• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM: CİNSİYET ROLLERİ VE SEMBOLİZMİ AÇISINDAN ATAERKİL

3.1. Erillik Konotasyonları ve Erilliğin Ön Plana Çıkması

3.1.2. Doğa’nın Domestikasyonu

Bu alt bölüme başlamadan önce başlıkla ve başlıkta yer alan ‘domestikasyon’

terimiyle ilgili kısa bir açıklama yapmak yerinde olacaktır. Bu terim dilimizde;

uygarlaştırma, kültürleme, evcilleştirme, ehlileştirme gibi anlamları karşılamaktadır.

Domestikasyon terimini kullanmaktaki amacımız doğanın ve kadının yalnızca baskı altına alınması değil mitler yoluyla doğanın ve kadının kültürleşme evresi ile birlikte deyim yerindeyse yeniden yoğrulmasını vurgulamaktır. İnsanların (ataerkil göçmenlerin), doğanın ‘gizli güçlerine’ karşı yürüttükleri ‘amansız’ savaşlar sonucu belli başarılar elde ettikleri düşünülmüş ve bu durum mitlerde karşılığını bulmuştur.

Zaman içerisinde doğanın gizemlerinin yavaş yavaş çözülerek aşılmasıyla birlikte doğa artık eskisi kadar korkunç görünmemiş olacak ki yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Bu yapıda erkek, doğanın gizli ve ürkütücü güçlerine karşı savaşan güçlü bir model olarak görülmeye başlanmıştır. Kadın ise doğa ile bir tutulan ve onun gibi aşılması, fethedilmesi gereken bir engel olarak görülmüştür.

33 Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm adlı eserinin başkahramanı.

125 Kadınların hemen hemen tüm mitlerde eksik, fazla veya sorunlu olduğu; eril düzene uymadığı ve baskı altına alınması gerektiği düşünülmüştür. Apollonik logosun yani akıl alanının etki altına almaya çalıştığı doğa bir önceki alt bölümde de vurguladığımız gibi kadın ve kadın bedeni olarak simgelenir. Klasisizm, vahşi, dizginlenemez olanı dizginlemeye, şekilsizi bir kalıba sokmaya, taşkın olanı ehlileştirmeye devam etmekte, çirkinlikleri, fazlalıkları, gözün alanına girdiğinde gözü rahatsız edenleri, “güzellik” ölçülerine sokmanın savaşımını binyıllardır sürdürmektedir. Paglia’ya göre, “Güzellik, kitonyan olanın Apollonik tarzdaki bir yeniden değerlendirilmesidir” (Paglia, 2004, s. 28; Bülbül, 2010, s. 67).

Apollon tanrının en çok ululandığı eser şüphesiz Aiskhylos’un, ‘Oresteia’ adlı üçlemesidir. Bu eserde Apollon, aklı ve bilgeliğiyle ahlaksızlık ve haksızlığa karşı duran bir yapıda gösterilmektedir. Ancak aslında Apollon, aklı ile kitonyen doğa ve kadın üzerinde baskı kuran, Athena’nın yönettiği mahkemede savunucu konumunda olmasına rağmen Athena’dan dahi üstün gösterilen bir yapıdadır. Apollonik baskıcılığın ve domestikasyonun kadın ve doğa üzerinde çok ciddi bir biçimde hissedildiği görülmektedir. Orestes’in annesini öldürmesi, babasının öcünü almasından ziyade doğanın kültür tarafından zapt edilmesini amaçlamaktadır. O zamana kadar sayısız darbe yiyen anaerkil sistem en son Oresteia’da aldığı darbe ile teslim olmuş ve kültürün ve erkeğin boyunduruğu altına girmiş olarak gösterilir. Paglia bu eserle ilgili:

“Apollon’un Olympos'daki doğrusal uzanımlı kolu, kitonyen doğanın bayağı kargaşasının baskı altına alınmasına işaret eder. Apollon, Oresteia'daki gibi, o şehvetli altbilincin büyük süperegoyla zaptedilmesidir” (Paglia, 2004, s. 119) der.

Ataerkil aile yapısı şimdiye kadar incelediğimiz mitlerden ve efsanelerden de anlaşılacağı üzere son birkaç bin yılın ürünüdür ki bu dönem Hint Avrupa göçlerinin

126 tarihi ile uyumludur. Ataerkil din ve toplum yapısına sahip olan Hint Avrupalı halkların aile yapısında tüm ihtiyaçların erkekler tarafından karşılandığı, kadınların ise yalnızca çocuk doğurma yetisi sayesinde var olabildikleri mitler ve efsanelerde sürekli bir biçimde vurgulanır. Reed bu konuda şu yorumu yapar:

Medea, Oedipus ve Orestes, ataerkil ailenin utku sağlaması için ödenen korkunç bedeli oyunlaşmış bir biçimde yansıtmaktadır. Başka bir deyişle, baba ailesi, öncesiz zamanlardan beri var olmak şöyle dursun, daha birkaç bin yıl önce varlık kazanmıştır. Ve ilkel akrabalık dizgesi, konu sayılmamak bir yana, baba ailesinin doğumunu açıklayan konunun ta kendisidir (Reed, 2003, s. 157).

Doğa ile bir tutulup yüceltilen kadın ise doğanın gizemlerinin yavaş yavaş çözülmesi ile birlikte eski güçlü konumunu kaybetmeye başlamıştır. Aşılmaz sanılan denizler aşıldıkça, geçilmez sanılan sınırlar geçildikçe kadın da artık önemsiz ve değersiz bir varlık olarak görülmeye başlanmıştır. Artemis’in korkunçluğunu yitirip babası Zeus’un dizine oturması ve şımarık bir kız çocuğu edasıyla babasından isteklerde bulunması gibi kadın da artık tahtından indirilmiş ve yerine ‘doğanın amansız güçlerine karşı korkusuzca savaşan’ erkek geçmiştir.

Aiskhylos, Oresteia adlı eserinde Erynislerin, Athena’nın yönettiği mahkemeden sonra Eumenidler adını aldıklarına işaret eder: Kötü huylu Erynslerden, iyi huylu Eumenidler’e dönüşüm! Bu da büyük oranda Apollon’un, Orestes’i savunması sayesinde olur ki tragedyada Orestes’i, annesini öldürmesi için kışkırtan da yine Apollon olarak görülür. Ataerkil dönüşümün en önemli temsilcilerinden biri olan Apollon, kadına karşı erkeği, anneye karşı babayı savunur. Birçok mitte gizli olarak arka planda görülen Apollon’un bu eserde başkahraman Orestes’in annesini öldürme eyleminde yol gösterici olarak ön plana çıkması ve mahkemede bizzat Orestes’in

127 savunmasını yapıyor olarak gösterilmesi kültürün doğaya, kadının ise erkeğe indirdiği son ve en can alıcı darbedir.

Bu eserde kadının özellikleri özetle şu şekilde sıralanmıştır: Erinyslerin Athena başkanlığındaki mahkemede Klytaimnestra kimliğinde kadını savunamayacak kadar akıldan yoksun olmaları, sürekli kötülük ve huzursuzluk yaymaları, Klytaimnestra’nın kralı öldürerek halkı ve ülkeyi kaosa sürüklemesi, yine kocası ülkesinin yararına canını hiçe sayıp cephede savaşırken, Klytaimnestra’nın aşığıyla birlikte olarak ahlaksızlık örneği oluşturması ve sinsice planlar kuran bir karaktere sahip olarak gösterilmesi vb.

özellikler kadını her yönüyle kötü bir varlık olarak göstermektedir. Erkek ise Agamemnon kimliğinde savaşlar kazanan ve bu kazanımlar yoluyla ülkesine ve halkına refahı ve bolluğu getiren güçlü kral, Paris ve Helene olayında ahlaksızlığa karşı duran, Orestes ve Apollon kimliğinde ise akılda üstün olan, ahlakı savunan ve tüm bu nedenlerden ötürü babayı anne karşısında yücelten taraf olarak ön plana çıkarılmaktadır.

Kadının, tüm bu kötü eylemleri sebebiyle Apollonik düzene uymayan bir yapıda olduğu vurgulanmaktadır. Hemen hemen tüm yaratılış mitlerinde ataerkil Apollonik düzen öncesindeki dönem daima kaos olarak nitelendirilir. Bu durum birçok mitolojide kendine bu şekilde yer bulur ve erkeğin akıl yoluyla kaosu kozmosa çevirdiği aktarılır.

Anaxagoras: “Başlangıçta her şey bir aradaydı; sonra akıl geldi ve düzeni kurdu” der (Nietzsche, 2011, s. 79). Paglia ise eril yaratılış efsanelerinde başlangıcı daima eril bir tanrıya bağlayan ve bu tür efsanelerde daima erkeğin kadın karşısında üstün varlık olarak yüceltildiğini bildiren mitlere değinir ve aslında her şeyin maddenin kaosundan ileri geldiğini vurgular (Paglia, 2004, s. 54). Yine aynı eserinde, “Oresteia, tarihin doğadan topluma, kaostan düzene, duygudan akla, intikamdan adalete ve kadından erkeğe doğru katettiği yolu yeniden özetler” der (Paglia, 2004, s. 114).

128 Oresteia adlı eserle birlikte, doğa’nın ve kadının baskı altına alındığı yüksek sesle dillendirilir. Doğa ve kadın, tıpkı Erinysler örneğinde olduğu gibi domestike edilmiştir, yani yabanıl, kötü ve uyumsuz niteliklerinden arındırılarak rasyonalize edilmiştir ve bu sayede kendisine Apollonik kültür alanında ‘bir yer’ bulabilmiştir. Bu domestikasyonun en önemli sacayağı şüphesiz eril akıldır. Elgün, Lloyd ve Bacon’dan yaptığı alıntılarla bu konuyu şu şekilde açıklar:

Bacon’ın Aydınlanma felsefesindeki önemi, bilgi ile doğaya hükmetme bununla birlikte doğayı kadın ile özdeşleştirerek ona da hükmetme düşüncesinde yatar. Bacon’a göre bilgi, doğayı zapdetmek için edinilmesi gereken bir bütündür ve kendinden önceki filozofları doğa ile bilim ilişkisini yanlış kurdukları için eleştirmiştir. “Bilginin kendisi, Doğa’nın tahakküm altına alınmasıdır” (Lloyd, 1996, s.34).

Bilim ve doğa arasındaki koşutluğu aynı biçimde bilim ve kadın arasında da kurarak kadını doğa ile bir tutar. Bacon, “insan ırkının evren üzerindeki iktidarı”ndan erkek ırkının doğa (kadın) üzerindeki iktidarına işaret ederek erkek ırkçılığını modern bilimin kökenine oturtmuş” (Akkılıç, 1997) olur. (Elgün,2010, s. 19-20).

Efesli verimlilik ve bereket tanrıçası Artemis’in şımarık bir kız çocuğuna dönüşmesi; Atina’nın baş tanrıçası Athena’nın gerek Poseidon’un darbesiyle gerekse de Zeus’un eril yaratımı kendinde deneyimlemesiyle eril bir yapıya bürünmesi; Giritli Hera’nın baş tanrıça konumundan indirilip kıskanç ve seksüellikten başka hiçbir edimi olmayan Zeus’un karısı formuna büründürülmesi; verimlilik ve bereketin tanrıçası Demeter’in kuraklık yayan tanrıça olarak görülmesi; her şeyin yaratıcısı olarak görülen Ādi Şakti’nin ortadan kaldırılması; Sarasvatī, Lakshmī ve Pārvatī’nin eril tanrıların karıları olarak gösterilmeleri gibi daha birçok örnek anaerkil dönemden ataerkil döneme geçilirken Ana Tanrıçanın ve tanrıça formunda kadının konumunun ne şekilde değiştiğini göstermesi açısından son derece önemlidirler.

129 Verimlilik, doğa ve mitlerde ve efsanelerde doğa ile bir tutulan Ana Tanrıça ve kadın ile ilgili en önemli nitelendirmelerden biridir. Ancak ataerkil yapılı mitlerde bu özelliğin de erkeğe aktarıldığı görülmektedir: İndra’nın suları hapseden Vṛitra’yı öldürerek halkını kıtlıktan kurtarması; Zeus’un yağmur yağdırarak verimliliği sağlaması gibi özellikler verimlilik kültünün kadından erkeğe aktarıldığına işarettir. Oresteia’da Zeus, ‘açları doyuran yüksek verimi sağlayan tanrı’ olarak nitelendirilmektedir (Aiskhylos, 2016, s. 45).

Öte yandan kadınların, modern dünya düzeninde erkeklerle aynı konumu paylaşabilmeleri ise yalnızca erkek aklın ürettiği işleri başarıyla yapabilmeleriyle mümkün olmaktadır. Buna karşın kimi düşünürlere ve yazarlara göre bu bile aslında olmaması gereken bir durumdur. Kadının, yalnızca evinde uysal bir şekilde oturan, ahlak kuralları çerçevesinde davranan, erkeğine saygıda kusur etmeyen bir konumda olması gerektiği sıklıkla vurgulanmaktadır: yani tamamen domestike edilmiş, kötü huylarından arındırılmış, uysal bir yapıda olmalıdır. Buna göre Reed’in, açıklamalarına karşı yaptığı yorum, konumuz açısından son derece önemlidir:

Erkeklerle birlikte avlanan dişiler, avlanmayan dişiler kadar çok çoğalamazlar." Ve azarlayıcı bir havayla "Avrupa, Amerika kültürlerinin yarattığı kız kurularına ya da Afrika ya da Asya kültürlerindeki kısır kadınlara" işaret ediyor. Yazar en korkunç örneklemelerini Kuzey Amerika kadınlarına saklamış. Şöyle yazıyor:

"Avlanan kadınlar'daki 'genetik güçsüzlüğün' çağdaş bir çeşitlemesi var -bunu söylerken, görece olarak büyük bir etkileyicilik, yüksek bir konum gerektiren işlerde çalışan dişilerden söz ediyorum. Örneğin Kuzey Amerika'daki dişi yöneticilerin olağandışı bir bölümü, aşağı yukarı üçte biri bekar; evli olanlarsa çocuk yapmama ya da olağandan az sayıda çocuk yapma eğilimi gösteriyorlar". Kuşkusuz bunlar,

"erkekler tarafından yeğlenen" türden kadınlar değil. Tiger'a göre,

130 gerçi erkekler kuşkusuz sevimli, yetenekli ve zengin kadınları

yeğlerler ama, bu kadınların "erkeklerin evinde yeralması için" her şeyden önce "uysal birer güç" olmaları gerekir (Reed, 2003, s. 104).

Özetlemek gerekirse kadın, ataerkil kültür tarihi boyunca daima kötücül özelliklerle ilintilendirilen, baskı altına alınması ve ehlileştirilmesi gereken bir varlık olarak görülmüştür. Ataerkil düzen öncesinin daima kaos olarak nitelendirilmesi, ahlaksızlığın ve düzensizliğin bu dönemde yaygın olduğunun-özellikle mitler ve efsaneler yardımıyla-vurgulanmasıyla birlikte eril kültürel domestikasyonun gerekliliği sürekli olarak vurgulanmış ve toplum yine mitler ve efsaneler yoluyla buna inandırılmaya çalışılmıştır. Bu sayede erkek, kadını baskı altına almayı başarmış ve gücü ve aklıyla ön plana çıkmıştır. Kadın ise hemen her açıdan ikinci planda bırakılmış ve son derece önemsiz bir konuma indirgenmiştir. Öyle ki kadın yeni sistemde hemen her zaman kötücül özelliklerle bir tutulan, baskı altına alınması gereken, kötü ve güvenilmez veya tamamen önemsiz ve değersiz bir yapıda yorumlanmıştır.