• Sonuç bulunamadı

demiştir: "Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik:'7 Buradaki rüzgarlar harekete geçi

Belgede . - - lhvan-ı Safa Risaleleri (sayfa 94-129)

ren (faile)'dir. Dilcilerin uzlaştıklarına göre, Arapçada bu kelime (melakıh) esasen ceninler hakkında kullanılır. Burada değişim ve dönüşüm söz konusudur. Anlam anlaşıldığında Arap bir şeyi diğer şeyle değiştirir, dönüştürür ve öne alır. Kendisine konuşulan kişi, konuşanı anlar. Onun anlamının ceninler olduğunun delili, dildeki

"toprağı aşıladı

(lekaha)

ve hurma aşılıdır

(lakıha)"

ifadeleridir. Lakıha'nın çoğulu levakıh'tır. Burada özne/etkin (fail) kalıbında olan lafız tümleç/edilgen

(mef'ul)

laf­

zına dönüştürülmüştür. Yüce Allah'ın dediği gibi:

"Atılmış bir sudan

(main dafıq)

(yaratıldı)"8

Aslında o, "medfük'' şeklindedir. Çünkü ism-i fail olan rubai (kökü dört harfli fiilin) kalıbı "muf'il" şeklindedir. İsm-i mef'ul olan sülasi ise "fa'il" vezninde­

dir. Fail vezni bazen fail, bazen de meful olabilir. Anlam buna işaret ediyor. Senin aslında mef'ul kalıbının verdiği anlamı kast etmek için fail kalıbı kullanarak şöyle demen gibi: Katil

(katil),

yaralı

(cerih)

ve saralı

(sari').

Bazen de fail kalıbıyla eyle­

mi yapanı kast edersin. Mesela, Kerim (kerim), merhametli (rahim) ve ilim sahibi ("alim) kelimeleri böyledir.

Aynı şekilde bunu tabiatın işleyişinde bulursun. Rüzgarlar ağaç ve diğerleri­

nin aşılayıcısıdır. Öyleyse bunun karışma ve katışmayla nasıl olduğu açığa çık­

mış, karışmamış olandan meydan gelmesi geçersiz (batıl) olmuştur. "Doğal nikah"

sözümüz mecaz anlamındadır. Onunla unsurların birbirlerine karışmalarını kast etmekteyiz. Nikah olmaksızın canlının olmayacağına ve araza ait bir sesin ancak bir cevherden olabileceğine delil getirmiştik. Şimdi sesler konusundaki prensibe (asl) dönüyoruz.

Bölüm

Şimdi bil ki, sesler iki çeşittir: Anlaşılan

(mefhume)

ve anlaşılmayan (gayr-ı mefhume). Anlaşılan sesler, canlı sesleridir. Anlaşılmayan sesler, taş, kuru çamur parçası ve diğer madeni şeyler gibi diğer cisimlerin sesleridir. Aynı şekilde canlılar da iki çeşittir: Konuşan ( mantıkiyye) ve konuşmayan (gayr-ı mantıkiyye). Konuş­

mayan canlılar, konuşmayan canlıların sesleridir. O, sesler olarak adlandırılan nağ­

melerdir. Konuşma olarak adlandırılmaz. Çünkü konuşma ancak bir çıkış yerinden çıkan seslerde olur. Harflerin sıfatından çıktığında harflerle kesilmesi mümkündür.

Şiiri, tertibi ve vezni doğru dile imkan tanır. Ehli arasında bilinen bir dille, anlaşılır bir şekilde ortaya çıkar. Bu konuşmayla, hayvanlara değil de insanlara mahsus olan emir, yasak, alma, verme, satma, satın alma, vekil tayin etme ve buna benzer işler gerçekleşir. Bu, ses ve konuşma arasındaki farktır.

Seslerin diğer canlılardan çıkmasına gelince o, akciğerden göğse doğrudur. Sonra boğaza, ardından ağza gelir. Sonra canlının büyüklüğüne, akciğerinin kuvvetine ve çenesinin genişliğine göre ağızdan şekil çıkar. Gırtlak her genişlediğinde, iki çene aralandığında ve akciğer büyüdüğünde kuvvetinin ve zayıflığının ölçüsüne göre bu canlının sesi artar.

7. Hicr, l 5/22.

8. Tarık, 86/6.

94

Eşek arıları, çekirgeler, ağustos böceği, orak kuşu ve benzeri gibi akciğeri olmayan canlıdan meydana gelen sese gelince, bunlar havayı iki kanadına yayarak, ağzını aça­

rak alır ve hava çarpar. Ondan sese benzeyen vızıltı ve çınlama ortaya çıkar.

Yılanlar, tırtıllar ve bunlar gibi hareket eden şeyler gibi dilsiz hayvanların akciğer­

leri yoktur. Akciğerleri olmayanların da sesleri yoktur.

İnsan canlısının sesleri iki çeşittir: Delalet eden(bir anlamı gösteren) ve delalet etmeyen sesler. Delalet etmeyen ses, hecesi olmayan ve anlam içeren ayırt edici harf­

ler kullanılmayan sestir. Ağlama, gülme, öksürme, inleme ve benzeri şeyler gibi .. . Delalet edene gelince o, bulunduğu herhangi bir dilde ve söylendiği herhangi bir lafızda hecesi bulunan kelam ve söz gibi şeylerdir.

Anlaşılanı ve anlaşılmayanı, canlısı ve cansızıyla bütün bu sesler, cisimlerin çar­

pışmaları ve hayvanların boğazlarını sıkmalarıyla havada meydana gelen sestir.

Zira hava aşırı inceliği, cevherinin saflığı ve parçalarının hareketinin sürati dolayı­

sıyla bütün cisimlere girer, onlarda ilerler, içlerine ulaşır ve onları birbirlerine doğ­

ru hareket ettirir. Cisim cisme çarptığında bu hava o ikisinin arasından ayrılarak bütün yönlere doğru itişir ve dalgalanır. Onun hareketinden, cama üflendiğinde cam macununun genişlemesi gibi genişleyen bir kürevi şekil meydana gelir. Bu şekil her genişlediğinde bu sesin kuvveti, sona erene dek azalmaya devam eder.

Bunun örneği, geniş bir yerde bulunan durgun bir suya taş atmandır. Bu suda, taşın düştüğü yerde daire meydana gelir, suyun yüzeyine doğru genişlemeye ve diğer yönlere doğru dalgalanmaya devam eder. Her genişlediğinde hareketi za­

yıflar ve sonunda yok olur gider. Bu yerde veya burasının yakınında bulunan bir canlı bu sesi işitir. Havada cereyan eden bu dalgalanma onun kulağına ulaşır ve kulağının içine girer. İki kulağın derinliklerinde yerleşmiş olan hava, beynin niha­

yetinde sona eren bu dalgalanma ve hareketle işitme kuvvetine göre hareket eder.

Sonra çıkışı olmaksızın durur. Onu beyne götürür, beyin de onu kalbe götürür.

Kalp, bu duyunun kendisine ulaştırdığı mesajı anlar. Şayet mana içeren anlamlı bir ses ise marifet ona yönelir. Anlamsız ize bu ses konusunda cevherinin saflığı­

na uyması gerekir. Hangi cevherden ortaya çıkmıştır ve hangi hareketten kaynak­

lanmaktadır? O, bunu sesin mahiyetinden, dalganın, sedanın ve işitme duyusuna ulaşan hareketin keyfiyetinden çıkarır. Bunun örneği tas çınlamasıdır. İnsan bunu işittiğinde şöyle der: "Bu tas çınlamasıdır". Ona ya bir canlı tarafından ya da kasıt ve maksat olmaksızın bir şeyin düşmesi neticesinde, isabet eden başka bir şeyin çarpmasından meydana gelmiştir.

Demir, altın, gümüş ve benzerlerinin sesleri de böyledir. Bunların sesleri ortaya çıktığında, cevherlerinin farklılığına ve tabiatlarının sertlik, gevşeklik, yumuşaklık ve kuruluk yönünden başkalığına göre farklılık oluşturur. Bu konunun örneği, hay­

vanların sesleridir. Her nefesi kuvvetli ve ciğeri sağlam olanın sesi, hareketinin şid­

detinden dolayı daha büyük ve havadaki mesafesi daha uzak olur.

Benzer şekilde daha sert ve daha kuru madeni cevherlerden olanlar daha çok çınlar ve daha çok ses çıkarır. Ses çıkarması için yapılmış olmasında ittifak edildi­

ğinde ki, çıngırak ve darbukada olduğu gibi,bundan maksat, surlarda ve sınırlarda 95

yapılmış kalelerde ses ve gürültü çıkarmak olduğundan, onların sesleri ve çınla­

maları havada bu kapların genişliği ve darlığı ölçüsünce kalır. Bakırın sesi, kurulu­

ğu, sertliği ve sıcaklığının kuvveti dolayısıyla hafif ve saftır. Kurşundan, bakırdan yapıldığı gibi akustik ve ses çıkaran aletler yapılması mümkün değildir. Demir, bakıra karıştırılırsa onun ses ve gürültü çıkarması söz konusu olur. Altının, kendi tabiatını andıran kendine mahsus bir sesi vardır ve çok az akustiği vardır. Onun sıcaklığı ölçülü, tabiatı yumuşak ve tabiatının cüzleri eşit bir haldedir. Gümüş bundan farklıdır. O, altından daha şeffaftır, çalındığında sesi ondan daha güzeldir.

Aynı şekilde kurşunun bakır ve demir gibi sesi yoktur. Bu, kurşunda yeryüzüne ait (arzi) cüzlerin fazla olmasından ve cisminin yoğunluğundan dolayıdır. Sesi, taş sesi ile o ikisinin arasında bir sesi andırır. Bu örneklerden hareketle insanın ölçülü konuşması bulunabilir. Ölçülü ses, aslan sesi, at kişnemesi, eşek anırması ve ben­

zeri sesler gibi sınırı aşacak yükseklikte olmamalıdır. Balığın susması gibi sessiz de olmamalıdır. Canlıların çoğunun seslerinin hafifliği gibi hafif de olmamalıdır.

Ancak o, bunların arasında orta yerde olmalıdır.

Kim, havada kalıp bekleyen uzun bir sesi olmasını istiyorsa bunu bilerek yapsın ve havayı biriktirmeye çalışsın. Buna, gönderdiği havanın içinde biriktirdiğine denk gelmesine kadar devam etsin. Eziyet ve elem çekse de, bunu yapmakla istediği şeyi elde eder. Altının tabiatının ölçülü olması gibi, tabiatı genişlediği için sesi genişler ve ölçülü olur. Cevherlerin en üstünü ateşte eriyendir. Aynı şekilde insan da hayat süren hareketli canlıların en şereflisidir.

Bitkilerin de sesleri vardır. Sertliği daha çok ve bir arada bulunması daha fazla olan bitkiler onlardandır. Onların diğer sesler gibi tabiatları yoktur. Dokunuldu­

ğunda ses çıkarırlar. Sac ağacı9, abanoz ve benzerleri gibi. İncir ve firavun inciri kütükleri ve benzerleri gibi, sıcaklığı az olan bir cisme girmiş olanların sesleri az olur. Dokunulduğunda ve bir cisimle hareket ettirildiğinde hareket ettirenin hare­

ketinin kuvvetinden ve bu sesin ses çıkarandan kaynaklanmasından dolayı ses ha­

vada ortaya çıkar. O, tabiat olarak böyle yaratılmış/şekil verilmiş

(mecbulun aleyh)

değildir. Kuvvetine göre bu ortaya çıkan sesin havada insan ve diğer canlıların ku­

laklarıyla ilişki kurması söz konusudur. İnsan kütük, demir, su ve rüzgarın sesini duyduğunda onların her birinin sesleri hakkında konuşma imkanı bulur ve onları kendisinden kaynaklandığı ve ortaya çıktığı şeye nispet eder. Hayvan bunu yapa­

maz. O, insanın konuşma ve açıklama kuvvetiyle işittiklerini izah etmesi gibi izah edip açıklayamaz. Bu sayede insanın diğer canlılara üstünlüğü ortaya çıkar. Aynı durum koklama10 duyusunda cereyan eder. O, bu duyusu sayesinde havayla ilişki kurar. Kendisinde bulunan bu duyuyla bütün kokulardan haber verir ve onları ait oldukları koku sınıfına ait kılar. Aynı şekilde cisimlere dokunduğu ve duyu, cismin nemli ve kuru, sıcak ve soğuk, yumuşak ve sert ve benzeri olduğunu anladığı vakit, bunu dokunma duyusu haber verir. Görme duyusuna gelince o, hissedilen şeyleri

(mahsusat)

bilme konusunda diğer duyulara ihtiyaç duyar. Çünkü onun hissetti-9. Hindistan yöresinde yetişen büyük bir ağaç.

ıo. Metinde işitme (sem') kelimesi geçse de metnin siyak ve sibakından burada kast edilenin koklama duyusu olduğu anlaşılmaktadır.

gi şeyler onu aldatmış olabilir. Onunla diğeri arasındaki mesafenin uzaklığından dolayı büyük bir şeyi küçük olarak görmen; geniş bir alanda küçük olanı büyük olarak görmen; düz olanı eğri olarak görmen gibi. Sudaki gemi küreği ve benzeri şeyler gibi .. .

Bölüm

Sonra bil ki, bütün duyuların karar kıldığı ve sonuçta vardığı yer kalptir. Yanında da sığınağı vardır. Bütün duyulayıcıların kendileri için yapılmış özel duyuları vardır.

Onu aşmaz ve ondan başkasına dokunmazlar. Göz, görmeye, kulak işitmeye, ağız tatmaya ve burun koklamaya tahsis edilmiştir. Bu duyulardan her biri, hissettiği var­

lıkları kalbe götürür. Onlar vasıtasıyla kalp duyusu anlaşılır.

Sonra, sen duyulardan bir şeyi algılayıp onu kabul ettiğinde kalp duyusunun kuvveti, onu algılaması için kalbe iletir. Şayet kalp duyusunun kuvveti olmasaydı bu duyular geçersiz/işlevsiz olurdu. Doğuştan görme özürlü bir kimsenin gökyüzünü ve onun hangi yönde bulunduğunu tasavvur etmesinin mümkün olmaması gibi. . . Çünkü o, yönü görmez ve görme duyusu onu kendisiyle uyumlu olan kalp duyu­

suna iletir. Çünkü görme duyusu, hissettiği varlıkların etkilerini kendisiyle uyumlu olan ve kendisine iletilenleri koruyan akli kuvvete iletir. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekte gözler kör olmaz. Ancak kalp gözleri kör olur."" "Duyu ve Duyum" adlı risalemizde burada açıkladıklarımızın dışında bazı şeyler açıklamıştık.

Sonra bil ki, bedendeki kalp, insan suretinde tasarlanmıştır. Çünkü o, canlı bede­

nindeki en üstün organdır. Zira onun, dışardaki görme duyusunun göremediği şey­

leri kendisiyle gördüğü gözü (basiret) vardır. Yine onun kendisiyle sesleri algıladığı ve algıladığı şeyleri işitme duyusuna ilettiği kulakları vardır. Onun dokunma duyusu vardır. Bununla, aşığın, aşık olduğu kişinin sarılmasına ve yapışmasına arzu duyması gibi hissettiği şeyleri kaybettiğinde onlara özlem duyar.

Aynı şekilde doğuştan görme engelli olan bir kimse kalbiyle eşyanın şeklini tasav­

vur edemez. Çünkü görme duyusu kalbe ait olan duyuya bir şey iletemez. Bu duyu boş, bozuk ve kapısı kapalı olarak kalır. Bu kapıyı hiç kimse çalmaz ki, görme engelli­

de bu duyuyla bir tanıma/bilme (marifet) meydana gelsin. Bu duyuların her birinin, bizzat algıladıkları ve arazla algıladıkları şeyler vardır. Onlar arazla algıladıkları şey­

lerde hata yapmazhr. Bunun örneği gözdür. Ona bizzat görünen şeyler nurlar, ışıklar ve aydınlıklardır. Ancak onların renkleri algılaması nur ve ışığın aracılığı ile olur.

Diğer cisimler ve onların yüzeyleri, şekilleri, konumları, uzaklıkları ve hareketleri ise renklerin aracılığı iledir. Çünkü rengi olmayan hiçbir cisim kesinlikle algılanmaz.

Bizzat algılanan şeylerde ise, onunla göz arasında algılama konusunda aracı yoktur.

Çünkü göz, ışık ve nuru algılamada başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Karanlığın algı­

lanmasında da durum aynıdır. Gözle renklere bakma arasında bir tane aracı bulunur ki o da ışıktır/nurdur. Kendisiyle cisimlerin nasıllığını ve sebeplerini algılaması ara­

sında nur ve renkler olur. Onunla bakış arasındaki vasıtalar çoğaldıkça hata ihtimali artar ve duyu, o konuda bakışını doğrulayacak ve haberini doğrulayacak diğer bir

1 l. Hac, 22/46.

97

delile ihtiyaç duyar. Serap görme böyledir. Göz, suyun renginden beyazını ve ışıktan da parıltısını alır. O konuda bakış aldanır ve bakmayla bakılan şey arasına, durumun bu şekilde olduğuna dair hüküm verme konusunda uzaklık girer. Böylece gördüğü şeyi su zanneder fakat yanına geldiğinde (suya ait) bir şey bulamaz. Suya dalmış ka­

yık küreği de bunun gibidir. Göz onu eğri görür. Zira o ikisi arasında diğer bir aracı vardır ki o da sudur. Suda bulunan eşyaların durumu bu şekildedir. Göz onu olduğu gibi algılayamaz. Uzak bir şeyin hali de böyledir. Onunla göz arasındaki aracılar çok­

tur ve bunlar da ışık ve havadır. Uzaklaştıkça küçülür ve gözden kaybolup yok olur.

İşitme duyusuna gelince o, yalan söylemez, ancak nadiren yanılır. Zira onunla algıladığı varlıklar arasında sadece bir tek aracı vardır ki o da havadır. Onun ha­

tası havanın sertliğinden ve yumuşaklığından kaynaklanır. Zira bazen rüzgar sert ve hava aşırı hareketli olabilir. Ses çıkaran, kulaklara yakın bir yerde ses çıkarır ve bu, havanın şiddetinden ve coşkusundan dolayı işitilmez. Bu sesin hareketi, havanın hareketinin şiddeti ve coşkusu karşısında yetersiz kalır ve işitme duyusuna ulaşması azalır. Hava sakin olduğunda, bu dalgalanmanın ve havada meydana gelen hareke­

tin duyuyla bağlantı kurması mümkün olan bir yerde olduğu zaman bu ses duyuya ulaşır. Şayet mesafe uzak olursa duyu sesi işitemez, bu hareket son bulur ve duyuya ulaşmadan biter.

Koklama duyusu da böyledir. Bu duyu, havanın sertliği, yumuşaklığı, sakinliği ve hareketine göre eşyaları idrak eder. Zira hava sert olduğunda farklı yönlerde bulunan kokular azalır ve bunların havadaki hızı yavaşlar. Hava berrak, yumuşak ve mesafe yakın olduğunda o, hazırda var olan kokularla bağlantı kurar. Uzak olduğunda bu kokular farklı yönlere dağılır ve onlardan hiçbir şey algılanamaz. Havanın sesleri ve kokuları kabul etmesine gelince, Allah'ın yardımı ile ben sana bunu izah edeceğim.

Bölüm

Sonra bil ki, bütün cevherlerin çeşitleri, unsurları ve bileşimleri farklı ve ayrı­

dır. Bütün maddesel (heyulani) cevherlerin cevherleri daha latif/ince, ruhani yönleri daha fazla ve yetkileri (özellikleri/hassiyyet) daha büyüktür. Onlar, şekil almazlar, arazları taşımak için diğerlerinden daha hızlı davranır ve onları daha kolay kabul ederler. Bunun örneği, tuzlu sudan daha latif/ince ve daha saf bir cevhere sahip ol­

duğu için yemekleri ve boyaları daha çok kabul eden tatlı sudur. Canlının daha çok karışıma ve katışıma, daha fazla fayda ve yarara sahip olması; bu sayede cisimlerin hayatı, hayvan ve bitkinin maddesi olması gerekir.

Işık havadan daha latif olduğu için, onun renkleri ve şekilleri kabul etmesi daha hızlı bir hareketle, daha ruhani ve basit, yayılması daha ince olur.

Bunun gibi nefsin cevheri, ruhani yönden nur ve ışığın cevherinden daha latif ve daha şiddetlidir. Bunun delili, onun diğer hissedilen ve akledilen varlıkların etkile­

rinin hepsini kabul etmesidir. Bu iki sebepten dolayı insan hayal gücü (el-kuvvetü'l­

mütehayyile) ile duyu organlarıyla güç yetiremediği şeyleri hayal ve düşünmeye güç yetirir oldu. Çünkü hayal kuvveti ruhanidir, duyu organları ise cismanidir; duyu organları, algılanabilen diğer varlıkları cismani cevherlerinde dışarıdan algılar.

Ha-98

yal gücü ise onları zatında hayal ve tasavvur eder. Söylediğimiz şeyin delili beşeri sanatkarların yaptıklarıdır. Zira bütün sanatkarlar, başlıyor, düşünüyor, hayal ediyor ve yapılmış bir şekli dışarıdan bir şeye ihtiyaç olmaksızın zihinlerinde şekillendiri­

yorlar. Nefıslerindeki şeyi fiil olarak açığa çıkarmak istediklerinde, bir mekanda ve hir zamanda maddeyi (heylıla) destekliyorlar. Orada zatında tasavvur edilmiş olan

�ey alet/edevat ve hareketlerle tasavvur ediliyor. Zira bütün canlılar görmezler; arazi renkleri ve cevherden kaynaklanan cisimleri hayal edemezler. Onları işitmez, tasav­

vur edemez, söze dayalı sesleri hayal edemez ve konuşulan lafızları düşünemezler.

Ancak bileşimi doğru ve duyuları sağlıklı olan bir insan, bir sözü anladığında ta­

nımlandığı zaman anlamı hayal etmesi mümkün olur. Konuşmaktan maksat sözü iletmektir. Her sözün anlamı yoktur, dinleyene ve konuşana fayda sağlamaz. Bütün anlamların bir lafız ve bir dilde açıklanması mümkün değildir. Onları bilmek de mümkün değildir. Nefislerinde olanı açıklamaktan hoşlanmayan bütün konuşan canlılar; yok olmuş insanlar ve susan cansız cisimler gibidirler.

Bölüm

Sonra bil ki, sözdeki anlamlar ruhlara benzer. O anlamların lafızları kendileri için cesettir. Ruhlar ancak cesetler yoluyla canlandırılır. Söz iki çeşittir: Faydalı ve faydasız. Fayda, bilinmeyen bir şeyi haber verme yönüyle ilgili olarak gerçekleşir.

Bilinmeyen (meçhul), kendisinden haber verilendir. Haber, (bir anlama) delalet eden ve delalet etmeyen olmak üzere iki çeşittir. Haber, görülmediği, zaman geçtiği ve söyleyen kişiden işitilmiş olduğu açıklandığı için, onu söyleyen kişiyi doğrula­

manın ve yalanlamanın olanaklı olduğu her sözdür. Filan şehrin, ahalisiyle birlikte mamur vaziyette olduğunu ve ölmüş olan falan kişinin, filan işlerin ve açıklamaların sahibi olduğunu haber veren kişi gibi. Bahsettiği şehrin durumu görülmediği ve ölü halihazırda yaşamadığı için bunu işiten kimsenin söyleneni doğrulaması ve yalanla­

ması mümkündür.

Aynı şekilde haber verme üç kısımdır: Ya içinde bulunduğumuz zamandan ön­

cesiyle; ya görülenin dışıyla; ya da zaman ve mekanda var olanla alakalıdır. Bunun denenmesi (ve ifadesi/imtihan), oldu (kane), olacak (yekunu) ve olan (kain) iledir.

Oldu, geçmiş zaman içindir. Olacak gelecek zaman içindir. Olan, şu anda var olan içindir. Bütün bu kısımlara (önerme yapılırken) olumluluk (mucibe), olumsuzluk (salibe), konu (mevzu ) ve yüklem (mahmul) işin içine girer. Bunlar haberin kısımla­

rıdır. Haber aynı şekilde zorunlu (vacib), caiz/mümkün ve imkansız (mümteni) şek­

lindeki üç anlamın dışında değildir. Zorunlu ve imkansız, doğruluk ve yanlışlık du­

rumlarına bir şeyin kanıt olmasına gereke kalmadan bilinen şeylerdir. Bunun örneği, bir adamın "Yeryüzü altımdadır, gökyüzü de üstümdedir" diyen kişiyi duymasıdır.

O, söylenenin doğruluğundan şüphe etmez ve buna delil getirmeye ihtiyaç duymaz.

Bu -doğru bir söz olsa bile- yanlışlığına delil getirilmeye ihtiyaçsız da değildir. Bu cümleden bir fayda (anlamlı bir haber) meydana gelmez. Aynı şekilde bunu söyleye­

nin sözünde ve bunu işitmekte de fayda yoktur. Bu, konuşan bakımından bir üstün­

lük sayılmayıp; belki onun hezeyanına işarettir.

99

Aynı şekilde bir kimse şöyle diyen birini işitse: "Ben dağı taşıdım, ateşe daldım ve denizin üzerinde ağaç bitmiş olduğunu gördüm:' Bu kişinin yalancılığında ve sözü­

nün yanlışlığında da şüphe yoktur. Bu, haberin imkansız

(mümteni)

kısmıdır.

"Caiz/mümkün'e gelince, onun doğru ve yanlış olması için delil istenmesi gerekir.

Bunda fayda vardır. Bu delille dinleyen faydalanır ve soran kişi delili sorar. Kendi­

siyle hakikati bilmeye götüren anlam, haber verme esnasında doğru ve yanlış olma­

sı mümkün olan şeydir. Yine o, bir kimse kendisine doğru ve yanlışı kesin olarak ulaştırdığında onun doğruluğundan veya yanlışlığından emin olmaktır. Bilir ki bu, akıl sahiplerinin incelemelerinin doğruladığı bir hakikattir. Şehrin mamur olduğu­

sı mümkün olan şeydir. Yine o, bir kimse kendisine doğru ve yanlışı kesin olarak ulaştırdığında onun doğruluğundan veya yanlışlığından emin olmaktır. Bilir ki bu, akıl sahiplerinin incelemelerinin doğruladığı bir hakikattir. Şehrin mamur olduğu­

Belgede . - - lhvan-ı Safa Risaleleri (sayfa 94-129)