• Sonuç bulunamadı

Girişimcilik

II. BÖLÜM: İŞ DÜNYASI VE BÜROKRASİ İLİŞKİSİ

II.2.5. Dışa Açık Kalkınma Dönemi (1980-2002)

1980’lerin başı, başta gelişmiş batı ülkeleri olmak üzere çeşitli ülkelerde özelleştirme, deregülasyon ve devletin küçültülmesi politikalarının uygulamaya konulduğu önemli bir değişim sürecini ifade eder (Eryılmaz, 2008: 152). Dünya’daki genel eğilime uygun düşecek şekilde Türkiye’de de 24 Ocak kararları ile ekonomik anlayışta belirgin bir değişimin ilk adımları atılmıştır. Ancak bu kararların alınmasında kısa bir süre geçmişken 12 Eylül askeri darbesi yaşanmıştır. Bürokrasinin askeri kanadı, ülkedeki genel gidişten rahatsızlık duymuş ve “koruyup kollamak” görevini bir kez daha yerine getirmiştir.

Buğra (2008), özel sektörün şaşırtıcı şekilde daha önceki askeri müdahaleler sırasında, en azından ara rejimlerin ilk aşamalarında yaşanan düzen değişikliği korkusunu

bu kez yaşamadığından bahseder. Ve darbe sonrasında TÜSİAD’ın da diğer dernekler gibi kısa bir süre kapatılmış olmasına rağmen 12 Eylül’den çok korku duymadıklarını ileri sürer. Bunun gerekçesi ise, darbe öncesindeki alınan ekonomik kararların ve 1980 IMF paketinin uygulanacağı yönündeki sinyalleri almalarıdır. Zaten General Evren, 12 Eylül’deki konuşmasında, dışa dönük bir kalkınma stratejisinden bahsederek de, iş dünyasının kaygılarına teskin edici etkiyi yapmıştır.

Öniş ise; özellikle TÜSİAD tarafından ortaya konulan darbeye karşı takınılan nispeten olumlayıcı tavrın sebebinin, işadamlarının tipik bir biçimde istikrar yanlısı olmaları ve istikrara dair değerlendirmeler siyasal çoğulculuk ve demokratik açılımla çatıştığında otoriter çözümlerden yana tavır almaları olduğunu söylemektedir (Öniş, 2009: 197).

1980 başında 24 Ocak Kararlarıyla başlayan süreç, geçmişten bir kopuşu da ifade etmek üzere yeni bir döneme işaret etmektedir. Bu süreç, IMF’nin veya dış baskıların tesirinden ziyade ekonomik zaruretten kaynaklanmıştır. 1980 askerî darbesinin ardından kurulan hükümetin piyasa ekonomisi yönelimi, o günden bugüne Türkiye’nin ekonomi politikasını planlı ve ithal ikameci modelden dışa açık liberal ekonomiye doğrultmuştur. Finansal sermayenin önündeki engellerin kaldırılması, ülkenin doğrudan yabancı sermayeye açık hale getirilmesi, ithalat üzerindeki kotaların kaldırılması, ihracat temelli bir büyüme perspektifi çizilmesi gibi unsurlar, dışa açık liberal bir ekonomiden beklenebilecek özelliklerdir. Özel sektöre yönelik geliştirici adımların başında dışa açılmayla beraber gelen ticaret serbestisi gelmektedir. Dışa açılmanın getirdiği en önemli avantajlardan biri, dış rekabetin disiplinine edici etkisini kullanarak yerli firmaları ihracatlarını artırmaya yöneltmekti. 1980’lerde devlet tarafından ihracat teşvikleri kuşkusuz o zamanlarda özel

sektörü desteklemeye yönelik atılmış önemli adımlardandı. Ancak her ne kadar görünürde olumlu bir adım olsa da, uygulamada ve kurumsal işleyişte yaşanan sıkıntılardan ötürü bu teşvikler de yaygın bir rant kapısı haline dönmüştür (Öztürk, 2008: 32).

1980 sonrası dönemde uygulanan teşvik sisteminin en önemli özelliklerinden birisi, ekonomi bürokratları ve diğer devlet temsilcilerinin, iş adamlarının kullandıkları teşvik ve destekler konusunda kamusal sorumluluklarını izlemek açısından isteksizlikleri veya acizlikleridir. Hazine ve Teşvik Uygulama Dairesindeki bürokratlar, firmaların çok büyük bir çoğunluğunun ihracat ve teşvik sertifikalarındaki performanslarını izlemeyi denememişlerdir. Devletin söz konusu izleme kapasitesindeki eksikliğinin, firmalara sıkça avantaj sağladığı iş dünyası temsilcileri ve ekonomi bürokratlarınca ifade edilmiştir. Örnek olarak, firmalar, gelişmemiş bölgelerde yatırım yapılacağı taahhütüyle teşvik ve destek almış olsalar da, yatırımlarının yönünü Ankara ve İstanbul’a çevirmişlerdir. Çünkü herhangi bir ceza büyük olasılıkla bulunmamaktadır (Biddle ve Milor, 1997: 292-293).

1980 sonrası döneme ilişkin olarak büyük bir otomotiv şirketinin üst düzey yetkilisinin ekonomi bürokrasisi ve iş adamlarının ilişkisini gösteren şu ifadeleri döneme ışık tutacak ilginçliktedir (Biddle ve Milor, 1997: 300):

“Problemleri çözmeye çalışmanız için gereken düzeyleri bilmek önemlidir. Biz, arkadaşlarımız olsalar bile bakan ya da Başbakanla her zaman bağlantı kurmak istemeyiz. Eğer biz bunu her zaman yaparsak, bürokratlar bize kızarlar ve Bakanın emirlerine uysalar bile daha önce sahip olduğumuz fırsatlara daha sonra engel olabilirler. Onun yerine, üst düzey bürokratlarla görüşmeden de önce orta düzey bürokratlarla başlarız. Eğer çözüm için daha da yüksek düzeye ihtiyaç doğarsa, hükümet üyeleriyle bağlantı kurmadan önce hem iktidar kanadından hem de muhalefetten bazı

milletvekilleriyle görüşebiliriz. Bazen onlar, bizim problemlerimizin çözümü konusunda etkilidirler.”

Her ne kadar bazı olumsuz tablolarla karşılaşılsa da Özal dönemiyle başlayıp sonrasında derinleştirilerek sürdürülen bu politikalar, devlet merkezli ekonomik işleyişten piyasa merkezli bir işleyişe geçişin alt yapısını hazırlamıştır. Serbestleşen ve dinamikleşen ülke ekonomisinde, bürokratik burjuvazinin yerine iktisadi alanda dengeleyici bir yükselen ticari ve iktisadi girişimci sınıf, Anadolu’yu da kapsayacak yaygınlıkta ortaya çıkmıştır. Girişimciler, Batı’nın feodalizmden kapitalizme yapısal dönüşümde oynadığı role benzer bir rol oynamaya başlamışlardır (Özdemir, 2006: 100-103).

Ülkenin ekonomik gelişiminde etkisi konusunda gerekliliğini ve önemini en sonunda kabul ettiren Türk iş dünyasının aktörleri açısından bundan sonraki dönemde herşey toz pembe gelişmemiştir. Bu dönemde yapılan çeşitli saha araştırmaları sonuçlarına göre, girişimcilerin yaşadıkları zorluklar arasında önemli bir bölümün bürokrasi kaynaklı olduğu görülmektedir.

1983 yılında TÜSİAD tarafından hazırlanan “Kamu Bürokrasisi” adını taşıyan, yönetim sistemine ilişkin eleştiri ve önerileri kapsayan bir rapor kamuoyuna sunulmuştur. Raporun kendi ifadesi ile amacı, “iş adamları ve sanayicilerin, daha verimli ve süratli çalışan bir kamu bürokrasisi olduğu taktirde ülke kalkınmasına daha fazla katkıda bulunabileceklerini saptamak ve böyle bir yönetimin nasıl sağlanabileceği konusunda bir kısmı zaten bilinen önerilerin önemini vurgulamak” olarak belirtilmektedir. Ülkenin ekonomik anlamda yaşadığı zorlukların en temel etkeninin kamu bürokrasisi olduğu şeklinde bir çıkarım yapılabilecek iddialara yer verilmektedir. Raporun kamu yönetimine ilişkin genel yaklaşımı incelendiğinde, Türk kamu yönetim sisteminin ve yönetsel düzeltim çabalarının ekonomik kalkınma açısından değerlendirildiği görülmektedir. Özet olarak

raporda, “diğer faktörlerin aynı kalması kaydıyla bir toplum az gelişmiş bir kamu yönetimi ile yerinde sayarken etkin bir yönetime kavuşunca kalkınma hızı derhal süratlenmeye başlayabilir” düşüncesi hakimdir (Çitci, 1983: 17-18). Aynı raporun beklentilere ilişkin bölümünde ise, iş adamları ve sanayiciler, ekonominin Batı’daki piyasalarla rasyonel olarak bütünleşmesi için sermaye, döviz, iş gücü piyasalarının en az bürokratik müdahale ile yönetilmesinin gerekliliğine vurgu yapmışlardır. Kamu çalışanlarının “liyakat” ölçütü doğrultusunda belirlenmesini ve terfi ettirilmesini istemişlerdir.

1987 yılında Esmer ve arkadaşları tarafından TÜSİAD adına hazırlanan İş Dünyasının Sorunları başlıklı raporda, devlet kurumlarıyla ilgili sorunlar konusunda iş adamlarının sıralamaları şöyle ortaya konulmaktadır: Yasalar ve diğer düzenlemeler yüzde 22.6, üst düzey bürokratların tutum ve davranışları yüzde 9.7, üst düzey bürokratların yeterliliği ve bilgisi yüzde 3.2, daha düşük düzeydeki bürokratların tutum ve davranışları yüzde 12.4, daha düşük düzeydeki bürokratların bilgi ve yeterliliği yüzde 5.9, sistemin yavaş işleyişi yüzde 19.4, kırtasiyecilik (redtape) yüzde 21.5 ve diğer problemler yüzde 5.4 şeklindedir (Esmer, 1991: 130).

Aynı çalışmaya göre iş adamlarının belediyelerle ilgili sorunlarındaki görünüm ise; yerel yönetimlerin karar ve eylemleri yüzde 32.2, yasalar ve düzenlemeler yüzde 18.8, üst düzey bürokratların tutum ve davranışları yüzde 5.4, üst düzey bürokratların bilgi ve yeterliliği yüzde 1.3, daha düşük düzeydeki bürokratların tutum ve davranışları yüzde 12.8, bu bürokratların bilgi ve yeterliliği yüzde 3.4, sistemin yavaş işleyişi yüzde 8.1, kırtasiyecilik yüzde 8.1 ve diğer problemler yüzde 10.1 şeklinde sıralanmaktadır. Bu çalışmaya göre, iş adamlarının kamu hizmetlerine ilişkin sorunlarıyla ilgili çözüm önerileri içinde kırtasiyeciliğin azaltılması başlığı yüzde 38.0 ile ilk sırayı almaktadır.

1993 yılında yayınlanan Orta Büyüklükteki İşletmeler ve Bürokrasi başlıklı raporda da en büyük sıkıntının bürokratik engeller ve kırtasiyecilik olduğu belirtilmektedir. Rapordaki bürokratik engellerin aşılması ve devletle ilişkinin kurulmasına yönelik önerilerin içinde avukat ve muhasebecilerin kullanılmasınınyer alması, bürokrasinin küçük işletme sahipliğini zorlaştırıcı bir özellik taşıdığını sergilemektedir (Dinçer ve Şencan, 1993). Bu tür uzmanların bulunması, iş dünyasına bürokratik işleyiş açısından katkıları açıktır. Ancak, küçük ve orta boy işletmeler açısından önemli bir ek maliyet getireceğine de kuşku yoktur.

1980’ler boyunca da odaların önceden olduğu gibi, hükümetin yarı bürokratik kolu gibi görev üstlendiği ileri sürülür ve bir sanayicinin 1987 yılındaki ifadesi şöyle aktarılır: “Bugün bile bir işadamı Ankara’daki bürokratların emri altındadır.” Bu dönemde TOBB başkanı olan Ersin Faralyalı’nın da bu duruma karşı tepkisini şöyle dile getirdiğine yer verilmektedir: “Benim devlet memuru olmaya niyetim yok!” (Heper, 1991: 166-167).

Özal hükümetleri döneminde ülkenin bürokrasi konusunda farklı bir deneyimine de burada temas etmek gerekmektedir. Özal, geleneksel bürokrasi ve bürokratların kendi düşüncesine uyumlu bir ekonomi politikasının yürütümünde yetersiz olabileceğini düşünerek Amerikan Üniversitelerinden mezun olan ve geleneksel bürokratik yükselme kanallarından geçmemiş genç bürokratları belirli makamlara atamıştır. Ancak, bu kez ANAP milletvekilleri ve hatta bazı bakanların bile bu bürokratlarla çatışma içinde oldukları anlatılmaktadır. Özellikle kamu bankaları aracılığıyla özel kesime aktarılacak olan fonların dağıtılması konusunda ülkenin alışık olduğu kayırmacılık ve popülist anlayışın bir sonucu, bu bürokratlar siyasilerce baskı altına alınmışlardır. Burada şaşırtıcı olan ise, iş adamlarının, siyasetçi-bürokrat çatışmasında açıkça bürokratların yanında yer

almış olmalarıdır. Söz konusu çatışma konusunda iş adamları ilginç şekilde bürokratların haklı olduğunu düşünmekteydiler (Buğra, 2008: 229-230).

1990’lı yılların öne çıkan önemli bir gelişmesi olarak da Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’ın 1990 yılında kurulmasını söylemek gerekir. Türkiye’de uygulama alanı bulan devlet kapitalizminin geldiği noktanın zaaflarını da yansıtmak üzere bazı işadamları; öncelikle devletin ekonomik etkinlikler bakımından ayrıcalıklı gruplar yaratmış olmasını, sonra da özerk karakterini kaybederek büyük sanayinin güdümü altına girmiş olmasını eleştiri konusu ederek (Özdemir, 2006: 163), ama daha çok dini duyarlılıklarının belirleyici olduğu yeni bir örgütlenmeye gitmişlerdir. Varol (2010) ise MÜSİAD’ın temsil ettiği İslami burjuvazinin ortaya çıkışının arkasında yatan ana nedenin, Özal döneminin önünü açtığı küreselleşme hareketlerinin sağladığı ekonomik liberalizasyon olduğunu ileri sürmektedir.

1996 yılındaki Refah-Yol hükümetinin kuruluşu ile MÜSİAD’ın Anadolu’nun birçok bölgesinde yaygın şekilde örgütlenmesi aynı zamana denk gelmiştir. Ancak, 1997 yılındaki 28 Şubat süreci, Türkiye’de daha önceleri yaşanan askeri darbelere yeni bir biçim daha eklemiştir. Bazı kesimlerce “post-modern darbe” olarak sunulan bu süreç içinde Refah-Yol hükümeti devrilmiştir. Ancak, Askeri bürokrasinin önderlik ettiği ve yargı bürokrasisinin de etkin rol aldığı sürecin sonuçları sadece hükümet değişikliği ile sınırlı kalmamıştır. Ülkedeki girişimci gruplardan MÜSİAD’ın da bulunduğu bazıları için yeni bir niteleme geliştirilmişti: Yeşil Sermaye ya da İslamcı Sermaye. 28 Şubat sürecinin yakıcı sıcaklığının hissedildiği günlerde yeşil sermaye ya da İslamcı sermaye olarak nitelenen iş adamlarının faaliyetlerinde ciddi sıkıntıların yaşandığı bilinmektedir.