• Sonuç bulunamadı

Damgalanmışlık Belirtileri, Elitler ve Siyasal Kültür

BÖLÜM 2: TÜRKLERE YÖNELİK BAŞLICA DAMGALAR VE SİYASAL

2.3. Damgalanmışlık Belirtileri, Elitler ve Siyasal Kültür

Yukarıda incelenen anılar, söylemler, neşredilen kitaplar ve gazeteler, Türklere yönelik Batılı damgaların Cumhuriyet’i kuran kadrolar tarafından bilindiğini gösterir niteliktedir (Aydın, 2009: 352). O dönemdeki Batılı eserlerde, Türklerin şiddet düşkünü bir millet olduğu, Avrupa’da medeniyeti ve kültürü yok ettiği, mutlaka Avrupa’dan kovulmaları gerektiği üzerine yüzlerce cümle bulmanın mümkün olduğu söylenebilir (McCarthy, 2015). Ancak bu çalışma için önemli olan bu damgalamaların bizzat Türkler tarafından biliniyor olmasıdır. Osmanlı-Türk yönetici ve aydınlarının, Batı dünyasında kendileri hakkında olumsuz yargıları biliyor olması, bu durumu onların siyasal davranışlarını önemli ölçüde belirleyen bir faktör olarak ortaya çıkarmaktadır. Nitekim ilk milliyetçi düşünürlerin, çalışmalarının önemli bir kısmını, Batılıların Türklere yönelik suçlamalarının doğru olmayıp birer iftira olduğunu ispat etmeye ayırmış olduğu yönündeki iddialar konu hakkında bazı fikirler sunmaktadır (Akçam, 1992: 47-48). Batı’daki damgaları Cumhuriyet’i kuran kadroların farkında olduğuna, hatta bu farkındalıkla toplumsallaştıklarına, yukarıdaki verilerden hareket ederek ulaşan bu çalışma, bu farkındalığın kurucu kadrolar üzerindeki olası etkilerini de yine Damga Teorisi’nden hareketle somutlaştırabilir.

Bu kapsamda tezin asıl problematiği olan erken Cumhuriyet dönemi siyasal kültür politikalarına geçmeden damgalanmışlık algısının varlığı konusuna Goffman’ın çalışmaları ışığında başvurulacaktır. Goffman, bir toplumda birden fazla damgalanmış grubun olabileceğini, bu grupların farklı zamanlarda farklı derecelerde damgalanabileceğini ve tüm bu grupların birbirinden farklı özellikler gösterebileceğini vurgulamıştır. Ancak ona göre damgalanmış aktörler birbirlerinden ne derece farklı olurlarsa olsunlar, “tek bir kategori altında sınıflandırılmayı meşru kılacak ölçüde ortak yaşam koşulları”na sahiptirler (Goffman, 2014: 204). Bu düşünceden hareketle Goffman, damganın “tüm muhtelif tür ve derecelerinde” aynı sosyolojik ve psikolojik özelliklerin bulunduğunu söylemektedir (Goffman, 2014: 33). Bu durumda devletlerin ya da ulusların

157

maruz kaldığı damgalanmayı da tıpkı bir bireyin maruz kaldığı damgalama gibi incelemenin mümkün olabileceği söylenebilir. Bu imkân dâhilinde, bir bireyin damgalanmış hissettiğini gösteren belirtilerin aynısının, devletler için de geçerli olabileceği düşünülebilir. Buna göre damgalı olduğunu düşünen bir aktörün kendisini (1) itibarsız hissedeceği bilgisine ulaşılmıştır ki damgalı aktörün her fırsatta damganın bu itibarsızlaştırıcı etkisinden kurtulmaya çalışması, damgalanmışlık algısının bir belirtisi olarak ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak damgalı hisseden aktör yine kendisini diğerlerine göre (2) haksızlığa uğramış bir konumda hissedebilecek ve diğerleriyle eşit muamele görmeyi isteyebilecektir. Bundan başka damgalı aktörün diğerlerine karşı (3) şüpheci ve tetikte olması, güvensizlik duygusunu üst boyutlarda yaşaması ihtimali de yüksektir. Son olarak da kendisini damgaladığını düşündüğü aktörlere karşı (4) kızgınlık hissedebilecek ve tüm bu duygularının sonucunda bir çeşit bunalımlı ruh hali yaşayabilecektir. Damgalanmışlık algısı yaşayan bir aktörde bulunabileceği düşünülen bu dört özelliği Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının toplumsallaştıkları düşünsel iklim bağlamında incelemek yerinde olacaktır.

Sayılan bu dört belirtinin birbirleriyle mantıklı bir ilişki içinde olduğu da unutulmamalıdır. Nitekim Goffman’ın tespitlerine göre damgalı bir aktörün hayatı ne kadar karmaşık olursa olsun, eylemleri mutlaka anlamlı bir mantık çerçevesi içerisinde gerçekleşmektedir (Goffman, 2014: 103). Aktörün eylemleri birbirinden kopuk ve anlaşılmaz değildir. Ona göre bunu iddia edenler sadece bu mantık çerçevesini keşfedemeyenlerdir. Bu düşüncelerden hareketle, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının yetiştiği dönemde bu belirtilerin var olup olmadığı ve eğer varsa kurucu kadroların da bu belirtilerle toplumsallaşma ihtimali araştırılacaktır. Goffman’ın saydığı bu dört belirtinin varlığını araştırabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine gidilerek dönemin önemli şahsiyetleri ve özellikle kurucu kadrolar üzerinde etkisi bilinen şahısların yazıları ve söylemlerine yer verilecektir. Bunun yanında Cumhuriyet’in kurucuları arasında bizzat yer almış şahsiyetlerin de sözlerine ve yazılarına dikkat edilecek ve tüm bunların sonucunda kurucu kadroların damgalanmışlık algısıyla toplumsallaşmaları hususundaki çıkarımlar dile getirilecektir.

158

2.3.1. Belirti I: İtibar Kazanma İsteği

Damga, damgalanan için toplumun hemen hemen her alanında itibarsızlaştırıcı bir etki oluşturabilecek niteliktedir (Goffman, 2014: 31). Damgalanan statü kaybına uğrarken, güçlü ve üstün bir konumda bulunan damgalayan, damgalananı aşağı ve güçsüz görmektedir. Bu açıdan damgalanma, bir çeşit “saygınlığını yitirmişlik” ya da “gözden düşmüşlük” işareti olarak görülebilir (Yıldırım vd., 2012: 2). Böylece damgalanan aktörün kendine olan saygısının azalabileceği, kendini değersiz hissedebileceği, reddedilme korkusu yaşayabileceği, ümitsizliğe kapılabileceği ve öz-güvenini yitirebileceği düşünülebilir (Saillard, 2010: 15; Corrigan, 2004: 614). Bu bağlamda değerlendirilen bir topluluğun, eğer damgalanmışlık algısı yaşamaktaysa, kendisini saygınlığı azalmış ya da gözden düşmüş bir şekilde hissedebileceği ihtimal dahilindedir ki nitekim aşağıda Cumhuriyet’i kuran kadroların toplumsallaştığı iklimin böyle bir anlayışa sahip olup olmadığı incelenecektir.

Norbert Elias’ın (1897-1990) bir dönem üst statüye sahip devletlerin, bu konumlarını kaybettikleri zaman bu durumu kabullenememeleri ve yaşadıkları üzüntü ile ilgili çıkarımları da dikkate alınarak, Goffman’ın damgalanmışlığa dair tespit ettiği belirtiler devletler boyutundan incelendiğinde, iktidardaki grupların söylemleri ve davranışları farklı anlamlar kazanabilir (Akçam, 2000: 255-259). Bu düşüncelere paralel bir biçimde, genel anlamda Osmanlı son döneminde yaşanan başarısızlıklar ve yenilgilerden dolayı, Osmanlı-Türk elitlerinin kendilerini Batı karşısında aşağı durumda gördükleri düşünülebilir. Başarısızlıklarla damgalandığına inanan, kendini tekrar başarılı konuma yükseltmek isteyen Cumhuriyet’i kuran kadroların, kaybettiklerini düşündükleri itibarlarını tekrar kazanma isteğiyle bazı politikaları uygulamaya koymuş olabilecekleri de ihtimal dahilindedir. Bu noktada, özellikle 1870-1920 arasında topraklarının yüzde 85'ini, nüfusunun ise yüzde 75'ini kaybetmiş olmanın önemi vurgulanmalıdır (Zarakol, 2011: 141). Tüm bunlara ek olarak, Türklerin barbar, Doğulu, kirli, tembel, hovarda, şehvetli gibi sıfatlarla damgalanmış olması da Cumhuriyet elitleri için onur kırıcı bir durum oluşturabilecek niteliktedir. Ayrıca elitlerin Batıyla olan ilişkilerde kendilerini sosyal, ekonomik ve teknolojik açıdan geri hissetmelerinin de uluslararası arenada sahip oldukları statü konusunda sürekli kaygı içinde olmalarına neden olduğu da söylenebilir. Hatta bu durumun, geçmişteki başarıların hatırlanmasıyla beraber daha da şiddetlendiği

159

iddia edilebilir. Bu yüzden, Türkiye'nin 1919-1939 yılları arasındaki başlıca politik amacının uluslararası alanda saygı görmek ve kabul edilmek olduğu şeklinde yapılan yorumlar dikkate değerdir (Zarakol, 2011: 10-30).

Bu noktada, itibarsızlık hissinin uzun bir geçmişinin olabileceği ihtimalini incelemek gerekmektedir. Bunun nedeni ise herşeyin Cumhuriyet'le başlamadığı, yeni devleti kuran kurucu kadroların deneyimledikleri bir mazi; inanç ve düşüncelerini kazandıkları bir geçmişin, başka bir deyişle toplumsallaştıkları bir dönemin varlığının bilinmesidir. Nihayetinde Cumhuriyet'i kuran kadroların hepsi birkaç yıl öncesine kadar bir Osmanlı vatandaşıdır. Bu noktada Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihat Terakki ve Kemalistler arasındaki fikirsel sürekliliğin varlığı da önem kazanmaktadır. Bazı sınırları olduğu kabul edilmekle birlikte, İttihat Terakki’nin kurucuları ile Kemalistler arasında siyasal anlamda ciddi bir devamlılığın olduğu unutulmamalıdır (Zürcher, 2005: 49). Nitekim Kemalist kadroları düşünceleriyle etkileyen Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura gibi fikir adamlarının etkili Jöntürk yazarları olarak kabul edilmesi, bu benzerliği ortaya koyar niteliktedir (Tunçay, 1999: 3; Zürcher, 2009: 45). Adı ister Genç Osmanlı ister İttihatçı ister Jön Türk ya da vatansever milliyetçi olsun dönemin birçok etkili aydınının, bir çeşit aşağılanmadan ve dolayısıyla itibarsızlaştırılmış olmaktan yazılarında bahsettiği görülmektedir. Örneğin Namık Kemal dış dünyadaki itibarın korunması için yazılarında bazı öğütler vermekte ve ülke içinde var olan herhangi bir siyasal çekişme ya da eleştirinin, dış dünyada gülünç düşmeyecek şekilde meydana gelmesini istemektedir (Aydoğdu ve Kara, 2005: 97). 17 Şubat 1867'de Gazette du

Levant'ın editörü De Launay tarafından yayımlanan bir yazıya cevap niteliğindeki

mektubunda da İmparatorluk’taki aydınlar arasında yaşanılan itibarsızlık duygusu yine hissedilebilir (Mardin, 1996: 46).

Bundan başka, Hristiyanların, Müslümanlara göre daha fazla imtiyaz ve hak sahibi olmalarının, Müslümanlar tarafından hoş karşılanmadığı ve bunu bir itibar kaybı olarak gördüğünü belirtmekte de yarar vardır. Özellikle 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarıyla gayr-ı müslim tebaanın müslümanlarla eşit hale gelmesi nedeniyle müslüman tebaada baş gösteren rahatsızlıkların bir çeşit gurur incinmesine bağlanabileceği iddia edilebilir. Hatta bu rahatsızlığın ciddi boyutta olduğu söylenebilir.

160

Nitekim Islahat Fermanı’ndan sonra oluşan bu rahatsızlık nedeniyle, Cevdet Paşa’nın (1822-1895) Tezakir’de yayımlanan yazısı dikkat çekicidir. Cevdet Paşa, Müslümanların İmparatorlukta hâkim millet iken önemli haklarından mahrum kaldığını vurgulamakta, dolayısıyla da halkın bunu “bir ağlayacak ve matem edecek gün” olarak gördüğünü söylemektedir (Mardin, 1996: 25). Namık Kemal gibi önemli Genç Osmanlılardan biri olan Ziya Paşa (1829-1880) da makalelerinde Avrupalı tüccarlara bahşedilen ayrıcalıklar yüzünden Türk tüccar sınıfının harap olduğunu; ülkedeki yabancıların küstahlığını, bu küstahlığın Bab-ı Ali’nin gözünü ne kadar korkuttuğunu; Bab-ı Ali'nin Batı’nın himayesine bırakılmış Hristiyan azınlığa bakışındaki onur kırıcılığını; Osmanlı Devleti’ne hiçbir itibar sağlamayan idarecileri uzun uzadıya tasvir etmektedir. Bu bağlamda Şerif Mardin’in, 17 Eylül 1859'da vuku bulan Kuleli Vak'asının134 nedenini, Hristiyanlara verilen imtiyazlarla ve imparatorluğun itibarının kaybedilmesi nedeniyle duyulan öfkeyle ilintilendirmesi anlamlıdır (Mardin, 1996: 25-26, 391-392).

Bundan başka, Rus Harbi, Balkan Savaşları, Tarblusgarp ve Birinci Dünya Savaşı'yla yaşanan yenilgiler arasında, Türklerin itibarını zedeleyen en önemli kaybın Rumeli'nin elden çıkması olduğu ileri sürülebilir. Yusuf Akçura'nın 1911 yılındaki ifadesiyle "500 yıl efendiliğini ettiğimiz, sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar ve meyhaneci Yunanlılar karşısında" alınan bu yenilginin, geleceğin Cumhuriyet'ini kuracak olan kadroların onuruna dokunmuş olduğu pek çok yazıda gözlemlenmektedir (Kurt, 2012: 200). Özellikle Mehmed Emin (Yurdakul) (1869-1944), Halide Edip (Adıvar) (1884-1964), Ahmed Rıza ya da Halil Ganem gibi yazarların yazıları bu hususta dikkat çekicidir135. Ayrıca Ömer Seyfettin'in hikayelerinin de, pek çok kez aşağılanmalarla karşılaşmış olan Türklerin, "dramatik karar anlarında, refleks halinde yapması gerekenlerin rehberini

134 1859 yılında, hükümete muhalefet eden bir örgütün vücuda geldiği haberiyle, Kılıç Ali Paşa Cami’sinde toplantı esnasında çeşitli rütbelerden askerler, esnaf, medrese öğrencisi ve ulemadan hocalar tutuklanarak Kuleli kışlasında hapsedilmişlerdir (Düzen, 2015: 5).

135 Örneğin, dönemin önemli yazarlarından Mehmed Emin (Yurdakul) (1869-1944), “Yurdumuzun İniltisi” (6 Şubat 1913) başlıklı yazısında “Bu neden? Neden? Neden kölem olan milletler, bana demir vursunlar?" sorusuyla kaybedilen itibarı sorgular görünürken (Kurt, 2012: 178), Halide Edip (Adıvar) (1884-1964) de 14 Kasım 1912 tarihinde "Padişah ve Şehzadelerimize" başlıklı yazısında yine hissedilen aşağılanmışlık duygusunu anlatmaktadır. Halide Edip, "dünkü bahçıvanlarımızın çamurlu ayakları" olarak hitap ettiği Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlıların, Türk'ün "altı yüzyıllık mertliğini, erkekliğini yeniyor" olduğunu yazmaktadır. Türk Yurdu Dergisinde yayımlanan bu aynı yazıda "topraklarımız, yurtlarımız ağlıyor" diye haykırarak, "Padişahım! Türk olduğunu idrak eden her ferdin bugün yalnız alnı değil, ruhu yerlerde sürünüyor" sözleriyle padişaha seslenmektedir (Kurt, 2012: 161-164). Yine Halide Edip’in, “Felaketten Sonra Milletler” adlı makalesinde "sulh olsun olmasın Bulgaristan üç saat öteye geldi" diyerek, Osmanlıların düştüğü durumun acıklı halini dile getirdiği söylenebilir (Oba, 1994: 118). Ayrıca Halil Ganem

Meşveret’te Aralık 1895 tarihinde yabancıların İmparatorluğun işine karışmalarının utanç verici olduğundan

bahsetmektedir. Yine aynı gazetede Nisan 1896’da “Mısır” başlıklı yazısında Ahmet Rıza da yabancıların iç işlerine karışmasını bir namus meselesi olduğunu yazmaktadır (Mardin, 2012: 197).

161

sunuyor gibi" olduğuna dair çıkarımlarda bulunulması, yine geri kazanılmak istenen itibarla ilişkilendirilebilir136 (Bekmen, 2002: 331).

Mustafa Kemal’in yakın dostlarından Falih Rıfkı Atay (1894-1971) da Akçura ve Halide Edip’in ifadelerine benzer sözlerle Balkanlar’da yeni kurulan devletlere yenilmiş olmayı gururuna yedirememektedir137. Bundan başka, son dönem aydınlarının Mustafa Kemal’i bir kurtarıcı olarak görmelerinde, yaşanıldığı düşünülen itibarsızlık hissinin katkısının olduğu da söylenebilir. Bu noktada, Falih Rıfkı Atay’ın o dönemde Türklerde var olan “onulmaz aşağılık duygusundan” söz ettiği ve özellikle İstanbul Beyoğlu'nda savaş döneminde yaşananların, kendi kuşağı üzerinde nasıl olumsuz duygu uyandırdığını Batış

Yılları kitabında yazdığı hatırlanmalıdır (Yörük, 2002: 314). Atay’ın, ayrıca Mustafa

Kemal Atatürk ve hareketinin, kendi kuşağını Batı ve Batılılar karşısındaki bu eziklikten kurtardığını özellikle ve defalarca diğer yazılarında da vurguladığı görülmektedir138 (Kahraman, 2002: 164).

Yenilgiler, isyanlar ve başarısızlıkların, Osmanlı Türklerinin onurunu kırdığı, dış dünya ile ilişkilerinde itibarsızlaştırıcı bir etkide bulunduğu, sadece aydınların değil Osmanlı yönetcilerinin de bu duyguyu idrak ettiği söylenebilir. Örneğin, Sadrazam Sait Halim Paşa (1863-1921) 7 Ekim 1913'te Doğu illerinde reform yapılması için dayatan Fransız Büyükelçisi’ne şöyle söylemektedir: "Bizi işe koymadan programlar yapılıyor ve düşüncemizi bildirdik miydi, aldırış edilmiyor" (Akçam, 1992:69). Osmanlı Türklerinin dış dünyada aşağı hissetmiş ya da hissettirilmiş olabileceğini gösteren bu muamelenin, damgalı olduğunu düşünen bir aktörde kolaylıkla itibarsızlık hissi uyandırabilecek nitelikte olduğu düşünülebilir. Osmanlı son döneminde yaşanılan yenilgilerin ard arda

136 Onuru ile oynandığında kendi kolunu gözünü kırpmadan kesen Diyet, küçük düşürülmeye çalışıldığında üzerine oturduğu kaftanı yerden alıp tekrar üzerine giymeye tenezzül etmeyen Pembe İncili Kaftan, öldüğü halde onurunu koruyarak olağanüstü bir şekilde başını kafirlere vermeyen Başını Vermeyen Yiğit bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

137 Atay’a göre de Bulgarları, Sırpları ve Yunanlıları millet diye saymağa bile tenezzül etmeyen Türklerin dünkü çobanlarına, meyhanecilerine yenilmesi acı vericidir (Atay, 1963: 53). Ayrıca “Arnavutluk şimdi üç devlet ötede idi” cümlesiyle Atay’ın, dönemin diğer aydınları gibi kaybedilen topraklara ve dolayısıyla kaybedilen itibara ağladığı düşünülebilir (Atay, 1963: 54). Birinci Dünya Savaşı’na girildiği ilk günlerin havasını "uyuşturucu" olarak tanımlayan Atay, “yalancı itibar” dediği durumu ise şöyle anlatmaktadır: "Büyük devlet elçileri baskısından kurtulup Türkiye’de Türk olmanın tadını çıkarıyorduk. Yat Kulübe, Serki Doryan'a, İstanbul Kulübüne girebiliyorduk. Beyoğlu caddesinde Afrika yerlisi muamelesi görmüyorduk" (Atay, 1963: 94).

138 Benzer şekilde, Türk milliyetçilik akımının önde gelen düşünürlerinden olan Munis TekinAlp’in (1883-1961) de, Mustafa Kemal’i kahraman olarak görmesindeki nedeni, onun ulusunu ve ülkesini "yüzyıllardan beri tutsağı olduğu manevi aşağılanmalardan kurtarmayı kutsal görev edinmiş" olmasında görmesi, bu bağlamda farklı anlamlar ifade edebilir (Yörük, 2002: 314).

162

gelmesinin de yenilgilerin itibarsızlaştırıcı etkisini artırdığı söylenebilir. Nitekim yenilgilerin verdiği acıdan kurtulmak için vakit bile bulunamaması, aksine bir yenilginin diğer yenilginin acısıyla katlanarak büyümesi durumunun söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, 5 Eylül 1908 tarihinde Bulgaristan'ın, Osmanlı Sultanı'nın hükümranlığını reddederek bağımsızlığını ilan etmesini takip eden gün Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek'i ilhak etmiş ve Girit, Yunanistan ile birleşmiştir. Yemen, Makedonya ve Arnavutluk'taki ayaklanmaları, 1911'de İtalya ile Trablusgarp için yapılan savaş izlemiştir. Trablusgarp'taki mağlubiyetten sonra, Ekim 1912'de yeni Balkan ülkeleri Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ beraberce Osmanlı İmparatorluğu'na saldırmışlar ve böylece Osmanlı Devleti, daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan Balkanlar'da ve Rumeli'deki tüm topraklarını kaybetmiştir. İkinci Balkan Savaşı'nda Osmanlı Devleti, Edirne'yi geri almayı başardıysa da büyük toprak kaybı yaşandığı gerçeği değişmemiş ve Edirne gibi bir şehrin kaybedilebileceği gerçeği ortaya çıkmıştır (Gencer, 2010: 57-58). Bu bağlamda, düşmanların “başkente üç saatlik mesafe”ye gelebilmiş olmasının, dönemin aydınları ve subayları için büyük bir utanç vesilesi olduğu düşünülebilir. Bu noktada, Osmanlı Devleti'nin 1908-1914 yılları arasında 3 milyon metrekarelik toprağının 1.100.000'ni, 24 milyonluk nüfusunun 5 milyonunu kaybetmek durumunda kalmış olmasının, geleceğin kurucu kadrolarında bir çeşit itibarını kaybetme ve Asya’ya geri gönderilme korkusu yaratmış olabileceği iddia edilebilir (Oba, 1994: 119).

Yine Osmanlı İmparatorluğu’nun içerideki azınlıklar üzerinde yaptırım gücünün kalmaması ya da azalması durumunun da dış ilişkilerde olduğu gibi İmparatorluğun iç işlerinde de bir çeşit itibarsızlık duygusuna yol açmış olabileceği söylenebilir. Örneğin “ne Fransızlar ne İngilizler, ne de Almanlar tarafından İstanbul’da çıkarılan gazeteleri kapamak, Osmanlı nazırlarının haddine değildi” gibi bir düşüncenin, dönemin aydınları ve gençleri arasında mevcut olması, bu dönemde hissedilen duygulardan birinin itibarsızlık olabileceği konusunda ipuçları vermektedir (Atay, 1963: 79). Bu noktada küçük de olsa yaşanan pek çok olayın Osmanlıların itibarını zedelemiş olabileceği de tahmin edilmektedir. Örneğin, 1860 Lübnan krizinde Avrupalı güçlerin tavsiyesi üzerine, Lübnan valiliğine bir Hristiyan tayin edilmesi, Osmanlı gururuna bir darbe olarak düşünülebilir (Mardin, 1996:26). Daha ileriki bir tarihte yani, 1909 yılında İttihatçıların, Duyunu Umumiye'yi saf dışı bırakarak ekonomik bağımsızlığa kavuşmak için bir çeşit

163

faaliyetlere girmesi sonucunda, Fransa’da karşılaştığı muameleye yönelik tepkiler yine kaybedilen itibar hususundaki farkındalığı gözler önüne sermektedir139 (Ahmad, 2014: 43).

Yaşanan yenilgiler, isyanlar, ekonomik ya da sosyal yaşamda Batı’yla olan farklılıklar dolayısıyla, Osmanlı son dönemindeki bir kısım aydın ve siyasetçinin kendini Batı’dan aşağı gören ya da itibarsız hisseden bir çeşit halet-i ruhiye içinde olduğu düşünülebilir. Bu aydın ve siyasetçiler içerisinde geçmişe özlem duyan, Osmanlının üstünlüğüne inanan ya da devletin tekrar parlak günlerine döneceğine düşünenlerin olduğunu inkâr etmemekle beraber, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, itibarsızlık duygusunun daha baskın olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda doruk noktasına ulaştığı düşünülebilen bu durumun son aşamasında kurulan yeni devletteki aydın ve siyasetçilerde de yukarıda ifade edilen itibarsızlık hissinin mevcut olması büyük bir ihtimal olarak görünmektedir. Var olduğu düşünülen bu halet-i ruhiyenin, Batılı damgalarla perçinlenmesi, bu damgaların doğru çıkma ihtimalinin güçlenmesi de itibarsızlık ve benzeri duyguların artmasına yol açabilecek niteliktedir. Özellikle yaşanılan yenilgilerin, Türklerin Asya’ya ait olduğu ve geri gönderileceği damgasını güçlendirici etkide bulunabileceği düşünüldüğünde, kurucu kadrolardaki damgalanmış algısının perçinleneceği tahayyül edilebilir. Batılılar tarafından geri, ulus olamayan, Asya’ya geri dönmesi gereken, başarısız, keyfine düşkün, tembel, kaderci gibi damgalarla anılan Türklerin, yaşanılan yenilgilerle, farkında oldukları bu damgaların gücünü artırması ve yine bu damgaların artan güçlerinin ağırlığıyla yaşamak zorunda oluşları, kurucu kadrolarda Batılı güçler karşısında bir çeşit itibarsızlık hissinin artışına yol açabilir. Bu bağlamda, yaşanılan itibarsızlık ve benzeri duyguların, Goffman’ın damgalanmışlığın belirtilerinden biri olarak nitelediği duygularla benzerliği dikkat çekici görünmektedir. Goffman, aktörün itibarını geri kazanmak amacıyla türlü yollara başvurmasının hiç de yadırganacak bir durum oluşturmadığını vurgularken, kurucu kadroların itibarlarını geri kazanmak için yaptığı çalışmalar ise başka bir önemli husus olarak ortaya çıkmaktadır.

139 Cavit Bey, Fransa'ya borç aramaya gitmiş ancak Fransızlar, Türk maliyesini ve Maliye Nezareti'ni Fransız denetimi altına sokmak anlamına gelen koşullar öne sürmüşlerdir. Bu istekler İttihatçı çevrelerde büyük bir infial yaratmış ve bu infial İttihatçı gazete Tanin'de şöyle dile getirilmiştir (13 Ağustos 1910): "Türkiye zayıftır ve yabancı devletlerden yardım istemektedir. Ama onların yardımını siyasal ayrcalıklarla ödeyemeyeceğine göre, taviz olarak maddi ayrıcalıklar vermek zorundadır. İşte buna 'hayır' diyoruz! Böyle pazarlıklarla hiçbir işimiz olamaz, çünkü bu, Türkiyenin haysiyet ve bağımsızlığına zarar verir. Eğer genç Türkiye yaşayacaksa, bir Avrupa devleti gibi şeref ve haysiyetle yaşayacaktır" (Ahmad, 2014: 43).

164

2.3.2. Belirti II: "Kızgın ve Bunalımlı" Olma

Damgalanmış olduğunu düşünen bir aktörde gözlemlenebilecek bir diğer özellik, aktörün kızgın ve bunalımlı bir halet-i ruhiye içinde olmasıdır. Aktörün kendi kontrolü dışında