• Sonuç bulunamadı

David Hume’da Olgu-Değer Ayrımı: Ethik Kavramların Zemini

II. BÖLÜM:

2.3. OLGU-DEĞER AYRIMININ EPİSTEMOLOJİK TEMELLERİ VE

2.3.2. David Hume’da Olgu-Değer Ayrımı: Ethik Kavramların Zemini

David Hume, empirist epistemolojinin kurucusu olarak felsefe tarihinde olduğu kadar sosyal bilimlerin ve modern ekonominin gelişiminde de önemli bir düşünürdür.

Hume, bir insan doğası bilimi geliştirmeyi amaçlamış ve insan doğasının olgusal gerçekliğini duyusal deneyim kaynaklı bir bilgi anlayışının sınırları içinde incelemeye yönelmiştir. Newton fiziğinin deneysel yönteminin bilim çevrelerinde itibar kazanmasından etkilenmiş olan Hume, öncelikle insan zihnindeki idelerin analiz edilmesi ile düşüncesini geliştirtir. Locke gibi Hume da idelerin kaynağının deneyim olduğunu kabul eder. Aynı zamanda zihnin doğuştan hiçbir düşünceyi getirmediği düşüncesi de kabul edilir. Hume’un düşüncesinde Platoncu anlamdaki İdea değildir artık söz konusu. Zihnin kendini donattığı malzemeler “algılardır” ve idelerin kaynağı bu algılardan başka bir şey değildir.165 Fakat yine de düşünce ve duyular ayrıdır. Şöyle ki, Hume, A Treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme) adlı eserine “İdelerimizin Orijinleri” başlıklı bölümle başlar ve bu bölümde izlenimler (impressions) ve ideler arasında bir ayrım yapar. Zihne giren ve canlılıkları ile kuvvetleri bakımından idelerden farklı olan algılamaları “izlenimler”

adı altında toplamaktadır. “İdeler” ile de, düşünmede ve akıl yürütmede bu algılamaların “solgun imgelerini” anlamaktadır.166

165 Hasan Demirbüker, David Hume ve Epistemolojinin Krizi, Ege Üniversitesi, Felsefe Bölümü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İzmir, 2003, s. 58.

166David Hume, On Human Nature And the Understanding, Collier Macmillan Publishers, New York, 1962, s. 176.

Hume’un bu bilgi anlayışı, algısal kökenlerine geri götürülemeyen bir idenin anlamının açık olmadığını iddia eder.167 Hume için “anlam”, nihayetinde bir idenin, o ideye kaynak olan ve ondan daha canlı ve kuvvetli olan izlenimin bilincine açıklıkla varılmasıdır. Fakat Hume, bir şüpheci olduğundan, onun için “anlam” yine de -eğer izlenimlerin bilincinde aranmalı ise- yanılgıya düşmemiz kaçınılmaz olabilir:

Aklın tüm eylemlerini ve duyumsamalarını bizler bilinç aracılığıyla bildiğimiz için, bu eylemler ve duyumsamalar her özel durumda zorunlu olarak oldukları gibi görünmeli ve göründükleri gibi olmalıdırlar. Akla giren her şey gerçekte bir algı olduğuna göre, herhangi bir şeyin hissetmeye farklı görünmesi imkânsızdır. Bu durum dikkate alındığında, en bilinçli olduğumuz noktada bile yanılabiliriz.168

Hume’un şüpheciliği daha önceki felsefelerde var olan zorunlu bir nedensellik fikrine getirdiği eleştiride de görülmektedir. Doğada ardı sıra meydana gelen olayları algılarız ve bunlar arasında bir nedensellik ilişkisi olduğunu düşünürüz, fakat bu nedensellik kesin olarak kanıtlanamaz ve böyle bir nedensellik var olsa bile -ki bunu yadsımak da aynı nedenlerle geçeli olmayabilir- bunu kesin olarak bilemeyiz.

Bununla birlikte, Ayer, Hume’un bu nedensellik ilkesinin kesin olarak bilinebileceğini reddeden anlayışını, ahlâk ve politikanın temellerini keşfederken de sürdürdüğünün söylenemeyeceğini düşünür. Ayer, Hume’un “sıradan insanların tesadüf dediği şey bir sır ve gizlenmiş nedenden başka bir şey değildir” şeklindeki görüşünden ahlâk ve politika söz konusu olduğunda uzaklaştığını yazar.169 Her ne kadar ahlâk ve politik görüşlerinde epistemolojik yönelimlerinden uzaklaşmalar olsa

167 Hasan Demirbüker, 2003, a.g.e., s. 59.

168 David Hume’dan aktaran Alfred Jules Ayer, Düşüncenin Ustaları “Hume”, çev: Atila, C., Altın Kitaplar Yay., 2002, s. 45.

169 Alfred Jules Ayer, 2002, a.g.e., s. 109.

da, Hume’un insan doğası kavrayışı ve ethik yaklaşımı, öncelikle onun bilgi anlayışı ile birlikte şekillenmiştir.

Hume’a göre ideler, izlenimlerin düşünülmüş imgeleridirler. Hume şu genel önermeyi ortaya koyarak devam eder incelemesine: “Tüm basit idelerimiz ilk göründüklerinde, onlara tekabül eden ve onları tam olarak temsil eden basit izlenimlerden türerler.”170 Hume bu önermeden hareketle, izlenimlerin daima ideleri öncelediklerini ve izlenimler elde etmek için önce idelere sahip olmanın gerekmediğini deney ile kanıtlamaya yönelir. Hume’un incelediği olgular bir tat ya da renk algılarıdır. Bunlara dair ideler basit idelerdir, fakat karmaşık ideler de bu basit idelerden türerler. Böylelikle Hume için “bilgi”, birinci şahsın yani “ben”in algılarına bağlı olur. Çünkü algılar bireyseldirler. İdeler, izlenimlere ikincildirler çünkü onların bir kopyasıdırlar, onlar, izlenimlerden geriye kalan kopyalardır, birinci şahsın zihninin kopyalaması işlemiyle oluşan şeydir, bu nedenle de solukturlar.

Oysaki izlenimler, idelerden daha üstün, öncel, daha canlı ve kuvvetlidirler. İnsanı eyleme geçirmesi bakımından da daha kuvvetlidirler.

İdelerin açıklaması ile Hume için akıl kavramı da belirginleşmeye başlar. Hume, ahlâkî yargıların akılsal yargılar olmadığını ileri sürmektedir. Akıl, matematiksel ve olgusal meselelerle ilgilidir daha çok. Ahlâkî eylemlerde etkili olanlar ise tutkular ve isteklerdir: “Ahlâkîliğin kaideleri, bu sebeple, aklımızın sonuçları değildir.”171 Araçsal bir akıl kavramının hâkim olduğu bir ethik anlayışı içinde akıl, arzuların ve tutkuların elde edilmesine yönelik çıkarsamalarla ilgilidir ve insanın doğasındaki tutkuları yargılayabilme gücünde değildir: “Akıl yalnızca tutkuların kölesidir ve

170 David Hume, 1962, a.g.e. s. 178.

171 David Hume, “A Treatise Of Human Nature”, O.A. Johnson (ed.) içinde, s. 165.

kölesi olmalıdır ve âsla tutkulara hizmet ve itâat etmekten başka herhangi bir vazîfe üstlenmiş tavrı takınamaz.” Akıl böylelikle ahlâkî yargıların zemini olmaktan oldukça uzaklaşır ve ahlâk duyusundan başka bir değerlendirici yeti söz konusu değildir. “Erdem duyusuna sâhip olmak, bir karakterin seyrinden tikel bir türden bir doyum hissetmekten başka bir şey değildir. Bizim övgümüzü veya hâyranlığımızı oluşturan tam da bu duygudur.”172

Hume, “bir idenin her zaman geri götürüleceği bir izlenimi vardır” şeklindeki düşüncesinden hareketle, zorunlu bağlantı idesinin de hangi izlenimin idesi olduğunu ortaya koymak için, bu idenin kendisinden türediği izlenimi yoklamaya girişir ve bu ilişkiyi analiz etmek için görsel duyulara başvurur. Sonunda duyusal olarak ele geçen şeyin sadece bir olayın diğerini takip ettiğini ve bu olaylar arasında herhangi bir zorunlu bağlantı olmadığını söyler. Fakat nasıl oluyor da insanlarda zorunlu bir nedensellik kavramı söz konusu olabiliyor? Hume buna, anlama yetisi (understanding) ile değil, hayal gücü yetisi (imagination) ile yanıt verir. Hayal gücü sayesinde düşünüm izlenimleri, zihnin işlemleriyle “zorunlu bağıntı” idesini türetmektedir. Benzerlik, ardışıklık ve sabit birliktelik gibi durumlardır ki, insan zihninde bir âdet (custom) ve alışkanlık yaratırlar. Aslında diğer ideler gibi zorunlu bağlantı idesi de, Descartes’ın özne felsefesindeki gibi, insanın dışındaki varlıklara değil, insanın zihnine bağımlıdır.173

Böylelikle Hume’un ethik anlayışında belirleyici olan, olgusal durumlardan olması gerekenin tümdengelimsel bir akılsal yöntem ile çıkamayacağı görüşü, onun duyusal izlenimlerin ötesine geçemeyen bir akıl kavramının kaçınılmaz bir sonucudur.

172 Hume’dan aktaran Alasdair MacIntyre, 2001, a.g.e. s. 192-193.

173 Hasan Demirbüker, 2003, a.g.e. s.136.

MacIntyre, Hume’un ele aldığı “olması gereken” yani –meli/malı (ought) türünden önermelerin bir sebep gerektirmeksizin ya da herhangi bir kesimi kapsamaksızın, bir emir kipi gibi “sadece yapmalısın” şeklinde kullanıldığına dikkat çeker. Bunun anlamı ahlâkî değerlendirmelerin bir telos ve ethos fikirlerinden uzak düşmüş ve bireyci bir şekilde ele alınıyor olmasıdır. MacIntyre, Hume on ‘is’ and ‘ought’ adlı çalışmasında Hume’un olgu ve değer meselesinin yanlış anlaşıldığını iddia etmektedir. Aslında Hume, olgulardan değerlerin çıkamayacağını söylememektedir.

Fakat A.J. Ayer, R.M. Hare ve Nowell-Smith gibi yazarlar Hume’un olgu ve değer meselesine dair görüşünün, olgusal önermeler ile değer belirten önermeler arasında aşılması mümkün olmayan mantıksal bir uçurum olduğu yönünde yorumlamışlardır.

Hume’un bu yorumlara neden olan ifadeleri şöyledir:

Bu zamana kadar karşılaştığım her ahlâk sisteminde, daima dikkatimi çeken husus şu olmuştur: Sistem sahibi; belli bir süre standart akıl yürütme metodunu takip ederek bir Tanrı'nın varlığını ortaya kor veya beşerî faaliyetlerle ilgili bazı gözlemlerde bulunur. Fakat birden bire “dir” ve “değildir” gibi hüküm ekli olgusal önermeler yerine malı” veya “-mamalı” gibi eklerle ifade edilen değer yüklü önermelerle karşılaşmak beni şaşırtır. Bu değişiklik fark edilemeyen türden bir değişiklik de olsa nihaî sonuç böyledir. Bu “-malı”

veya “mamalı” gibi ekler, yeni bir takım ilişki ve tasdikleri ifade ettiği için, bu durumun gözlemlenmesi ve açıklanması zorunluluk arz eder. Aynı zamanda, bütünüyle anlaşılamaz görünen şey için olduğu kadar, birbirinden tamamen farklı karakterde olan iki şey arasında kurulan bu yeni ilişkinin, nasıl bir dedüksiyon (deduction) olabileceği konusunda da izah edilmesi gereklidir…174

MacIntyre ise Hume’un bizzat olgusal önermelerden değer bildiren önermeler çıkardığını göstermeye çalışır. Hume, ahlâkî önermelere olgusal önermelerden mantıken bağımsız ve dolayısıyla da “otonom” bir nitelik yüklememektedir.

174 David Hume’dan aktaran Recep Kılıç, Çağdaş İngiliz Ahlâk Felsefesinde Olgu-Değer Problemi, Felsefe Dünyası, sayı: 23, Kış, 1997, s. 60.

Hume’un vurguladığı ve sorguladığı şey olgusal önermelerden değer bildiren önermelere geçişteki yöntemlerin geçerliliğidir. Ve MacIntyre, Hume’un olgulardan değerlerin çıkamayacağını söylemiş olmadığını, sadece bu çıkarımda geçerli olan ve olmayan yöntemler ayrımına gerek olduğunu söylemiş olduğunu iddia eder. Hume, MacIntyre’ın yorumuna göre olgusal önermeler ile değer bildiren önermeleri

“isteme”, “ihtiyaç” ve “duyma” gibi tutkular (passions) başlığında toplanan kavramlar aracılığı ile birbirine bağlamaktadır.175

MacIntyre’ın da vurguladığı gibi Hume, olgusal önermeler ve değerlerin mantıksal olarak eş değerde olduklarını göstermeye ve değerlerin olgular üstü ya da soyut bir akıl yürütme ile kavranabileceği gibi düşüncelere karşı bir argüman geliştirmeye girişmiştir. Bu nedenle olgu ve değer arasındaki mantıksal konumları empirist bir deneyci akıl ile yeniden tesis etmenin yollarını aramıştır. Daha önceki akıl anlayışlarından farklı olarak, deneyci bir akılsal yürütme, onun ahlâkî değerleri açıklamasını da belirlemiştir. Hume’un ahlâkî davranışların temelinde gördüğü şey bu anlayışıyla paralel olarak “duygu”dur. Toplumsal yaşamda ahlâkî davranışların ardında ve toplumsal hayatın işlemesini de sağlayan ve olgusal bir gerçekliği ifade eden tutkular ve duygudaşlıklar söz konusudur ve sosyallik bu tutkulara ve onların dolayımlarına bağlıdır. Dolayısıyla metafizik bir değer meselesine bağlı değildir.

Hume’un ethik kavramlara yönelik bu girişimi, Durkheim’ın toplum için bir “olması gereken” anlayışını, “olan” olgulardan çıkarma çabasında kendisi göstermiş ve böylece Durkheim’ın ahlâkın bilimini inşa etme çabasına temel olmuştur.

Akıl, daha sonraları ünlü Alman filozof Immanuel Kant’ın eleştireceği şekilde, ahlâkî bir ilkenin kaynağı olamayan sadece deneysel ve pragmatik bir akıl olarak

175 Recep Kılıç, 1997, a.g.e., s. 71.

kavranmaktadır. Bu ise Kant’ın metafizik düşünceler ile ilgili krizin açmazlarından biri olarak değerlendireceği kuşkuculuğun bir ifadesidir. Hume, metafiziğin bir bilim olamayacağı sonucuna vararak, metafizik öğeler içeren düşünceleri sert bir dille eleştirmiştir. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma adlı eserini şu sözlerle bitirmektedir:

Şu halde, eğer prensiplerimize sadıksak, kütüphanelerimizi gözden geçirdiğimizde, neleri feda etmemiz gerekmez! Elimize, meselâ, theoloji veya skolâstik metafiziğe ait bir eser alırsak kendimize şunu soralım:

Bu eserde acaba nicelik veya sayıya dair soyut usavurmalar var mı?” – Hayır. “Olguya ve varlığa ait şeyler üzerinde deneysel usavurmalar var mı?” – Hayır. O halde, eseri ateşe atınız: zira, içinde, safsata, kuruntu ve boş hayalden başka bir şey bulunamaz.176

Empirist epistemolojinin bilgiye, aklın rolüne ve sınırlılıklarına dair yeniden tanımlamaları, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl ethik yaklaşımları biçimlendirmiş ve daha sonraki faydacı yaklaşımlara yolu açmıştır. Empirik ahlâk düşüncesinin toplumsal hayattaki rollerinden soyutlanmış birey kavrayışının yol açtığı düşünceyi ve empirist epistemolojinin aslında ahlâk meselesinde suskun kalışını, Ross Poole modern ahlâk anlayışlarını eleştiren çalışması olan Ahlâk ve Modernlik (Morality and Modernity) adlı kitabında şöyle eleştirir:

Bireyin kimliği bir kez başkalarıyla olan ilişkilerinden soyutlanmış halde kavranınca, kapsamlı özçıkar varsayımı neredeyse kaçınılmazlaşır. Böylesi özçıkar peşindeki bireylerin gözünde öbür kişiler, yalnızca onlardan bağımsız olarak varolan amaçlar için birer araç ya da engeldirler. Bu yapı içinde, sahiden başkalarına yönelik faaliyetleri, yani başkasının iyiliğini (ya da bu bağlamda kötülüğünü) amaç olarak kabul eden faaliyetleri kavramak imkânsızlaşır.177

176 David Hume, İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, çev. Evrim, S., Milli Eğitim Basımevi, 1974, s.

251.

177 Ross Poole, Ahlâk ve Modernlik, çev. Küçük, M., Ayrıntı yay., 1993, İstanbul, s. 22.

2.4. IMMANUEL KANT: AHLÂK METAFİZİĞİNİN SAF AKIL İLE TEMELLENDİRİLMESİ

2.4.1. Kant’ın Epistemolojisinde Akıl ve A Priori Kategoriler: Kategorik