• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: MODERNLEŞEN TÜRKİYE

2.2. Bir Kimlik Yaratmak

Ulus devletlerin önem kazandığı dünyada, bir Türk kimliği inşası ve bunun diğer devletler tarafından kabul edilmesi barışın sürekliliği için Atatürk’ün gözünde değerliydi. Bu nedenle ilk günlerden itibaren Türk tarih ve dili üzerine odaklanan araştırmalara önem verildi. Atatürk ve beraberindekiler Türklerin Osmanlı Devleti’nden önce de var olduklarını kanıtlama isteği içindeydiler. Bu sırada Arap alfabesi terk edilmiş, üzerinde birkaç değişiklik yapılarak Latin alfabesi tercih edilmişti. Bu sırada gündelik hayatta kullanılan dilde de değişiklik yapılması isteniyor, özellikle Arapça ve Farsça kelimelere dikkat çekiliyor, onların yerine Türkçe sözcükler getiriliyordu. Buradaki amaç Arap ve Fars etkisinin her türlüsünden mümkün olduğunca sıyrılmak ve böylece geçmişle olan bağları koparmaktı.

İslam ise burada oldukça hassas bir konumdaydı ve bu da inanç alanında yapılacak düzenlemeleri zorlaştırıyordu. Atatürk’ün en büyük isteğinin bilim ve akılcı düşüncenin

22

hakim olduğu bir toplum oluşturmak istediğini1 ve bunun yolundaki en büyük engel olarak da Osmanlı Devleti’nin geçmişte yapmış olduğu uygulamaları gördüğünü biliyoruz (Okyar, 1984). Bu hataların en büyük nedenlerinden biri olarak da soyut bir şey olan inancın insanların tüm yaşamlarını şekillendirmesi ve onları özellikle bilimsel çalışmalardan uzak tuttuğu gösterilmekteydi (Berkes, 2012). Atatürk için Anadolu’nun büyük bir kısmının inandığı İslam bu nedenle kritik bir noktada yer alıyordu. Kimilerinin düşündüğü gibi o, İslam’ı yok saymadı hatta aksine tam olarak odak noktasına yerleştirdi. Müslümanları görmezden gelmeyi tercih edemezdi fakat aynı zamanda işlerin eskiden olduğu şekliyle devam etmesine de göz yummak olmazdı. Bu nedenle diğer görüşleriyle de uyumlu bir şekilde İslam’ı Türkleştirmeye karar verdi.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, yönetimi altındaki Müslüman olmayan topluluklar arasında çeşitli ayaklanmalar çıkmış, savaş döneminde eskiden birarada yaşayan halk arasında var olan dostluğun büyük bir çoğunluğu kaybolmuştu. Tarafların görüşleri keskinleşmiş, milliyetçilik, ümmetçilik gibi kavramlar etrafında gruplara ayrılmışlardı. Ayrıca sermayenin çoğunluğu ve ticari ilişkilerin büyük bir kısmı da Müslüman olmayan popülasyon elinde toplanmıştı (Eldem, 2014). Bu da bu süreçte iyice fakirleşen Müslümanlar arasında onlara yönelik tepkilerin artmasına neden oldu. Bir süre sonra Rum ve Ermeniler bir tehlike olarak görülmeye başlandı ve girişimcilerin devlet bütünlüğüne karşı tehdit oluşturmayan gruplardan oluşması gerektiğine olan inanç kuvvetlendi (Keyder, 1989:86). Bu noktada Müslüman-Türk tüccarlar sahneye çıktı ve Cumhuriyet’in de kurulmasıyla sermaye bu yeni gruplarda toplanmaya başladı.

1Atatürk’ün 1922 yılında “Evet; ulusumuzun siyasal toplumsal yaşamında ulusumuzun düşünce bakımından eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve fen olacaktır.” (Erdem, 2014) dile getirdiği sözde de bu anlayışı görebiliriz.

23

Yeni kurulan devletin milliyetçilik anlayışında Ziya Gökalp’in büyük bir etkisi olacaktı. İnancın Türkleştirilmesi yeni kurulan devletin mordernizm yolunda attığı en önemli adımlardan biriydi (Rahman, 2015:204). Medreseler, tarikatlar ve tekkeler kapatılmıştı ve tüm imamlar devlet memuru olarak kabul edilerek, maaşları yeni kurulan Diyanet tarafından ödenecekti (Smith, 2005:310). Kıyafet devrimi ile de şapka kullanımı özendirilmiş, inanç ile ilişkilendirilebilecek kıyafetlerden kurtulma yoluna gidilmiştir (Berkes, 2012). Bunun yanında hoca, efendi gibi ünvanlar terk edilmiş soyadı kanununa geçilmişti. Türkiye’de her ne kadar Türk-İslam sentezi ile homojen bir yapı elde edilmek istense de bu girişim başarılı olmayacaktı (Mardin, 1991).

Atatürk’ün yapmak istediği şey İslam’ı yok etmek değil, onu özel alan ile sınırlı tutmaktı. Yeteri kadar akılcı eğitim gerçekleştirildiğinde İslam’ın arka planda kalacağı düşünülüyordu (Akural, 1984). Ancak bunun başlangıcı olarak İslam’ı Araplara ait olmaktan çıkarmak gerekliydi. İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’ı Kerim Arapça yazılmış, öteden beri de Arapça okunmuştu. Dualar, namazlar Arapça ile yerine getirilirdi. İlahi olan ile yakın teması nedeniyle pek çoklarının gözünde kutsal bir dil olarak yer alıyordu. Ezanlar Arapça okunuyor, Kur’an-ı Kerim Arapça hatim ediliyordu. Bu da bazı Müslümanlar arasında bir hiyerarşinin oluşmasına sebep oluyordu. Arapça bilen hoca, diğerlerine göre Allah’ın bilgisi ile yakından ve sürekli bir şekilde temas içindeydi ve bu da onu diğerlerine göre daha özel kılıyordu.

Cemaatlerin kabul ettiği hocalar, takipçilerine dinen makul olanı ve olmayanı anlatırdı. Dini anlamda eğitimi olmayan, sıradan Müslümanların tek bilgi kaynağı hocaların kendisiydi.

Atatürk’e göre bu toplumdaki geri kalmışlığın nedenlerinden birini oluşturuyor ve aynı zamanda Türklerin Arap kültürü ile sürekli temasına sebep oluyordu. Bu nedenle İslam mümkün olduğunca milli bir hale getirilmeliydi.

Buradan yola çıkılarak ezan Türkçe okunmaya, Kuran’ı Kerim’de Türkçe meali ile insanlara sunulmaya başlandı. Hedeflenen, insanların anlayacağı bir dilde onlara seslenilmesi,

24

dua etmeleri ve hocalar olmadan da dinlerini anlayabilmeleriydi. Bu durum elbette birçok tartışma ve ayaklanmaya neden oldu. Özellikle dini liderlerin inisiyatifini kabul eden, çoğunluğunu kırsal kesimin oluşturduğu halk, mümkün olduğunca bu yasakları çiğnemeye çalışmıştır. Örneğin; Türkçe ezan okunmaması için ceza almayan deliler ve çocuklar bulunmuş, onlara Arapça ezanlar okutulmuştur (Dikici, 2006). Bu yasaklar kâğıt üzerinde 18 yıl devam etmeyi başarsa da Türkçe ezandan 17 Haziran 1950 senesinde DP-CHP iş birliğiyle vazgeçilmiştir (Dikici, 2006:96). Peki 1950’de bu değişikliğin büyük bir heyecanla karşılanmasının nedeni neydi? Atatürk’ün devrimleri neden yıllar içinde tam olarak başarılı olamamıştı? Bu ve benzerlerinin yanıtına ancak meseleyi çok yönlü bir biçimde incelediğimizde ulaşabileceğimiz kanaatindeyim.

Savaş sonrası kurulan devlette gayrimüslim vatandaşları içermeyen bir Türk ulusal kimliği anlayışı kabul edildi (Buğra & Savaşkan, 2014:59). Her ne kadar Kemalistler çağdaşlaşma ilkesi ile İslam’ı kamusal alanda reddetmişlerse de Türk ulusunu Müslüman olarak kurgulamışlardı. Sermaye birikim sürecinin ve iş dünyasının biçimlendiği ilk safhalarda, yeni Türk burjuvazisinin oluşumunda Müslüman kimliği merkezi bir unsur oldu (Buğra & Savaşkan, 2014:59). Böylece sermaye bu yeni oluşan Türk iş dünyasında toplanmaya ve belirli çevrelerden insanların zaman içerisinde güç kazanmasına olanak sağladı. Bu kişilerin arasında tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, Kemalizmin hegemonik olduğu dönemde de modernite ve teknolojiyi reddedenler bulunmaktaydı fakat daha çok kendi içlerine çekilmiş durumdaydılar ve etki alanları kısıtlanmıştı (Gülalp, 2003:37).

Üstelik dindar erkeklerin bir kısmı, yeni düzenlemelerden memnun olmasa da kamusal alanda var olmaları ve işlerine devam etmeleri o kadar zor değildi. İslam denetleme mekanizmasını daha çok kadın bedeni üzerinde temellendirdiği için erkekler bu konuda daha şanslıydı. Belki artık şapka takmaları gerekecek, kendilerine hoca diye seslenilmeyecekti ancak pek çoğu için gündelik hayatlarını aksatmalarına neden olacak ya da işlerinden geri

25

kalacakları bir durum da söz konusu değildi. Hükümet ile açık bir şekilde çatışmadıkları sürece yeni kurulan bu devlette uygulamaya konulanları kendi çıkarlarına uygun olarak şekillendirebilir ve yaşamlarını sürdürebilirlerdi.

Bu duruma ek olarak yapılan düzenlemeler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde etkili oluyordu. Üniversiteler burada açılıyor, yeni iş merkezleri buralarda kuruluyor ve dolayısıyla Batılı değerler ile tanışma büyük kentlerde gerçekleşiyordu. Diğer ülkelerin aksine Türkiye’de sanayileşme yok denecek kadar azdı ve nüfusun büyük bir çoğunluğu tarım ile geçimini sağlıyordu. Bu da kırsal alanda yaşayan insanların çoğunluğu oluşturmasına neden oluyor ve halkın hayatına Cumhuriyet ile gelen yenilikler kısıtlı bir kesim üzerinde etkili oluyordu.

Tüm bunlar olurken kuşkusuz tarikatların bir kısmı da yeraltında çalışmaya devam etti ve insanların hayatında dini kendi yöntemleri ile canlı tutmaya çabaladılar. Üstelik yeni düzenlemeler ile Müslümanlara, İslam’ın tehlike altında olduğunu anlatmak ve devrimleri hedef göstermek kolaylaşmıştı. Bu gruplar her ne kadar Atatürk yönetimindeki Türkiye’den çekiniyor olsalar da bu durum onların İslam yolunda ilerlemelerini engellemedi ve hatta kimi durumlarda da radikalleşmelerine neden oldu.