• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: MODERNLEŞEN TÜRKİYE

2.1. Cumhuriyet’in İlk Yılları

Türkiye’de modernleşmenin ilk adımları Cumhuriyetin ilan edilmesinden çok önce, Osmanlı İmparatorluğu henüz dağılmadan atılmıştı. II. Mehmed’in İslami geleneklere aykırı bir şekilde Gentile Bellini’ye figüratif tarzda portresini yaptırması (Polat,2015:36), uzun süren karşı çıkışlar sonrasında 18. yüzyılda matbaanın kurulması (Lewis, 2018) ve Bonneval’ın askeri alanda sunduğu yenilikler (Berkes, 2012) bu duruma örnek gösterilebilir. Ancak tüm bunlara rağmen Osmanlı’da 16. yüzyıldan itibaren yeniliklerden uzak kalma ve her şeyde ileride oldukları düşüncesi hakim olmuştur (İnalcık, 2008). Bunun nedenlerinden biri olarak bazı Müslümanlar arasında kabul edilen, geleneklerden uzaklaşmanın bidat olduğu görüşü gösterilir (Lewis, 2018:287). Avrupa’nın gözle görülür biçimde zenginleşmesi ve askeri anlamda güçlenmesi ile bu durum kimi padişahlar tarafından tersine çevrilmek istenmiştir.

Gavur padişah lakabıyla da bilinen II. Mahmud (Akşin, 2006:88) da bunlardan biridir ve 19.

yüzyılın ilk yarısında Mustafa Kemal’in ileride gideceği Harp Okulu’nu kurmuştur (Bailey, 2006:205) ve burası onun fikirlerinin gelişeceği yerdir.

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selanik’de dünyaya gelmişti. Babasının da etkisiyle modern bir eğitim almayı tercih etti ve Manastır Askeri İdadisi’nde eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’da yer alan Harp Okulu’na kayıt oldu. O sıralarda Avrupa’da Sanayi Devrimi gerçekleşmiş ve insanlar arası iletişim hızlanmıştı. Her ne kadar Osmanlı tüm bu gelişmelerin gerisinde kalmış olsa da Avrupalıların İstanbul’a ilgisi oldukça yüksekti.

Özellikle 19. yüzyılda yabancılara tanınan mülk edinme hakkı da bu ilgiyi arttırmıştı (Yakartepe & Binan, 2011). Yirminci yüzyılın başlarında ise İstanbul çeşitli inanç ve devletlerden birçok insanın yaşadığı bir yer haline gelmiş kozmopolit bir şehirdi (Eldem, 2013). Mustafa Kemal eğitimi için İstanbul’a geldiğinde işte böyle bir manzara ile

17

karşılaşacaktı. Aynı zamanda II. Mahmud’un desteklediği yenilikler sonucunda da Harp Okulu’nda fizik, kimya gibi dersler verilmeye başlanmış ve Fransızca okutulmasına karar verilmişti (Berkes, 2012:194). Hem yaşayacağı şehir hem de alacağı eğitim itibarıyla Batı değerleriyle karşılaşmaması imkansızdı. Kısa sürede Fransızların Avrupalı devletler üzerindeki etkisini fark etmişti ve bu nedenle Fransızcasını da fırsat buldukça geliştiriyordu (Mango, 1999:105).

Bir yandan aldığı eğitimin sayesinde Batıdaki güncel tartışmaların takipçisi olmuştu diğer taraftan ise içine doğduğu topluma karşı bir sevgi hissediyordu. Ancak Osmanlı’nın Batılılar tarafından geri kalmış, vahşi ve barbar olarak değerlendirildiğinin de farkındaydı (Okyar, 1984:45). Yıllar içerisinde ortaya koyduğu uygulamalardan görüyoruz ki onun için en büyük sorun Osmanlı’nın Batıdaki gelişmeleri takip etmemesi, kendi içerisine dönüp zamanın getirdiklerine ayak uydurmamasıydı.

On sekizinci yüzyıl Avrupası’nda kilisenin gücü büyük oranda hissediliyordu. Otorite ve dogmalar Voltaire, Helvetius, Diderot gibi düşünürleri rahatsız etmekteydi. Bu nedenle kendileriyle benzer düşüncelere sahip kişiler ile biraraya gelip, baskıcı yönetim biçimlerine ve akıldışı buldukları inançlara karşı çıktılar ve düşünce özgürlüğünü savundular (Gümüşlü, 2008). Onlar için özgürlüklerin pek çoğuna giden yol geçmiş bilgileri terk etmekten geçiyordu ve bu da ancak bilim ile sağlanabilirdi (Brumfitt, 1972). Bu filozoflar akıl ve bilim eliyle kurulacak yeni dünyanın habercisi ya da öncüsü olma mücadelesi verdiler (Cevizci, 2009:649). Aydınlanmacı düşünürler toplumda var olan gelenekleri sorgulamış ve özgürlüğün her alana yayılması gerektiğini savunmuşlardır. Bu durum elbette yavaş yavaş diğer insanları da etkisi altına almayı başarmıştı. Fransız Aydınlanması kendisinden daha sonra gerçekleşecek olan Fransız Devrimi’nin de düşünce yapısını etkileyecekti.

1789’da Fransız Devrimi gerçekleştiğinde bundan yalnızca Fransa etkilenmeyecekti.

Fransa halkının büyük bir çoğunluğu özgürleşmek istiyordu ve devrim mutlak bir monarşiden

18

kesin kopuşu ifade ediyordu (Ağaoğulları, 1989:195). Fransız devrimi çağdaş anlamda bir partinin önderliğinde gerçekleşmemişti fakat bunun yerini uyumlu hareket eden bir burjuvazi almıştı (Hobsbawn, 1998). Bu noktada Üçüncü Sınıf’ın temsilcisi olarak Sieyes’ten bahsedilebilir. O, başarılı olmak için ortak bir iradenin gerekliliğine inanıyordu, ancak bu şekilde eyleyen bir bütün haline gelebileceklerini savundu (2005:69). Sieyes, Ulus kavramını ön plana çıkardı ve onun ülkenin tüm yüzeyini, tüm nüfusu, devlete bağlı tüm insanları kucaklayan kırk bin kilise çevresinde (2005:78) bulunduğuna işaret etti.

“Demek ki Fransa’da da üç sınıfı tek sınıf halinde birleştirmek isteniyorsa, önce her türlü ayrıcalığı kaldırmak gerekir. Soyluyla rahip de ortak çıkardan başka çıkarlara sahip olmamalı ve yasa uyarınca sadece sıradan yurttaşla aynı haklardan yararlanmalıdırlar… Kanunun selameti gereği, ortak toplumsal çıkarın bir yerde saf ve katışıksız olarak korunup gözetilmesi şarttır.” (Sieyes, 2005:59)

Görünen o ki Fransız Devrimi ile insanların yaşamlarında ulus, yasaların üstünlüğü, özgürlük, birey gibi kavramlar önem kazanmıştı. Halk artık kraliyetin malı değil, Fransa vatandaşlarıydı (Heywood, 2017:571). Fransız Devrimi sonrasında ise dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, ondokuzuncu yüzyılın siyaseti belirlenecekti (Hobsbawn, 1998). Bu durumdan en çok etkilenenlerden birisi de içerisinde birçok etnik kökenden insanın yaşadığı Osmanlı olmuştu (Heywood, 2017). Fakat bunun da ötesinde, akılcı yaklaşımlardan oldukça uzak olduğunu düşündükleri Osmanlı yönetimi karşısında kimi düşünürler de bu fikirlerden etkilenecekti. Genç Osmanlılar döneminde Şinasi ve Namık Kemal Fransız Devrim düşüncelerini gündeme getirenlerden olmuşlardı (İnalcık, 2008:81). Aynı zamanda daha önce bahsedildiği gibi çeşitli padişahlar da bu duruma ayak uydurabilmek adına çeşitli yenilikler yapma yoluna girdiler ve bunların pek çoğunda Fransızların etkisi hissedilmekteydi. Fakat hiçbiri halk üzerinde tam anlamıyla etkili olamıyordu. Dönemin birçok düşünürü var olan durumdan rahatsızlığını sürdürdü, daha fazlasının yapılmasına ihtiyaç vardı. Burada Ziya

19

Gökalp’i hatırlamakta fayda var zira kendisinin düşünceleri daha sonra Türkiye’de gerçekleşecek olan devrimler üzerinde oldukça etkili olmuştur.

Gökalp, 1876’da dünyaya geldi ve çeşitli zorluklarla mücadele ettiği bir gençlik dönemi geçirdi. Bu sırada Fransızca öğrenmiş, Gustave Le Bon, Alfred Fouillee gibi düşünürlerin sosyolojisi ile tanışmıştı (İnalcık, 2008). 1896 yılında İstanbul’a geldi ve burada İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı ve Türkçülük hareketi ile tanışmış oldu (Parla, 1989:35). Gökalp ilerleyen yıllarda milliyetçiliğe olan ilgisini sürdürdü ve parçalanmakta olan Osmanlı içerisinde bir kimlik arayışına girdi. Hem milli olanı bulmaya çalışıyor hem de Batının gücünü inkar etmiyordu. Bu her açıdan onun için zorlu bir süreç olacaktı. Bu sırada Emile Durkheim, Gökalp’in sosyolojik çalışmalarında en etkili isim haline geldi (Heyd, 1950).

Gökalp eserlerinde Türk dilini Arapça ve Farsçadan kurtarmayı savunuyor, tarihte eskiye dönerek mitlerde Türklerin izini sürüyor ve Türk kadınının Osmanlı’ya yerleştiğini düşündüğü Arap kültürünün tersine, erkekle pek çok konuda aynı haklara sahip olması gerektiğini savunuyordu. Gökalp aynı zamanda müziğin de bir millet için önemini belirtiyor ve Türk ulusal müziğinin, Batı müziği ile halk müziğinin karışımından doğacağını söylüyordu (2010:138). Bunun yanında Gökalp dinin de Türkleştirilmesi gerektiğini düşünüyor ve din kitabı ve hutbelerin halkın anlaması için Türkçe olması gerektiğini, ancak bu şekilde camiden büyük bir coşku ve tatminle çıkacaklarını söylüyordu (2010:162). Fakat bu İslam’ın kutsalına yapılmış bir saldırı değildi, hedeflenen İslam’ı Türklere ait bir şey haline getirmekti. Bunu Gökalp’in şu sözleriyle de anlayabiliriz; “Türklerde milliyet hissi uyanmaya başlayınca Türk kelimesi başka türlü hücumlara maruz kaldı…Türkçülük İslamcılığa zıt olmakla suçlandı.

Halbuki Türkçülerin gayesi muasır bir İslam Türklüğüdür. Türkçülerin millet ülküleri Türklükse, ümmet ülküsü de İslamlıktır.” (2010:41)

20

Gökalp’in metinlerinde Türk kimliğini sahiplenmenin gerekliliğine dair birçok anlatıma rastlamak mümkündür. Kendisi adeta bir telaş içerisindedir. Okuyucuyu bu fikre ikna etmek için pek çok yol dener. Türklerin öteden beri var olduğunu gösteren kanıtlar sunar ve bundan sonra yapılması gerekenin de dünyadaki bütün Türklerin tek bir kültür altında birleştiği, Turan’ı oluşturmak olduğunu söyler (Gökalp, 2010). Milliyetçilik düşüncesine gösterilen bu ilgi elbette bir tesadüf sonucu ortaya çıkmamıştı. Kuşkusuz dünya üzerindeki her topluluğun akıbeti farklı derecelerle de olsa bir diğerine bağlıdır. Ancak özellikle Osmanlı gibi bir popülasyon yapısına sahip olan devletler dünya üzerinde meydana gelen gelişmelerden daha büyük çapta etkilenecektir ki 19. yüzyılda da bu gerçekleşmiştir. 20.

yüzyıla gelindiğinde ise Ziya Gökalp gibi pek çok düşünür var olan sistemi sorgulamış ve dünyada başlayan bu değişimde bir yer edinmeye çabalamıştır. Pek çok topluluğun kendini ayrı bir ulus olarak ilan etme isteğine Türkler de katılmak istemiş ve bundan önce denenmiş Osmanlıcılık gibi fikirlerin kendilerine yardımcı olmayacağı düşüncesinde birlik olmuşlardır.

İşte konuya buradan yaklaştığımızda, o dönem içerisinde Gökalp’in sahip olduğu bu hevesi anlamak da kolaylaşır.

Osmanlı’nın içinde bulunduğu duruma çözüm arayanlardan biri de Mustafa Kemal’di.

Askeri alanda kazandığı başarılar ile ismi duyulduktan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinde düzenlediği toplantılar ile hedeflediği milli mücadele ruhunu uyandırmayı başarmıştı ve nihayetinde 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilerek Osmanlı Devleti’ne son verildi. Ancak yalnızca Cumhuriyet’i ilan etmek yeterli olmayacaktı, Mustafa Kemal’in aklında olan şey geçmişten tamamen kurtulmak, halka yeni bir sistem sunmaktı. Amaç Türkiye Cumhuriyeti’ni laik-milliyetçi bir temel üzerine kurmaktı (Keyder, 1989). Böylece yapılan ilk şeylerden biri Halifeliğin kaldırılması oldu. Bunun en önemli nedeni Cumhuriyet’in ilanından sonra bile kimilerinin hala var olan Halife üzerinden güç kazanmaya çalışması ve Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerin sorumlusu olarak görmeleriydi (Ahmad F. , Modern Türkiye'nin

21

Oluşumu, 1995). Atatürk’ün istediği son şeylerden biri başka devletlerin topraklarından mesul tutulmaktı.

1928’de ise anayasadan devletin dininin İslam olduğunu belirten madde çıkarıldı ve böylece Türkiye tam seküler bir temele oturdu (Ahmad, 1995:86). Her ne kadar hilafet kaldırılmış olsa da yerine devlete bağlı bir kurum olan Diyanet İşleri Reisliği kuruldu.

Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaşlaştırmak adına yaptığı yenilikler ölene kadar devam etti, amacı Avrupalı devletlere uyum sağlamak, zamanın getirdiklerini yakalayabilmekti. Mustafa Kemal ve kurucu kadronun tüm bunları yapmaktaki amacı Osmanlı ethos’undan epistemolojik ve ontolojik kopuşu gerçekleştirebilmekti (Kurtoğlu, 2005:205). Bunun en önemli parçalarından birini de devletin benimseyeceği Türk kimliği oluşturuyordu.