• Sonuç bulunamadı

Bu başlık altında demokrasinin unsurları olan; “hukukun üstünlüğü”, “kuvvetler ayrılığı”, “eşitlik ve adalet”, “çoğulculuk”, “seçim” ve “muhalefet” kavramları açıklanmıştır.

1.1.2.3.1. Hukukun Üstünlüğü

“Kanun düzendir, iyi kanun iyi düzendir.” Aristo

Hukukla yaşamak tek seçenek olmasa da, toplumların gelişimini sağlayacak ve onları refaha ve mutluluğa götürebilecek yolların en başında hukukun geldiğine de hiç şüphe yoktur. Özgürlük ve zenginliğe götüren ana yol, hukukun üstünlüğüdür. Şu halde, özgürlük ve zenginlik arayan bir toplum aynı zamanda hukukun üstünlüğünü de aramalıdır (Gözlügöl, 2013). Hukukun üstünlüğünü temin etmeden, demokratik bir siyasi kültür kurmak ve kurumlara güvenen vatandaşlara sahip olmak imkânsız hale gelir (Özbey ve Sarıçam, 2018). Hukukun üstünlüğünün özü, hukukun insanlar üzerindeki egemenliğidir. Hukukun üstünlüğü terimi, kimsenin yasaların üzerinde olmadığını ve herkesin statü, ırk, cinsiyet, zekâ vb. ayrımı olmadan yasaların önünde eşit olduğunu ifade eder. Hukukun üstünlüğü; hem vatandaşların kanunların gerektirdiği davranışları yerine getirmelerini hem de hükümetin yasalara göre hareket etmesini gerekli kılar (Assiotis ve Sylwester, 2015; Khare, 2017).

“Hukukun üstünlüğü/rule of law” terimi geleneksel olarak "kişinin üstünlüğü/rule of man" terimine karşıt olarak ortaya çıkmıştır. Demokrasi; devlet iktidarının sınırlanması, devletin tarafsızlığının sağlanması ve özgür ifadenin güçlendirilmesi gibi temel fonksiyonların varlığını gerektirir. Demokrasilerde, vatandaşların haklarını koruyan, düzeni sağlayan ve hükümetin gücünü sınırlayan hukuk kuralları mevcuttur. Hukukun üstünlüğü ilkesi; önceden konulmuş, ilan edilmiş, genel, düzenli, kesin, herkes için uygulanabilir, açık ve anlaşılır hukuk kurallarının varlığını gerektirmektedir. Bu kurallar, hukuku doğrudan iktidarın ya da sosyal organizasyonların etkisinden kurtarır. Ayrıca, böylece yasal kurumların hukuku kendileri için bir egemenlik aracı haline getirmeleri ve hukuku tekellerine

almaları da engellenebilir. Bu anlamda hukukun üstünlüğü ilkesi; yönetim ile yönetilenler arasındaki dikey ilişkide yönetimin keyfiliği karşısında vatandaşların hak ve özgürlüklerini hukuksal güvence altında bulundurmakta, yönetimin insaf ve takdirine bırakmamaktadır (Aktaş, 2015; Gözlügöl, 2013; Gümüş, 2014; Palombella ve Morlino, 2010).

Hayek’e göre kanun hâkimiyetinin ve kanun hâkimiyetine uygun kanunların bazı özellikleri vardır. Bunlar şunlardır (Aktaran: Kurt, 2006):

 Kanunlar genel ve soyut kurallar olmalıdırlar. Bu soyutluk ve genellik kanunları buyruk ve talimatlardan ayırmaktadır. Özgür toplum, insanların değil kanunların yönetiminin olduğu toplumdur. Kanunlar insanlara özgürlük üretmekte, insanları tehlikelerden ve zorlamalardan korumaktadır.

 Özgür bir toplumun kanunları öngörülebilir olmalıdır. Yaptığı ya da yapmayı planladığı işin kanun tarafından nasıl tanımlandığının ve müeyyidesinin ne şeklide cereyan edeceğinin önceden bilinmesi kişiyi o işi yapıp yapmamak konusunda serbest bırakmakla aynı anlama gelmektedir.

 Özgür bir toplumun kanunları tarafsız olmalıdır. Kanunların tarafsız olması idareyi bireysel tercihlerin şekillenmesi sürecinden uzaklaştırarak sadece koruma işlevi ile muktedir kılacaktır.

Demokratik bir yönetimde, her vatandaş devlet dâhil hiç kimsenin ondan alamayacağı ve dokunamayacağı bazı temel haklara sahiptir. Bu haklar, uluslararası hukukun garantisi altındadır. Her vatandaş dilediğine inanmak, dilediği gibi düşünmek, düşündüklerini ifade etmek ya da ifade etmemek hakkına sahiptir (Aktaş, 2015). Demokratik bir toplumda, hukukun üstünlüğü hükümetin özgürlüğüne sınırlamalar getirir ve otoritenin kanunlara ve yönetilenlerin bu haklarına saygı duymalarını gerektirir. Ancak bunun için bağımsız, tarafsız ve yetkili bir yargıya ihtiyaç duyulmaktadır (Olatunji, 2013). Aristo’nun; “Yasanın başka bir otoriteye tabi olduğu ve kendi yetkisine sahip olmadığı durumlarda, devletin çöküşü, benim görüşüme göre çok da uzak değildir” sözü de yargıya yapılacak bir müdahalenin, demokrasilerin en önemli bileşeni olan hukukun üstünlüğü ilkesini zarara uğratacağını, hatta devletlerin çöküşüne neden olacağını açıklar niteliktedir.

Hukukun üstünlüğü ilkesi; kuvvetler ayrılığı/yargının bağımsızlığı, eşitlik ve adalet ilkeleri ile de çok yakından bağlantılıdır (Nicolescu-Waggonner, 2016).

1.1.2.3.2. Kuvvetler Ayrılığı

“Eğer yargı gücü, yasama ve yürütme güçlerinden ayrılmazsa özgürlük söz konusu olamaz.”

Montesquieu

Erdemlilikten hareketle en iyi hükümet fikrini arayan Aristo, devletin faaliyetlerini üçe ayırarak her faaliyetin bir organa verilmesi gereğini ilk kez ortaya koymuştur. “Hükümet Üzerine İki Deneme” adlı yapıtında Locke egemenliği; kanun yapıcı üstün güç olan yasama erki, yapılan yasaları uygulayan yürütme erki ve bunlardan ayrı olarak güvenlik ve dış işler ile yükümlü federatif erk olarak sınıflandırmıştır. Aristo’dan esinlenerek Locke ve Montesquieu tarafından geliştirilen kuvvetler ayrılığı ilkesine “Yasaların Ruhu” adlı ünlü eseri ile esas şeklini veren Montesquieu olmuştur. Yargı gücünün, yasama ve yürütme gücünden ayrı değilse özgürlüğün var olmayacağını söyleyen Montesquieu’nun fikirleri, devrimden sonra anayasal hareketlerin esin kaynağını oluşturmuştur. Siyasal düşünce tarihinde kuvvetler ayrılığı ilkesi, 1789 Amerikan ve 1791 Fransız Anayasalarından başlayarak pek çok pozitif hukuk belgesinde düzenlenmiştir. Hatta 1789 İnsan Hakları ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi, kuvvetler ayrılığı sistemini içermeyen bir düzenlemenin anayasa niteliği taşımayacağını kabul etmektedir (Akgül, 2010; Büke, 2016).

Gücün yoğunluğu sıklıkla onun kötüye kullanılmasına yol açar. Gücün kötüye kullanılma olasılığı, gücün yoğunluğuyla doğru orantılı olarak artar ve tüm gücün bir kişinin elinde bulunduğu durumlarda doruğa ulaşır. Tarih bize gücünü keyfi biçimde kullanan ve despot olan hükümdarların ve devlet liderlerinin sayısız örneklerini sunar. İngiliz tarihçisi Lord Acton; “Güç bozma eğilimindedir ve mutlak güç kesinlikle bozar” şeklinde kötümser ama gerçekçi bir söz ile bu duruma atıfta bulunur. William Pitt'in parlamentoda yüz yıl önce ifade ettiği "sınırsız güç, ona sahip olanların zihnini bozuyor" ifadesi de aynı durumu ifade etmektedir. "Yasaların Ruhu” adlı eserinde “güç sahibi her insanın onu kötüye kullanmaya meyilli"

olduğunu savunan Montesquieu de iktidarın insan doğası üzerindeki bu yöndeki etkisini dile getirmiştir (Hansen, 2010).

Kuvvetler ayrılığı doktrininin özü; hiç kimsenin aşırı güç sahibi olmaması ve kurumlar arasında bir kontrol ve dengeler sistemi kurulması için yasama, yürütme ve yargı kurumlarının devletin farklı organlarında bulundurularak iktidarın tek elde toplanmasının engellenmesini ve bu üç kurumun birbirini denetleyebilmesini sağlamaktır (Khare, 2017). Yürütme, kamu politikasının formülasyonu ve uygulanmasında yasamanın öngördüğü genel amaçlar için konulan sınırlar dâhilinde hareket etmelidir. Yürütmeden bağımsız bir yargı, sadece yasama organının seçilmiş üyelerinin çoğunluğunun bir aracı değil, her şeyden önce net bir şekilde yasamadan bağımsız bir bütün şeklinde anayasal düzenin koruyucusu olmalıdır (Gözlügöl, 2013).

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir sonucu olan yargı bağımsızlığı ilkesi; yargı erkinin işlevini yerine getirirken, herhangi bir tarafın herhangi bir nedenle doğrudan veya dolaylı kısıtlama, etki, teşvik, baskı, tehdit ve müdahalesine maruz kalmamasını ifade eder (İşten, 2014). Yargının, yasama ve yürütmenin anayasa ve yasalarla kendilerine çizilen hukuki sınırları aşıp aşmadıklarını denetleyebilmesi ve eğer aşmışlarsa öngörülen yaptırımları tespit edip uygulayabilmesi için bağımsız olması gerekir (Gönenç, 2011).

1.1.2.3.3. Eşitlik ve Adalet

“Devletin hazinesi adalettir.” Konfüçyüs

Başgil (2006)’e göre; demokrasi ile idare edilen memleketlerde devlet yönetiminin dayanması gereken en önemli ilke, vatandaşların hatta tüm dünya insanlarının insan olma sıfat ve şerefinde ortak olduğu ve hukuki olarak birbirine eşit olduğu ilkesidir. Başgil (2006) bu düşüncesini; “Her insan, dünyaya cihanşümul beşeriyetin bir zerresi ve bir ferdi olarak gelir. Kudret eli, doğuştan kimsenin alnına içtimal bir sıfat, unvan ve imtiyaz damgası vurmadığı gibi, kimseye müstesna bir şeref ve rüçhan hakkı da vermiş değildir. Bilakis, insanlar her nevi sıfat ve unvandan

mücerret olarak doğar ve aynı bir insan nev’inin mahiyette müşterek birer ferdi ve insanlık cevherinin müşahhas bir zuhuru olarak yaşar.” sözleriyle dile getirmiştir.

Demokrasi, kişilerin kendi kendini yönetme sürecinde “özerk katılımcılar” olarak eşit muamele görmelerini gerektirir. Demokratik devlet, vatandaşların bireysel olarak kendi tercihlerini yapma hakları ile devlet yönetimini uzlaştırmak için sürekli bir gayret içindedir. Demokratik anlayış, devletin her vatandaşını özerk, biricik ve değerli görmesi gerektiği anlamına gelir (Post, 2005). Eşitlik bir bütün olarak, her insana hak ettiğinden bağımsız olarak eşit saygı ile muamele edilmesi ve her insanın hak ettiğinden bağımsız olarak kendine saygı gösterilme hakkına sahip olması gerektiği şeklinde anlaşılmalıdır (Nielsen, 1979).

Eşitlik; yasalar önünde ve devletin vatandaşlara götürdüğü hizmetlerde dil, din, ırk, eğitim, yaş, cinsiyet, siyasi ve ideolojik görüş farkı gözetmeden vatandaşların eşit olması durumudur. Ancak bu sadece yasal eşitlik anlamına gelir. Toplumda kaynaklar toplumsal sınıf ve kümeler arasında eşit bir biçimde dağılmıyorsa, o toplumdaki bireyleri eşit saymak da pek gerçekçi olmayacaktır (Demir, 2010). Turner (1986) “Equality” adlı kitabında eşitliğin dört tipinin olduğunu belirtir. Bu eşitlik türleri aşağıda açıklanmıştır:

 Ontolojik (Varoluşsal) Eşitlik: Tüm insanlar varoluş anlamlarını ortaya koymak ve kendilerini gerçekleştirmek ihtiyacı duyarlar. Bu anlamda tüm insanlar varoluşsal olarak eşit haklara sahiptirler. İnsanlara sırf insan olmalarından dolayı değer verilir.

 Arzulanan Amaçlara Ulaşmak İçin Fırsat Eşitliği: Eğitim, kariyer vb. olanaklara erişim tüm vatandaşlara açık olmalı, kişiler sosyal konumları, zenginlikleri, cinsiyetleri vb. özellikleri yoluyla değil, başarı, beceri ve yeteneklerine göre bu olanaklara erişim şansına sahip olmalıdırlar.

 Koşulların Eşitliği: Fırsat eşitliğinin sağlanabilmesi için, yarışmacıların aynı koşullara sahip olmaları ve hepsinin aynı noktada yarışa başlamaları esastır.  Sonuçların Eşitliği: Buradaki amaç, mevzuat ve diğer politik araçlar

vasıtasıyla başlangıçta oluşan eşitsizlikleri sonuçta sosyal eşitliğe dönüştürmektir. Sonuç eşitliğini sağlamak için sosyal programlar aracılığıyla

dezavantajlı gruplar lehine pozitif ayrımcılık ile başlangıçtaki eşitsizlikler telafi edilerek anlamlı bir sonuç eşitliği oluşturmak amaçlanır.

İşten (2014) tarafsızlık ve eşitlik ilkelerinin, adalet kavramının unsurları olmakla birlikte aynı anlamı ifade etmediklerini belirtmektedir. Goldman ve Cropanzano (2015) da adalet ve eşitliğin farklı kavramlara atıfta bulunduğunu iddia etmektedir. Adaletin normatif standartları ve bunların nasıl uygulandığını, eşitliğin ise bu standartlara verilen tepkileri açıkladığını belirtmektedir. Urhan (2016) adaletin eşitlikten farklı olarak her bir kişinin layık olduğunu elde etmesini talep ettiğini belirtir. Çakır (2018) “Adalet başka eşitlik başkadır. Bazı eşitlikler seçme seçilme hakkı gibi adalet sayılsa da, bazı eşitlikler vardır ki değil adalet, zulüm bile olur. Hatta bazı eşitsizlikler adalet sayılır. O halde bizim tercihimiz daima adalet olmalıdır; Zira her adalet eşitliktir, fakat her eşitlik adalet değildir.” şeklindeki sözleriyle adalet olmadan eşitliğin yeterli olmayacağını açıklamıştır.

Bu durum, insanlar arasında “keyfi” olarak ayrım yapmama gereği, eşit muameleden hangi nedenle ayrılmanın “haklı” sayılabileceği konusunu gündeme getirir. Nedensiz yere farklı muamelenin keyfi olacağı açıktır. Farklı davranmanın bir nedene dayandığı yerde ise bu nedenin “haklı” ve “meşru” olması yani kanuna dayalı olması gerekmektedir (Erdoğan, 2008).Adaletin sağlanması ile ilgili ortaya çıkacak en büyük anlaşmazlık, belirli bir örnekte hangi kriterin seçileceği konusudur. Belki de en büyük anlaşmazlıklar bazı eylemlerin belli bir kritere göre adil olup olmadığı ile ilişkili olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin, “kriter olarak vergiler adil olmalıdır, ancak herkesten aynı oranda mı almak adildir yoksa artan oranda mı alınmalıdır?” (Verba, 2006).

Hatemi (2005)’ye göre adaletin iki boyutu vardır. İlk boyutu istisnasız ve potansiyel boyut olan “eşitlik adaleti”dir. İkinci boyutu ise “somut olay adaleti”dir. Eşitlik adaleti; herkesin cinsiyet, sınıf, ırk, din, politik görüş ayrımı olmadan aynı fırsatlara sahip olması ya da hiç kimseye haklarını kullanmak konusunda ayrımcılık yapılmaması anlamına gelir. Herkesin belirli bir hizmet programına eşit erişime sahip olması ya da hiç kimsenin bu hizmete erişiminin engellenmemesi olarak tanımlanır. İnsanlara sırf insan oldukları için kanun önünde eşit muamele edilmesi adaletin vazgeçilmez bir şartıdır (Eriksson, Isemo ve Abrahamsson, 2017; Hatemi, 2005).

Yasalar tarafsız olmalı ve haksız yere bir gruba diğerinden daha fazla fayda sağlamamalıdır. Süreçteki işlemler tarafsız, dürüst ve şeffaf olmalıdır (Nielsen, 1979).

Somut olay adaleti ise; insanların neyi hak ettikleriyle ilgili bir kavramdır. Her somut olayda herkese, somut olayın özelliğine göre, emeğinin karşılığının, suçunun cezasının, liyakatinin uygun olduğu görevin verilmesini gerektirir (Hatemi, 2005). Adaletin dağıtımında devlete düşen en temel sorumluluk, hakkaniyete uygun şekilde davranılmasıdır (İşten, 2014). Açıkgöz (2008)’ün “Adalet hak üzerinden işler; adaletin en temel hedefi ise hakları korumaktır. Devlet dediğimiz kurum ise adalet vasıtasıyla hakları ve özgürlükleri korumak ve güvence altına almak için insanlar tarafından meydana getirilmiş bir üst organizasyondur.” sözleri de bu görüşü destekler niteliktedir.

1.1.2.3.4. Çoğulculuk

“Demokrasi, azınlığın haklarını güvence altında tutan ve çoğunluğun gücünü dizginleyen bir sistemdir.”

Karl D. Bracher

Çoğunlukçuluğun en basit tanımı; “halkın çoğunluk tarafından yönetilmesi”dir. Buna göre çoğunluk yönetecek, azınlık ise muhalefet edecektir. Çoğunlukçuluk, çoğunluğun mutlak ve sınırsız üstünlüğünü, yanılmazlığını ve doğruluğunu ortaya koyan bir kavramdır. Bu teoriye göre halkın ortak iyiliğine yönelen çoğunluk iradesinin toplumun ortak çıkarı ile çatışması düşünülemez. Bu durumda çoğunluk iradesi karşısında azınlık haklarının korunmasının da bir anlamı olmayacak, hatta bu azınlık hakları zararlı sayılacaktır (Yavuz, 2009). Çoğunluğun da yanılabileceği, adalete hizmet etmeyebileceği, hatta bilinçli olarak antidemokratik emelleri gerçekleştirebileceği zamanla görülmüş, özellikle 2. Dünya Savaşı öncesi yaşanan acı tecrübelerle birlikte çoğunlukçuluk yerini çoğulculuk anlayışına terk etmeye başlamıştır (Demir, 2010; Yavuz, 2009).

Çoğulculuk modern siyaset biliminde çok üyeli olarak örgütlenmiş oluşumları ve siyasal düzenleri nitelemek üzere oluşturulmuş ampirik ve normatif bir

kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Çoğulculuk ilke olarak bütün çıkarların seslendirilebileceği ve örgütlenebileceği ve bu bakımdan çıkarlar arasında bir denge sağlanabileceği varsayımına dayanmaktadır. Ne kadar farklı olursa olsun politik, ekonomik, dini, etnik tüm bakış açılarının herhangi bir engelle karşı karşıya kalmadan saygıyla karşılanması, kabul edilmesi ve tanınması ile karakterize edilir (Becker ve Raveloson, 2008). Vatandaşlar kendi çıkarları doğrultusunda toplumu, ekonomiyi ve siyaseti etkilemek için çeşitli özerk hareketler, birlikler, partiler ve dernekler halinde örgütlenirler (Schmidh, 2002).

Demokrasinin en başta gelen özelliği, toplumda değişik düşüncelerin varlığını koruması ve onlara yaşama hakkı tanımasıdır. Demokraside, hiçbir düşüncenin ayrıcalığı yoktur. Her düşünce özgürdür, özgürce açıklanır, özgürce örgütlenir. Hiçbir düşüncenin içeriğine sınır getirilemez (Yağcı, 1998). Farklılıklarla birlikte yaşamayı mümkün kılan ve “ötekini kabul etmenin” en güzel yolu olarak tanımlanan demokrasi, zaten farklılık temeline dayandığı için oluşturduğu çeşitlilik kültürü ile değer çatışmasını önlemenin bir yolu olarak düşünülmektedir. Çeşitlilik ve çoğulculuk olmadan demokrasi var olamaz (Gündoğan, 2002). Değişik toplumlarda olduğu gibi aynı toplum içerisinde yer alan bireyler arasında da çeşitli düşünce, fikir ve kültür farklılıkları bulunmaktadır. Bu, kaçınılmaz bir toplumsal gerçekliktir. Burada üzerinde önemle durulması gereken konu, toplumda hâkim ve güçlü olan grubun ötekini güç kullanarak baskı altına almaması, kendi inanç ve düşüncesini karşıdakine zorla kabul ettirmeye çalışmamasıdır. Aslolan, farklılıkları birer zenginlik unsuru olarak kabul edip ötekinin varlığını kurumsallaştırarak birlikte ve beraber yaşamaktır (Güneş, 2005).

Demokrasi, her vatandaşın iyi bir hayat sürmesi ve karşısına çıkan fırsatları değerlendirebilmesi için gerekli olan toplumsal koşulları sağlamayı amaçlar. Ayrıca her vatandaşın kendi yaşantısına dair hatalar yapmış olup olmadığına bakılmaksızın, kendi hayatındaki kararlar, değerler ve projeler üzerinde eleştirel düşünme kapasitesine sahip olduğu ilkesini kabul eder (Reidy, 2001). Çoğulcu anlayışta tüm düşünce ve inanışların açıkça ortaya konması, kişiler ve toplulukların birbiri ve iktidar ile diyalog kurması mümkündür. İktidarı eleştirme, karşıt görüşler ileri sürme ve seçim yolu ile iktidarı elde etme çoğulcu sistemin temel araçlarıdır (Tunç, 2008).

Conn (1973) çoğulculuk teriminin dört farklı şekilde kullanılabileceğinden bahseder. Bu farklı kullanımlar aşağıda açıklanmıştır:

 Değersel Çoğulculuk: Toplumlar birbiriyle rekabet eden değer sistemlerinin varlığı temelinde çoğulcudurlar.

 Kültürel Çoğulculuk: Kültürel çoğulculuk, bir toplumda birden fazla kültürel grubun varlığına işaret eder.

 Yapısal Çoğulculuk: Çatışmaların çözülmesi için gereken farklı alanların var olduğu bir siyasi sistemi belirtir. Bu anlamdaki çoğulculuk, ademi merkeziyetçi bir yapıya benzer.

 Toplumsal Çoğulculuk: Toplumsal açıdan çoğulcu toplumlar, toplumsal grupların amaçları ve menfaatleri doğrultusunda organize olmalarına, örgütlenmelerine ve birbirleriyle rekabet etmelerine izin verilen toplumlardır.

Çoğulcu anlayışta çoğunluk iradesi, azınlıkta kalan kesimlerin bir gün çoğunluk haline gelebilmesi imkânını sürekli açık tutacak biçimde sınırlandırılmıştır. Ayrıca ülke yönetiminde çoğunluk iradesi ve o iradenin ortaya çıkardığı kurumların yanında, bağımsız, tarafsız başka bazı kurumların iradesine de yer verilir. Özellikle çoğunluk iradesine değil, üstün hukuk normlarına göre karar veren bağımsız yargı organlarının siyasal sistem üzerindeki etkisi ile özgürce kurulan ve faaliyet gösteren dernekler, sendikalar ve meslek kuruluşları gibi hükümet dışı örgütlerin siyasal karar alma süreçlerindeki dolaylı etkisi önem kazanır (Uygun, 2010).

1.1.2.3.5. Seçim

“Demokrasi, sadece sandıktan ibaret değildir. Demokrasi, seçimle gelen, seçimle giden geçici iktidarlar demektir.” Emine Ülker Tarhan

Montesquieu, büyük bir devlette halkın tamamının bir yasama organı içinde toplanması ve karar almasının imkânsız olduğunu ve bu işler için halkın “temsilci” seçmek zorunda olduğunu söylemiştir. 1820’de James Mill’in, “modern zamanların büyük keşfi” olarak nitelediği “temsil” düşüncesi yaygınlaşmaya ve

kurumsallaşmaya başlamış, ancak Rousseau ve Montesquieu’den birkaç kuşak sonra, geniş çapta kabul görmeye başlamıştır (Koçak, 2006).

Demokrasi, yöneticileri değiştirmek için anayasaya uygun düzenli olanaklar sağlayan bir siyaset sistemi; nüfusun geniş kesiminin, siyasal iktidar için yarışanlar arasında bir “seçme” yaparak önemli kararları etkilemesine izin veren bir sosyal mekanizma olarak tanımlanabilir (Bayhan, 2002). Seçimlerle vatandaşlar kendileri için iktidarı kullanma konusunda kime ve ne ölçüde meşruiyet vereceklerine ve iktidarda meydana gelecek bir değişikliğin ne zaman gerçekleşmesi gerektiğine karar verirler (Wojtasik, 2013). Vatandaşların liderlerini barış içinde seçebilmelerine imkân sağlayan seçimler, demokratik bir siyasal sistemin taşıyıcı direkleri olarak kabul edilir (Mesfin, 2008).

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarına göre seçimler makul aralıklarla yapılmalıdır. Uygulamada bu sürenin genellikle dört veya beş yıl olduğu gözlenmektedir (Koçak, 2006). Demokrasi fikrinin oluşması, seçim gibi belirli karar verme prosedürlerinin de gerçekten demokratik yollarla gerçekleşmesini gerektirir (Post, 2005). Başarılı bir seçim usulü oluşturan demokratik ülkelerde “özgür” ve “adil” seçimler demokrasinin özünü oluşturur (Nicolescu-Waggonner, 2016). Tüm milletin vekili olarak görev yapacak temsilcilerin çoğulcu bir ortamda, genel, eşit ve gizli oy ilkelerine göre yapılması artık bütün demokratik ülkelerde tartışmasız kabul edilen evrensel değerler niteliğindedir (Tunç, 2008; Türk, 1995).

Her demokratik anayasa farklı olmakla birlikte, hepsini demokrasi olarak tanımlayan en az bir temel ilkesi vardır. Bu temel ilke her vatandaşın, ülkenin karar alma sürecine katılmak için eşit derecede nitelikli sayılması ve eşit sese sahip olmasıdır (Vander Hook, 2011). Seçim sistemlerinin düzenlenmesinde, özellikle “eşit oy” ilkesi hayati bir öneme sahiptir. Bazı kişilerin oylarının daha değerli, bazılarının oylarının değersiz sayılması sonucunu doğuracak şekilde seçim kanunları oluşturulamaz (Akyıldız, 2016).

Önceleri cinsiyete dayalı ayrım nedeniyle kadınlar, mülkiyete dayanan ayrım nedeniyle mülk sahibi olmayanlar, köylüler ve işçiler, servete dayalı ayrım nedeniyle devlete yılda doğrudan ve belirli bir oranda vergi vermeyenler ve nihayet yaşa dayalı

olarak belirli bir yaşa gelmemiş olanların oy hakları yoktu. Ancak 19. yüzyıl boyunca verilen mücadeleler sonucu yaygınlaşan genel ve eşit oy hakkı 20. yüzyılda çağdaş ülkelerin ayırıcı özelliği olarak anayasalarda yerini almıştır (Alkan, 2006).