrem) bence Vuslat’tan (R. M. Ekrem) ona benzer ahlâk tiyatrolarından hem daha faydalı hem daha mükemmeldir, daha tamdır, daha tiyatrodur. Çünkü Vuslat ne tarihseldir ne de Urban (Çöl Arapları) ne de Kürtlerden söz eder. Fakat Atala, yaşam biçimi hareketleri bizce bilinememiş bir topluluğun tümünün tanımını anlatır, açıklar, işaret eder, gösterir. Nitekim Zavallı Çocuk edebi

bir eser olarak İçli Kız dahi Vuslat gibi İstanbul’da geçtiği düşünülen, bir olayı betimler ki faydaları bir soyut ahlâkı anlatmaya dönüktür. Demek istiyorum ki madem ki milli tiyatrolar özgün(telif) ve çeviri ya da Atala ile Duhter-i Hindû gibi yabancı sayılan tiyatrolara üstün tutuluyor, milli diye yayımlanan bir oyun ya Osmanlıların şanını yüceltecek biçimde olup tarihçe özetlenerek geçilen bir olayın en mükemmel bir biçimde tanıtımını yâhûd büyüklüğünün özelliklerini tarihin sayfalarında yaşarken her nasılsa dillere, konuşmalara aktarılmamış, aktarılarak süslenmemiş İslam büyüklerinden bir bilgin kişinin yaşamöyküsünü içermelidir.” diyerek tarihsel oyun üstüne olan algısını yansıtmaktadır.

Duhter-i Hindû’nun yazılışında, tiyatro kurallarıyla açıklanamaz oyun kişilerinin bazısının ayrıntılı açıklamalı konuşmaları, diyalogları hele tiyatro sahnesinde büsbütün garip kaçabilir düşüncesinde olan A. H. Tarhan, bunun sebebini amacının hayalin betimlenmesi olduğundan yazılış sırasında tiyatro sahnesinde sahnelenip sahnelenmeyeceğini düşünmediğinden düşüncelerinin derecelerini aktörlerinin anlatımdaki, konuşmadaki katılık derecesine uygun bulmadığını, asıl amacının Osmanlı edebiyatında benzeri olmayan bir şiir dilini, o yoldaki şiirlerin Türkçe’de nasıl söyleyeneceğini denemek olduğunu vurgularken vardığı karar dilimiz için ilginç bir sonuçtur: “Sonuçta anladım: dilimiz her yolda, her türde duyguları anlatmak için uygundur. Bu yapısıyla da inceliğini, güzelliğini hiç yitirmeyecek.”