• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM: CİNSİYET ROLLERİ VE SEMBOLİZMİ AÇISINDAN ATAERKİL

3.2. Dişillik Konotasyonları ve Dişilliğin Ötekileştirilmesi

3.2.4. Analık

Paglia, anaerkil dönemin, annenin bebek üzerindeki hakimiyetine dayandığından yola çıkarak, insanların çocuk odasından topluma geçişinin bu anaerkinin yıkılması anlamına geldiğini vurgular (Paglia, 2004: 56). Bu da aslında Kaos’tan Kozmos’a geçme miti ile benzerdir. Öyleyse anaerkinin, insan ve toplum psikolojisi ile ilgisi, her ikisinin de varoluşlarının ilk dönemleri olan bebeklik dönemlerine denk geliyor olmaları ile örtüşebilir. Bu süreç, psikolojik alt yapımızda annemize bağlı olduğumuz süreçten kendi başımıza bir birey olarak ön plana çıkışımıza kadar olan süreci nitelemektedir.

Toplumun da bu süreçlerden geçtiğini düşünürsek bizi yaratan, koruyan ve besleyen varlığa karşı duyulan sevgi, saygı ve korku karışımı olan süreç, toplumun bebeklik dönemine işaret eder. Zaman içinde bilinçlenen toplum doğanın sırlarını çözmeye başladıkça kadının/annenin sırları da çözülmeye başlanır. Sonuçta bu dönemin bitmesiyle birlikte doğanın sırlarına vakıf olunduğu düşünülür. İnsanların çevrelerinde olup bitenlerin sebebini araştırmaları ve bunlara zaman içinde çeşitli anlamlar yükleyerek kodlamaları elbette doğal bir süreçtir, ancak burada yanlış olan bir şey vardır ki bu da insanlığın zaman içinde kaydettiği tüm bu gelişmeleri çok farklı ve çok yanlış bir noktaya çekmeleridir: cinsiyet ayrımcılığı.

Platon’un Şölen adlı eserinde anlatılan “Yuvarlak İnsan” mitiyle başlayan bu süreç, Aiskhylos’un Oresteia adlı trilogiasıyla en katı biçimine kavuşur: cinsiyetlerin ayrışmasından, erkeğin kadına, babanın anneye üstünlüğüne doğru ilerleyen süreç!

178 Şölen adlı eserde ataerkil ussal düzenin baş tanrısı Zeus kendi kendilerine yetmekte olan Yuvarlak İnsanları ayırmaya karar verir. Bunun sebebi de bu varlıkların tanrılar için bir tehdit oluşturmaya başlamaları olarak gösterilir. Burada konumuzla ilgili olan kısım ise Zeus’un görevlendirdiği aydınlanmacı aklın temsilcisi Apollon’un göbek bağına dikkati çekmesidir. İnsanlar hep bu yarayı görsünler ve tüm sorunların kaynağının bu bağ ile ilgili olduğunu hatırlasınlar diye burayı belirgin kılar. Apollon’un göbek bağının olduğu yeri bir günahkarlık ikonu olarak kurumsallaştırmasının nedeni çok açıktır: Anne ile olan bağı hatırlatıyor olması. Apollon'un bu görüşü Aiskhylos'un Oresteia Üçlemesindeki "Eumenideler" adlı son tragedyasında şu şekilde dillendirilir:

“Ana dediğimiz kadın yapmaz Çocuğu. O yalnızca içinde Taşır meyvayı, esas üreten Döl verendir. Ana bir hancının Misafirini koruduğu gibi, Tanrıların

İzniyle yalnızca korur kıymetli emaneti.” (Aiskhylos, 1964, s.

33).

Dolayısıyla bu göbek bağının bir "utanç" vesilesi ve işareti olmasının kesinlikle

"analığın" bertaraf edilmesi ile de ilgisi var, yani ataerkilci-ussal düzene geçişte en büyük tehlike özellikle bir erkeğin bir kadına ve/veya annesine karşı duyduğu bağlılık ve/veya sevgidir. Sigmund Freud'un ödipal evre diye adlandırdığı psikoloji evresinin mitolojik kökenlerinin bu olgularla ilgili olduğu söylenebilir (Akmaz, 2014, s. 51-52).

Önceleri doğaya ait olarak görülen tüm gizemlerin yüklendiği kadın daha sonra tüm bu gizemlerin, ayrıca korkuların kaynağı olarak nitelendirilmeye başlanmıştır ki bu da cinsiyet ayrımcılığını körükleyen başlıca etmenlerden biri olmuştur. Erkek doğaya,

179 dolayısıyla doğayla bir tutulan kadına karşı kazandığı zaferlerle ünlenirken; kadın ise tüm bu felaketlerin kaynağı olarak görülüp aşağılanmış ve tüm kötü özellikler ona yüklenmiştir. Bu kötü özelliklerin başında ise “analık” yer almıştır. Bu sebepledir ki, Apollonik düzenin ilk hedefi “analık” veya kadının doğurma yetisini tamamen ortadan kaldırmaktır.

Ortadan kaldırılmalıdır, çünkü analık, ataerkil kültür tarafından, karanlık yönlere sahip olarak nitelendirilir. O, aynı zamanda kötülerin de anası olarak gösterilerek ötelenir: Vṛitra, Rāvaṇa, titanlar, yüz kollu Hekatonkheirlar vb. tüm bu “düzen bozan”

ve insanlık için tehdit oluşturan varlıklar bir anadan doğmuşlardır. Bu yönüyle de kadının bir korku kaynağı olarak ileri sürüldüğü görülmektedir. “Seven ve korkunç annenin Hindistan’daki karşılığı zıt özelliklere sahip Kali’dir. Sâmkhya felsefesi anne arketipini prakrti kavramıyla ifade etmiş ve bu kavrama temel özellikler olarak üç gunas’ı yüklenmiştir: iyilik, tutku, karanlık-sattvam, rajas, tamas. Annenin üç önemli özelliği, bakıp büyüten, besleyen iyiliği, arzu dolu duygusallığı ve yeraltına özgü karanlığıdır” (Jung, 2015, s. 22). İşte bu karanlık kadının/annenin kötülük kaynağı olarak yorumlanmasına neden olmaktadır. Batı tarzı ataerkil düşünce sisteminde karanlığa ve bilinmeze yer yoktur. O, herşeyi ayrıştırarak incelemeyi, çözümlemeyi ve bilmeyi amaçlar.

Jung’un bahsettiği seven ve korkunç anne Hindistan’da Kālī olarak, Yunan mitolojisinde ise Medea olarak karşılık bulmaktadır. Başlarda sevdiği adamla kaçan ve bu uğurda tüm ailesine ve halkına sırtını dönen Medea, kocasının kendisinden vazgeçmesine ve başka birisiyle evlenme kararı almasından sonra korkunç planlar kurmaya başlar. Kendi çocuklarını acımasızca öldürür ve kocasının evleneceği kadına ve babasına türlü tuzaklar kurarak onların da korkunç bir şekilde ölmelerine neden olur.

180 Buna karşın Medea’nın kocası Iason’un tepkisi de ataerkil kültür açısından bakıldığında anlamlı olmaktadır:

Çocuk edinmenin olsaydı başka bir yolu keşke.

Kadınları sokmadan hiç işin içine. Hatta kadınlar hiç var olmasalardı Bütün bu dertlerden kurtulmuş olurdu insan hayatı (Euripides, 2014, s.

28).

Bu pasajda, Apollonik düşünce çok açık bir biçimde ifadesini bulmaktadır, zira kadın açık bir biçimde ortadan kaldırılmak istenmektedir. Iason’un istediği ile Zeus’un Athena ve Dionysos örneklerinde yapmak istediği bir ve aynı şeydir: kadını tamamen yok saymak veya ortadan kaldırmak. Euripides’in vurgulamak istediği de budur: bütün sorunların, sıkıntıların kaynağı olan kadını ortadan kaldırma isteği! Bu konuda tek engel olarak görülen durum ise erkekteki doğurma yetisinin eksikliğidir.

Öte yandan, Yunan mitolojisinde anlatılan Demeter-Persephone miti, tüm hakları elinden alınan ve geriye sadece analık hakkı bırakılan, bu konuda dahi kısıtlanan kadının psikolojik durumunu açıklaması açısından son derece önemli bir mittir.

Anaerkil dönemin yüce Ana Tanrıçasından güçsüz, çaresiz bir yapıya dönüşüm! Bu konuda Jung’un savı çok önemlidir: “Dişiliğin aşırı derecede gelişmiş olması, tüm dişi içgüdülerin, özellikle de annelik içgüdüsünün kuvvetlenmesi anlamına gelir. Bunun olumsuz tezahürü, tek amacı doğurmak olan kadındır. Erkek açıkça ikincil önemdedir; o yalnızca bir dölleme aracıdır ve çocuklar, yoksul akrabalar, kediler, tavuklar ve mobilyaların yanı sıra bakılacak bir nesne konumundadır. Kadın için kendi kişiliği de ikincil önemdedir; hatta genellikle kişiliğinin bilincinde bile değildir, zira yaşam başkalarında ve başkaları üzerinden yaşanır, kendi kişiliğinin bilincinde olmadığı gibi bunlarla özdeşleşir. Önce çocukları doğurur, sonra da bunlara yapışır, çünkü onlarsız

181 hiçbir raison d’être (varoluş nedeni) yoktur. Tıpkı Demeter gibi, kızına sahip olma hakkını tanrılardan zorla alır” (Jung, 2015, s. 26-27). Hades tarafından kaçırılan kızını geri almak için çaresizce yas tutan Demeter’in yardımına Zeus yetişir ve Persephone/Kore’nin yılın yarısını annesinin yarısını ise kocasının yanında geçirmesine karar verir. Mitin başı gibi sonu da ilginçtir, zira kadına ait tüm hakları elinden alan Zeus, yine yardım eden konumundadır.

Özetlemek gerekirse başlarda kendi bedeninden bir başka bedene can verebilme yetisiyle ön plana çıkan anne-kadın-Ana Tanrıça zaman içerisinde sırf bu özelliği sebebiyle bile bir korku kaynağı olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Buradaki amaç ise çok açıktır: artık sadece bir araç olarak görülen kadından tamamen kurtulmak! Ana Tanrıçaların yarattığı güvensiz varlıklara (Vṛitra, Titanlar vs.) karşı erkek tarafından idealize edilmiş varlıklar yaratma: Athena, Brahma, Vishṇu.