• Sonuç bulunamadı

Girişimcilik

II. BÖLÜM: İŞ DÜNYASI VE BÜROKRASİ İLİŞKİSİ

II.2.2. Devletçilik Dönemi (1930-1946)

1930-1946 döneminde ise 1929 yılındaki Büyük Buhran nedeniyle Türkiye’de de devletin piyasadaki rolü öne çıkmış, izlenen katı devletçi anlayış sıklıkla kamu müdahalesini öngören bir ekonomi anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bu yıllarda “devletçilik” anlayışı çerçevesinde devlet, büyük ölçüde üretimi gerçekleştiren, ulaşım, bankacılık ve finans alanında etkin, gerektiğinde piyasaya doğrudan müdahale eden, fiyatlar üzerinde kontrol sağlayan bir role bürünmüştür. Türk Devletçiliği bireyin mülkiyet ve tasarruf hakkını tanımakla birlikte, bu hakların kullanımının “millet ve devletin yüksek menfaatleri” ile uyumlu olmasını gerektirir olmuştur (Akın, 2003: 40). Öte yandan bu yaklaşımın dönemin dünyadaki hakim eğilimleriyle örtüştüğü görülmektedir. Zira dünyada

bu dönem ABD’de Yeni Yaklaşım (New Deal) ile müdahalecilik yönünde kendini gösterirken, Almanya, İtalya ve Japonya bu yolun sonunda faşizme, Rusya ise Beş yıllık Sanayi Politikalarıyla iyice merkeziyetçiliğe kaymıştır. İktisat literatüründe de neo-klasik iktisadın yerini, müdahaleciliğin teorik gerekçesini açıklayan Keynezyen iktisat almıştır (Öztürk, 2008: 30). Hatta dönemin hakim karakterine uygun olarak Türkiye’de de özel sektöre ve rekabetçi anlayışa zaman zaman hışımla yaklaşanların olduğu da görülmüştür. Kuşkusuz bu yaklaşım ilişkilere de yansımıştır. Ancak Buğra’nın da çok iyi ortaya koyduğu gibi, bu gerilimlerin bizi özel sektörün devletin müdahalesinin varlığına karşı olduğu düşüncesine götürmesi hatalı olacaktır. O dönemde işadamlarının rahatsızlığı devletin müdahalesinden ziyade, bu müdahalelerin sınırının nerede başlayıp nerede bittiğine dair yaşadıkları belirsizlik ve endişeden kaynaklanmaktaydı (Buğra, 2008: 150).

Dönemle ilgili bir başka önemli ayrıntı da, küçük sanayicilere yönelik olumsuz politikalarla ilgilidir. Sanayide rekabetin gereksiz ve soğuk olduğu görüşünden hareketle, rekabetin koşullarını geliştirebilecek uygulamalara gidilmekten ziyade onu sınırlandırmaya yönelik önlemler tartışılmış ve bu kararlar da büyük işadamları tarafından kabul ve destek görmüştür (Öztürk, 2008: 31). Bu dönemin öne çıkan bir başka özelliği de, özellikle 1929’un ihtikar olaylarının da etkisiyle, radikal devletçiler, iş adamını vatan haini değilse bile en azından kaçakçı ya da kanun-dışı bir kimse olarak görme eğilimindeydiler. Bunun da ötesinde, pek çok hükümet yetkilisi ticari faaliyette daima potansiyel bir istismarın bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanış, özellikle dönemin dış ticaret politikasına yansıyordu. Dönemin dış ticaret politikası, hem uygulanabilmesi hem de ithalatçılar ve ihracatçılar tarafından suistimal edilmemesi için, karmaşık bir bürokratik mekanizmalar ağı gerektiriyordu. Bunun sonucu olarak da, iş adamları ile devlet memurları arasındaki gizli ilişkiler sürekli tartışılan konulardan olmuştur. Önceleri devlet memuru olup da sonradan iş

dünyasına geçen kimseler en başta suçlananlar arasındaydı; fiilen devlet memurluğu sürerken bu görevlerini kişisel çıkar sağlamak amacıyla kötüye kullananlar kategorisinde suçlananların sayısı da az değildi. Hatta, 1945 bütçesi mecliste görüşülürken kimi parlamenterler, politikacılar ve devlet memurlarıyla iş adamları arasındaki gizli ilişkileri araştırmak üzere tıpkı 1920’lerdeki İstiklal Mahkemeleri gibi, özel mahkemeler kurulmasını talep ettiler (Buğra, 2008: 160-166).

1930’lu yılların en ilginç tarafı, iktidar partisi CHP ile bürokrasi kadrolarının iç içe geçmiş oluşudur. Keyder (2010:128), bu durumu şöyle tasvir etmektedir: “1936 yılında zamanın Başbakanı, Partinin Genel Sekreteri sıfatıyla, devlet idaresi ile parti teşkilatının birbiriyle özdeş olduğunu ilan etti.” Bu durum aslında fiili durumun sonradan ilanı olmakla birlikte, aynı zamanda ulaşılan son aşamayı gösteriyordu. Her şeyi partinin kanadı altında toplama arzusu özellikle İtalya’dan etkilenildiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bürokrasi hem karar alıcı hem de uygulayıcı olarak en parlak yıllarını yaşamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın etkili olduğu yıllarda CHP iktidarı, “savaş zenginleri”nin dışa dönük, İstanbullu ve gayrimüslüm kanadını Varlık Vergisi ile; büyük çiftçi kanadını ise, Toprak Mahsülleri Vergisi, Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile derinden sarsmıştır. Buna karşılık, yüksek bürokrasiyle içli dışlı olmuş çıkar grupları ve burjuva klikleri ile Anadolu kökenli ticaret sermayesi, savaş ekonomisi uygulamalarından şikâyetçi olmamışlardır (Boratav, 2006: 349).

Dönemin bürokrasi ve iş dünyası arasındaki ilişkisini incelerken İş Bankası’nın etkisini mutlaka ele almak gerekmektedir. 1924 yılında Atatürk ve Celal Bayar tarafından kurulan banka, resmen desteklenmekteydi. 1937’de milli bankalardaki toplam mevduatın yüzde 38’i İş Bankası’nın elindeydi. Banka, sanayiciler ve bürokrasi arasındaki yumuşak

geçişi sağlamaktaydı. Sanayiciler bu bankayı, bürokrasiyle yapılacak pazarlıklarda kullanılacak ortam olarak görüyorlardı. Bankanın iştiraki olan bütün şirketlerin yönetim kurulu üyeleri arasında yüksek bürokratlar ve milletvekilleri vardı. Bürokrat sınıfının bu şekilde yer almadığı büyük bir sanayi kuruluşunu bulmak mümkün değil gibiydi. 1931- 1940 arasında kurulan ve faaliyetlerini 1968 yılına kadar sürdüren şirketlerin yüzde 74.2’sinin kurucuları bürokratlardı (Soral, 1974: 117). Bu dönemde Ziraat Bankası’ndan sonra ikinci büyük banka durumuna gelen İş Bankası, siyasal yetki ve nüfuzun özel çıkarları için kullanılması aracılığıyla, “zengin yetiştirme” sürecinde bir hayli özel bir yer edinmiştir. Bankanın yöneticileri, ekonomi politikasını özel girişimden yana etkilemeye çalışan güçlü bir baskı grubu oluşturmuşlardır. Aslında İş Bankası’nın bütün başarısı, hükümetin açık desteğine dayanmaktadır. Türk iş adamlarının bu bankayı tercih etmeye zorlandıklarının örneği çoktur (Bülbül, 2010: 137).

Devletçiliğin iktisadi uygulamaları, bürokratlar ile iş dünyasının aktörleri olan sanayi burjuvazisinin çıkarlarının denk düştüğü bir ortam oluşturdu. Blok içi çatışmalar, ganimetin paylaşılmasından öteye geçmedi. Aktörlerin sayısı az olduğu sürece siyasi tahsis ile piyasa ilkeleri arasındaki potansiyel çelişkiden kaçınmak mümkündü. Hem bürokrat olup, hem de girişimcilik yapanlar, farklılaşan çıkarlar bağdaşmaz hale gelene kadar taraf seçmek zorunda kalmadılar (Keyder, 2010: 136-137). Özetle, dönemin ekonomik modeli olan devletçilik, bürokrasinin hakimiyetini uzatma amacına yönelik olduğu gibi, yeni gelişmekte olan burjuvaziye de yer açan bir koalisyon biçimiydi (Keyder, 2010: 139).