• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: MODERNLEŞEN TÜRKİYE

2.4. Demokrasi ve Yükselen Sesler

Atatürk, 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda öldüğünde ardından kimin geleceği üzerine tartışmalar haftalar öncesinde başlamıştı. Karşı çıkanlar olduysa da 11 Kasım 1938 yılında Millet Meclisi ikinci Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’yü seçmişti. Başlarda her ne kadar rejimin değişeceğine dair tartışmalar yaygın olsa da sonrasında İnönü’nün Atatürk’ü takip edeceği anlaşıldı (Zürcher, 2018). Öte yandan İsmet İnönü’nün göreve geldiği ilk yıllarda II.

Dünya Savaşı başlamıştı. Türkiye’nin ekonomisi oldukça hassastı, ikinci bir savaş devletin bağımsızlığını tehlikeye sokabilirdi. Bu nedenle İsmet İnönü ve hükümeti bu yıllarda tüm güçlerini mümkün olduğunca savaşın dışında kalmak için harcıyorlardı.

Bu sırada İnönü döneminin en büyük atılımlarından biri olan Köy Enstitüsü 17 Nisan 1940 günü açıldı. Burada amaç ülkenin eğitim seviyesini yükseltmekti ve açılacak bu yeni eğitim merkezleri yalnızca köylerden öğrenci alımı yapacaktı (Koçak, 2007). Köy enstitüleri

28

kuruldukları bölgelerde halkın yaşamını olumlu yönde etkilemiş ve eğitim alanında önemli kazanımların elde edildiği kurumlardan biri olmayı başarmıştı. Aynı zamanda İnönü, Atatürk döneminde başlayan sanat alanındaki çalışmaların devam etmesine de önem vermekteydi (Giorgetti & Batır, 2008).

Tüm bunlar olurken savaşın yıkıcılığı devam ediyor, Türkiye ekonomik sıkıntılarla her geçen gün daha fazla yüzleşmek zorunda kalıyordu. Savaştan kaçma girişimleri başarılı oluyorduysa da yürütülen ekonomik politikalara yönelik eleştiriler artmaktaydı. Diğer yandan CHP’nin yaptığı devrimler her ne kadar ulus devlet kurma aşamasında gerekli görüldüyse de halkın birçoğunun yaşamlarında önemli değişikliklere neden olmamıştı ve bunun sonucunda gelinen noktada devlet ile halk arasındaki ilişkide bir uzaklık yaşanmaktaydı (Ahmad F. , 1994). CHP ciddi bir yıpranma sürecindeydi, toplumun çeşitli kesimlerinde huzursuzluk artmaktaydı.

Bu sırada İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya, İtalya gibi totaliter rejimlerin aleyhine sonuçlanmasıyla Türkiye siyaseti de yükselen liberal düşüncelerden etkilenecekti. Savaşın sonunda kapitalist Amerika Birleşik Devletleri kazançlı çıkmıştı fakat onun karşısında da Stalin’in Sovyetler Birliği konumlanmıştı. Bu durumda Türkiye’nin stratejik önemi belki daha önce hiç olmadığı kadar artmıştı. Diğer yandan Türkiye 1945 yılında kurucu üye olarak Birleşmiş Milletler antlaşmasını imzalamış, demokratik idealler için söz vermişti (Zürcher, 2018:243). 1947’de Amerika Birleşik Devletleri’nde Truman doktrini ilan edildi ve asıl amacı komünizme karşı güçlenmek olan Marshall Planı açıklandı ve Türkiye bu yardımdan ancak Amerikalıların kabul ettiği değerlere (demokrasi, serbest girişim vb.) uyum sağlandığında tam olarak yararlanabileceğini fark etmişti (Zürcher, 2018:245).

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle ülke içi ve dışında meydana gelen gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti için de yeni bir sayfanın açılmasını gerekli kılmıştı. Değişimden kaçmak özellikle alınan kararlar sonrasında neredeyse imkansız hale gelmişti. İnönü 1945 yılının 19

29

Mayıs gününde gerçekleştirdiği konuşmasında “Memleketimizin siyasi idaresi Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartları ile gelişmeye devam edecektir”

diyerek siyasette liberalleşmeye işaret ediyordu (Ahmad & Turgay, 1976:13). Aynı zamanda o sıralarda Çankaya’da katıldığı bir davette de daha önce kurulmuş olan partilerin kapatılmasının bir hata olduğunu söyleyecekti (Koçak, 2007:554). Bu gelişmelerin ışığında 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, 1950 seçimlerini kazanmayı başardı. İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığından ayrılmış yerine Celal Bayar gelmişti. Adnan Menderes ise Türkiye’nin yeni başbakanı olacaktı.

Demokrat Parti kendisini milli iradenin temsilcisi olarak adlandırmaya başlamış ve ülkeyi değiştirme görevini üstlenmişti (Zürcher, 2018:258). CHP ise bu sırada henüz ikinci parti olmaya alışamamış ve neredeyse tüm önerileri eleştirilir hale gelmişti. İnönü döneminde oldukça sorunlu olan ekonomi, Menderes ile birlikte kısa süreliğine de olsa yükselişe geçti ki bu iyileşmenin asıl nedeni Amerika’dan alınan yardımlardı. Menderes bu sırada yabancı sermayeyi teşvik ediyor, liberalleşme politikalarını destekliyordu. Tüm bu girişimlerin sonucunda yükselen ekonomi 1950’lerin ortalarına dek bu şekilde devam etti. Amerikan etkisi insanların gündelik yaşamlarını da etkiledi ve bunun sonucunda kentli burjuvanın tüketim alışkanlıkları değişmeye başladı; modaya uygun giyinmeye, Amerikan arabaları ve partilerine olan ilgileri arttı (Zürcher, 2018:266).

Menderes yönetimi ile değişen yalnızca ekonomi değildi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında üzerinde titizlikle durulmuş din alanı da bu süreçten payını alacaktı. 1932 yılında yürürlüğe koyulan Türkçe ezan 1950 yılında Arapça okunmaya başladı. Bunu İmam Hatip okullarının açılması izledi. Menderes yönetimi ile birlikte muhafazakar ve dinci akımlar siyasal hayata karışmaya, kamusal alanda görünürlük kazanmaya başladılar (Subaşı, 2005). DP, ilerleyen günlerde kendisini bulacağı kriz ortamında CHP’yi komünistlik ve dinsizlikle suçlayacak,

30

dinde getirdiği özgürleşme ile övünecekti. Menderes’in partisi için radyoda Kuran okutmak büyük bir başarıydı (Zürcher, 2018:269).

Burada bizim için değerli olan ise Türkiye’nin zaman içerisinde değişen düşünce yapısına tanık olmaktır. Her ne kadar Cumhuriyet’in ilk yıllarında İslam özel alan ile sınırlandırılmışsa da (ya da en azından istek bu yöndeydi) bu hedefin tam anlamıyla başarılı olamadığı ve İslam’ın bulduğu ilk fırsatta kendisini hatırlattığı söylenebilir. Özellikle İnönü döneminde yaşanan problemler İslam’ın toplumsal bir hareket olarak güçlenmesine yardım etmiş, Menderes ile birlikte de kendi sesini yeniden duyurma ve daha fazla insanı etki alanına alma fırsatına sahip olmuştur. İslamcı hareket her ne kadar o dönem içerisinde büyük kitlelere erişememiş olsa da günümüze ulaşan kimi düşüncelerin temeli 1950’li yıllarda atılmıştır.