• Sonuç bulunamadı

Dillerin Doğuşu ve Mecaz İlişkisine Yaklaşımı

3.2. İbn Teymiyye’nin Mecaz Anlayışı

3.2.2. Dillerin Doğuşu ve Mecaz İlişkisine Yaklaşımı

İbn Teymiyye’nin dillerin doğuşu ile irtibatlı olarak mecaza yönelttiği eleştirilerin daha iyi anlaşılabilmesi için, öncelikle dillerin menşeiyle ilgili ortaya atılan nazariyeler hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır.

Mecazi ifadeler temel dilin yapamadığını yapma bakımından son derece önemlidir. Hatta kimi zaman mecazi dil, anlatılmak istenen bir konuyu onun sözlük anlamına dayalı kelimelerle anlatılmasından daha iyi göz önüne serebilir.507

Böylece zihnin anlamakta güçlük çektiği hususlar mecaz üslubuyla berraklaşıp daha anlaşılır hale gelebilir.

Dili zevkli hale getiren ve onun ayrılmaz unsurlarından birisi olan mecazın kendisine bağlı bulunduğu dil olgusunun ilk olarak ne zaman ortaya çıktığına dair kaynaklar birkaç teorinin varlığından söz etmektedir.

Dillerin doğuşuna dair ileri sürülen görüşlerden birisi ses taklidi nazariyesidir. Bu nazariyeye göre diller, doğada ses çıkaran varlıkların çıkardıkları sesleri taklit etmek suretiyle meydana gelmiştir.508

Buna göre, rüzgâr hışıltısı, merkebin soluması, karga sesi, at kişnemesi, geyiğin melemesi gibi sesler, dillerin ortaya çıkışına kaynaklık etmiştir.509

Ses taklidi nazariyesine göre kuvvetli bir ihtimalle insanoğlu ilk olarak kendi sesini taklitle haykırması, ağlaması, gülmesi ve benzeri şeyler gibi yaratılışındaki bazı tabii olayları kullanmış, daha sonra hayvan ve tabiata intikal ederek yeni şeyler elde etmiştir.510 Ancak sınırsız denecek kadar anlamlar dünyasını bünyesinde barındıran dilin tamamen seslerden ilham alınarak meydana getirildiğini iddia etmek bir hayli zor görünmektedir. “Çünkü yansımadan oluşan dil öğelerinin, her dilde söz varlığının ancak küçük bir bölümünü oluşturduğu bilinmektedir.”511

Dillerin doğuşuna ilişkin öne sürülen görüşlerden birisi de ıstılah ve tevâdu‘ nazariyesidir. Bu nazariyeye göre ilk insanlar, doğadaki eşyaları birbirinden ayırt etme ihtiyacı duymuşlar ve her varlık için, zikredildiğinde onu diğer varlıklardan ayırabilecekleri isimler koymuşlardır. Âdemoğlundan birini gördüklerinde ona insan ismini vermişler ve böylece insan ismini duyduklarında, onun canlı varlıklardan birisi olduğunu anlamış, diğer varlıkların isimlerini de bu şekilde tespit etmişlerdir.512

507

Koç, Turan, Din Dili, İz yay. İstanbul, 1997, s. 125-127

508

es-Süyûtî, Celâleddin, el-Müzhir fi ulûmi’l-lugati ve envâiha, nşr., M. Ahmed Câdü’l-Mevlâ, Ali Muhammed el-Becavî, M. Ebû’l-Fadl İbrahim, Mısır, ts., I, 14.

509

İbn Cinnî, el-Hasâis, s. 76.

510

Küçükkalay, Hüseyin, Kur’ân Dili Arapça, Deniz Kuşları Matbaası, Konya, 1969, s. 28.

511

Yıldırım, Zeki, “Kur’ân Işığında Dillerin Kaynağı Problemi”, AÜİF Dergisi, Erzurum, 2004, sy: 22, s. 103.

512

Bu görüşü savunanlar dillerin vahiy ve ilham yoluyla vaz‘ edilmiş olamayacağını ileri sürerler. Çünkü Allah, İbrahim 14/4 ayetinde ْمُهَل َن يَ بُيِل ِهِمْوَ ق ِناَسِلِب َّلِإ ٍلوُسَر ْنِم اَنْلَسْرَأ “Biz her اَمَو peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.” buyurmaktadır. Eğer bütün diller Allah tarafından Hz. Âdem (a.s)’e öğretilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderildikleri toplumlardan önce o dillerin var olmuş olması gerekirdi. Zira peygamberler, gönderildikleri toplumların ilk ferdi değillerdir. Yani gönderilen peygamberden önce de kavmi o dili konuşmaktaydı. Buradan da anlaşılmaktadır ki diller tevkîfî olarak değil, uzlaşma (ıstılah ve tevâdu‘) yoluyla ortaya çıkmıştır.513

Ancak mükemmel bir konuşma düzeni olan ve somut bir mahiyeti olmayan binlerce kavramı içine alan dilin, birbirleriyle iletişim kurabilecekleri hiçbir şeye sahip olmayan insanlar tarafından inşa edilmesinin imkansız olduğu gerekçesiyle bu teoriye itirazda bulunulmuştur.514

Dillerin menşeiyle ilgili ortaya atılan teorilerden birisi de vahiy ve ilham nazariyesidir. Buna göre Allah, dillerin tamamını vahiy yoluyla Hz. Âdem (a.s)’e bildirmiş, o da bu dilleri çocuklarına öğreterek dillerin varlık sahnesine çıkmasını sağlamış ve böylece diller kuşaktan kuşağa tevarüs ederek bize kadar ulaşmıştır.515

Bu görüşü benimseyenler iddialarına delil olarak: َنيِقِداَص ْمُتْنُك ْنِإ ِء َلُؤَه ِءاَمْسَأِبيِنوُئِبْنَأ َلاَقَ ف ِةَكِئ َلًَمْلا ىَلَع ْمُهَضَرَع َّمُث اَهَّلُك َءاَمْسَْلأا َمَدآ َمَّلَعَو “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin dedi.”516

ayetini zikretmektedir.

İsim, fiil, harf, edat gibi pek çok unsurun bir araya gelmesiyle oluşan dillerin, vahiy yoluyla meydana geldiğini ileri sürenler, ayetteki اَهَّلُك َءاَمْسَْلأا ifadesinde sadece isimlerin zikrediliyor olmasını şu şekilde izah etmektedir: İsimler, fiillere ve harflere göre daha kuvvetli oldukları için Allah, isimleri zikretmekle yetinmiştir.517

İbn Abbas (68/ 687), Mücâhid (ö. 103/721), ve Katâde (ö. 117/735)’den gelen rivayetler, ayetten; Allah’ın Hz. Âdem (a.s)’e eşyanın tamamını, onların isimlerini birer birer zikretmek suretiyle öğrettiği şeklinde bir sonuç çıkaranları destekler mahiyettedir.518

Bu ayeti, َناَيَ بْلا “Ona beyanı öğretti” ُهَمَّلَع 519 ayetini

513

Râzî, Mefâtîhü’l-ğayb, XIX, 70.

514

Küçükkalay, Kur’ân Dili Arapça, s. 27.

515

İbn Cinnî, el-Hasâis, s. 72; Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mesûd, Meâlimü’t-tenzîl, II. bs., Dâru’l- kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2010, I, 32; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusufel-Endelûsî, el-Bahr’ul-Muhît, thk, Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Ali Muhammed Muavviz, Dâr’ül-kütüb’il-ilmiyye, Beyrut, 2010, I, 294-295.

516

Bakara, 2/31.

517

Süyûtî, el-Müzhir, I, 11; Ebü’l-Feth Osman, İbn Cinnî, a.g.e., nşr., Neccâr, Muhammed Ali, Âlemü’l-kütüb, Beyrut, 2010, s., 74.

518

Taberî, Câmiü’l-Beyân I, 282-283.

519

de göz önünde bulundurarak Allah’ın Hz. Âdem (a.s)’e tek tek eşyanın isimlerini değil, ona eşyayı isimlendirme yeteneği verdiği şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.520

Ayette ifade edildiği gibi Allah, Hz. Âdem (a.s)’e isimlerin hepsini öğrettiğine göre isimlerin delalet ettiği mânaları da ona öğretmiş olmalıdır. Tam da bu noktada mecazla alâkalı olarak şöyle bir soru sormak yerinde olacaktır. Acaba Allah, Hz. Âdem (a.s)’e lafızların yalnızca vaz‘ olunduğu ilk mânalarını mı, yoksa hem bu ilk mânaları hem de anlam genişlemesi sonucu lafzın kazanacağı mecaz mânaları mı öğretmiştir? Başka bir ifadeyle; yırtıcı bir hayvanın ismi olan aslan kelimesi cesur insan için de kullanıldığına göre; aynı şekilde ilk dönem insanları da bir kelime için hem hakikat hem mecaz anlama gelebilecek şekilde farklı kullanım alanları tespit etmişler miydi? Ya da bu onlara Allah tarafından öğretilmiş miydi?

Mecazi mânada kullanılan lafızlar, hakiki mânasının sınarlarını aşarak kullanılacakları mecaz mânalara ulaşırlar. Öyleyse mecaz mânanın oluşumu bir süreci gerektirmektedir. Aslanı ilk defa gören insan, hemen o anda cesur insan için de aslan demeyi düşünmemiş, cesur insan ile aslan arasındaki benzerlikleri, gözlemleri sonucu keşfettikten sonra cesur insana aslan demeyi akletmiş olmalıdır. “İnsan deniz üzerinde düşünmüş, onun derin, geniş, hareketli olduğunu, içerisinde inci ve sedefin bulunduğunu, dalgalandığını, zararlı ve yararlı şeyleri ihtiva ettiğini görmüştür. Aynı şekilde bazı insanlarda da denizdekine benzer sıfatların bulunduğunu fark etmiştir. Nitekim insanların da kimi geniş bilgiye, kimi derin düşünme yeteneğine sahiptir. Kimi insanlarda da gönülleri etkileyecek konuşma yeteneği bulunmaktadır. Mademki deniz ve insan benzer özellikler taşımaktadır, öyleyse insan için deniz ifadesini kullanmaya engel bir durum bulunmamaktadır.”521

Dillerin kökenine dair verilen bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere onların nasıl ortaya çıktığına dair henüz kesin bir kanıya ulaşılabilmiş değildir. “Çünkü her kavmin -dilin oluşumuna dair- ayrı bir gizli anlaşmalar sistemi vardır. Bir kavmin bütün fertleri arasında mevcut bu gizli anlaşma ve sözleşmelerin temeli, bilinmeyen zamanlarda atılmıştır. Dil insanla birlikte var olageldiğine göre bu gizli anlaşmaların kökleri ilk insanlara kadar gider. Yalnız bu gizli anlaşmaların doğuşu ve mahiyeti bilinmemektedir.”522

Dillerin varlık sahnesine çıkışına dair ileri sürülen görüşlere bu şekilde değindikten sonra, İbn Teymiyye’nin dillerin menşei üzerinden mecaza yönelttiği eleştirinin detaylarına geçebiliriz.

520

Ebû Hayyân, el-Bahr’ul-muhît, I, 295.

521

Şeyh Emin, Bekrî, el-Belâğat’ül-Arabiyye fi Sevbihe’l-Cedîd, Dâru’l-Âlem li’l-Melâyîn, Beyrut, 1990, II, 72.

522

İbn Teymiyye’ye göre mecazı kabul edenlerin, vaz‘ olunduğu manada kullanılan lafızlara hakikat, vaz‘ olunduğu mananın dışında kullanılan lafızlara mecaz demeleri, lafzın öncelikle bir mana için vaz‘ olunduğunu, daha sonra bu mananın dışında başka kullanım alanlarına sahip olduğunu kabul etmemizi gerektirmektedir.523

Halbuki bu, dillerin ıstılah ve tevâdu‘ nazariyesine göre ortaya çıkmış olmasına bağlıdır. Ancak, insanların bir araya gelerek dili oluşturan kelimelerin anlamlarını tespit etmeleri esasına dayanan ıstılah ve tevâdu‘ nazariyesinin kabul edilmesi, İbn Teymiyye’ye göre mümkün görünmemektedir. Zira ne Araplar’dan ne de başka milletlerden dilin bu şekilde inşa edildiğine dair hiç bir rivayet bulunmamaktadır.524

Tevatüren bilinen bir şey vardır ki o da, kelimelerin hangi manaları ifade etmek için kullanıldığıdır.525

Bunun dışında ‘eğer insanlar tarafından bir belirleme olmasaydı, dil olarak kullanılabilecek bir şey de olmazdı’ şelinde bir itiraz da İbn Teymiyye’ye göre kabul edilebilir değildir. Örneğin temyiz çağına ulaşan bir çocuk, anne babasından ya da kendisini yetiştirenlerden bir kelime işitir ve muhatabın bu kelimeyle hangi manayı kastettiğini anlamaya başlar. Hiç kimse bu çocukla birlikte kelimeler için anlam belirlemesine (ıstılah ve tevâdu‘) gitmediği halde çocuk, içerisinde yetiştiği toplumun dilini bu şekilde öğrenmiş olur.526

Burada İbn Teymiyye, dillerin Allah tarafından insana ilham edilen “ifade etme” yeteneği sayesinde meydana geldiği fikrini benimsemektedir. Bu yetenek sayesinde insan, zihninde kurguladığı ve açıklamak istediği manaları lafızlar aracılığıyla beyan eder. Bu beyan etme kabiliyeti ilk olarak insanlığın atası Hz. Adem (a.s.)’e verilmiş ve o bu şekilde isimleri öğrenmiştir. Daha sonra onun zürriyeti de kendilerine ilham edilen ifade ve beyan yeteneği aracılığıyla dilleri ortaya koymuşlardır.527

Görüldüğü üzere İbn Teymiyye, dillerin ıstılah ve tevâdu‘ nazariyesine göre değil, Allah tarfından insana ilham edilen beyan yeteneği sayesinde meydana geldiğini ileri sürerek mecazın varlığına karşı çıkmaktadır. Daha açık bir ifade ile, İbn Teymiyye’ye göre mecaz olduğu iddia edilen manalar, lafzın ilk kulanıldığı anlam sınırları içinde zaten bulunmaktadır. Mecazi olduğu söylenen bu manaları, lafzın konulduğu ilk anlamın dışında ayrı bir kategoride değerlendirmek doğru değildir.

523

İbn Teymiyye, Mecmû, VII, 62.

524

Abdullah Sad, İbn Abdullah Âlü Müğîre, Delâlâtü’l-elfâz inde şeyhi’l-islâm İbn Teymiyye, Dâru künûzi İşbiliyye, Riyad, 2010, I, s. 58.

525

İbn Teymiyye, a.g.e., VII, 62.

526

İbn Teymiyye, a.g.e., VII, 62.

527

Ancak burada bir noktanın belirtilmesi gerekmektedir. Dillerin kökeniyle ilgili olarak İbn Teymiyye’nin benimsediği görüşün doğru olma ihtimali bulunduğu gibi, diğer teorilerin de doğru olma ihtimali söz konusudur. Farklı dil teorilerine değinilirken verilen bilgilerden anlaşıldığı üzere bu konuda bir ittifak bulunmamaktadır. Diğer yandan Bâkillânî (ö. 403/1013), Kadı Ebû Yalâ (ö. 458/1066), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazâlî (ö. 505/111), Râzî (ö. 606/1210), Safiyyüddîn el-Hindî (ö. 715/1315) gibi alimler dillerin nasıl ortaya çıktığına dair kesin bir delil olmaması ve ortaya atılan görüşlerden her birinin belirli oranda doğruluk payının bulunması gibi gerekçelerle bu konuda herhangi bir tecihte bulunmamak (tevakkuf etmek) gerektiğini düşünmektedir.528 Sonuç olarak İbn Teymiyye’nin üzerinde ittifak bulunmayan bir konu üzerinden hareket ederek sayılamayacak kadar çok dilci ve müfessirin, lafızları hakikat ve mecaz şeklinde taksim etmesine yaptığı itiraz tartışmaya açık görünmektedir.