• Sonuç bulunamadı

Avrupa’daki Türk İmgesinin Tarihsel Gelişimi ve Başlıca Damgalar

BÖLÜM 2: TÜRKLERE YÖNELİK BAŞLICA DAMGALAR VE SİYASAL

2.1. Avrupa’daki Türk İmgesinin Tarihsel Gelişimi ve Başlıca Damgalar

Batı'da var olan Türk imgesinin izi Ortaçağ’a kadar kabaca sürüldüğünde, Osmanlı Devleti’nin Balkanların büyük kesimleri üzerinde egemenlik kurmasının ve 1453'te İstanbul'u fethetmesiyle sonuçlanan savaşların, bu imgenin oluşumuna büyük etkide bulunduğu görülebilir. Hatta Batı’da var olan Türk imajındaki dönüm noktası olarak İstanbul’un fethini göstermek de mümkündür (Toledo, 2011). İstanbul’un fethi, o ana kadar anlaşılmamış Türk tehlikesini Avrupalılara gösteren ve Türklerin Avrupa içlerine kadar ilerleme endişesini güçlendiren bir vakıa olarak değerlendirilebilir64 (Toledo, 2011: 269). 1453'te İstanbul'un Türklerin eline geçmesiyle birlikte oluşan bu korku ve endişenin, Türkler hakkında olumsuz bir imajın meydana gelmesinde önemli bir etken olduğundan bahsedilebilir. Konuyu somutlaştırmak adına, Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünün süratle yayıldığı bu dönemlerde, "korkunç Türk" söyleminin yaygınlığı ve Türklerin Hıristiyan Avrupa tarafından "öcü" olarak imgelendirilmiş oluşu örnek olarak gösterilebilir (Akdemir, 2007: 135).

Sadece İstanbul'un fethinin değil, Katolik Kilisesi’nin Türkler aleyhinde yaptığı propaganda çalışmalarının da olumsuz Türk imgesinin Batı’da toplumsal belleğe yerleşmesine katkı sunduğu görülmektedir (Spohn, 1996: 54-83; Mora, 2011: 26). Papalığın bu dönemde Katolik Kilisesi’nin bölünmesini engellemek, kendi lehine ekonomik kazanç sağlamak ve kamuoyu yaratmak için Türkleri ötekileştirerek bir araç olarak kullandığına yönelik iddialar bu açıdan da dikkate alınmalıdır. Bu amaçla yazılan mektuplar, verilen vaazlar, basılan kitapçıklar ve broşürler, her gün "çalınan çanlar"65 gibi pek çok etkenin, olumsuz Türk imgesinin tekrar tekrar üretilmesine etkide bulunduğu söylenebilir (Spohn, 1996: 28-29). Bu dönemde, yani 14. ve 15. yüzyıllarda, Avrupa'daki

64 Bu noktada, İstanbul'un fethinden önce bölgede bulunan Batılı seyyahların Türkler hakkında olumsuz yazmadıklarına dair iddialar dikkat çekicidir (Toledo, 2011).

65 Avrupa’da kiliseler, Türklere karşı verilen kayıpları hatırlatmak için o dönemde her gün çan çalmaktadır (Spohn, 1996: 28-29).

105

vaazlar, mektuplar, seyahatnameler ve kitapların Türkleri “dinsiz, hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlaksız, iğrenç eylemler gerçekleştiren korkunç günahkârlar” şekilde olumsuz sıfatlarla tasvir ettiği görülmektedir (Kula, 1993: 17; Mora, 2011: 25). Örneğin Almanya'da, özellikle Martin Luther’in (1483-15469) söylemlerinde korku ve barbarlığı sembolize eden Türk kelimesi, bazı dinsel şarkılarda "Tanrı'nın cezası, tanrının kırbacı ve şeytanın hizmetçisi" olarak tanımlanmış; Hıristiyanların günah işledikçe Tanrı'nın Türkler aracılığıyla onları cezalandırdığı anlayışı yaygınlaşmıştır (Akdemir, 2007: 138). Bu bağlamda 1500'lü yıllarda bütün Avrupa'da, Türklerle ilgili 1000’den fazlası Almanca olmak üzere, 2500 civarında yayın yapıldığı tespit edilmiştir. Bu yayınlarda Türklerin “kana susamış canavarlar" olarak tanıtıldığı, Türk imgesinin "vahşet, egotizm, şehvet, kudret” kavramları etrafında döndüğü görülmektedir (Karlsson, 2007: 16). Ayrıca bu imgenin kronikler, şiirler, romanlar, kiliselerin basıp dağıttığı kitapçıklarla yaygınlaştığı, hatta Avrupa’dan Yeni Dünya'ya taşındığı da burada belirtilmelidir66 (Kumrular, 2011a: 8)

16.yüzyılda, Osmanlı Devleti'nin gücünün zirvesinde olduğu dönemde, Avrupa’da Osmanlıya yönelik entellektüel ilgi de oldukça yüksektir. Bu dönemde, Osmanlıların barbar ve vahşi olduğuna yönelik Batı’da var olan algı değişmese de yine de Avrupa'da Osmanlı İmparatorluğu'nun oluşumunu ve geleneklerini öğrenmeye yönelik yoğun bir ilgi söz konusudur. Bu dönemde, Osmanlı giysileri içinde poz vermenin moda olduğu ve Osmanlı topraklarının Avrupalılar tarafından sık sık ziyaret edilmeye başlandığı görülmektedir. Bu noktada, özellikle 16. yüzyılın ortalarında Fransa ön plana çıkmaktadır (İnalcık, 2010). Öyle ki, bu dönemde Fransa'da Türkler hakkındaki edebiyatın, Amerika'nın keşfiyle ilgili edebiyattan daha geniş olduğunu vurgulamak gerekir. Paola Giovio’nun (1483-1552), Comentarios de las Cosas de Turcos (Türkler Hakkında Yorumlar) eserinin 1531-1546 aralığında yirmi iki defa basılmış ve altı dile çevrilmiş olması bu konuda bir fikir verebilir. Kısacası, herkesin İmparatorluk ve halkı ile ilgili bilgi edinmek istediği bu dönemde, Avrupa'nın büyük bölümünde bir "Osmanlı fenomeni"nin oluştuğu ileri sürülebilir (Toledo, 2011: 269). Ancak tüm bu olumlu havaya rağmen Batılılar için yine de Osmanlı Türkünün Doğulu ve Müslüman olduğu yönündeki

66 Özlem Kumrular, Türklerin Batı’daki olumsuz imgesinin sorumlusu olarak Avrupayı görürken, Osmanlı Devleti’nin de fetih politikası gereği bilinçli olarak kendisi hakkındaki bu olumsuz imajın oluşmasına yardımcı olduğunu belirtmiştir. Kumrular'ın araştırma sonuçları, bu fetih politikasının üç bileşenini şu şekilde adlandırmıştır: vahşet, kibir, görkem. Kumrular’a göre bu üç aracı da kullanan Osmanlı Devleti, kendisi hakkında olumsuz bir imge oluşturulmasına çanak tutmuştur (Kumrular, 2011a: 7).

106

özelliklerin öne çıkarıldığı görülmektedir (Mazeaud-Karagiannis, 2011: 301). 16. yüzyılda Avrupa'daki Osmanlıya yönelik merak, 17. yüzyılda adeta zihinlerden uçup giderken kaba, barbar, vahşi, Doğulu Türk imgesi kalıcı olmuştur (Sevantie, 2011: 69). 17.yüzyılda, özellikle Türklerin II. Viyana Kuşatma'sındaki (1683) başarısızlığıyla birlikte, Türkleri küçümseme duygusunun ortaya çıktığı görülmektedir (Karlsson, 2007: 20). Bu dönemde Voltaire, Leibniz, Kant, Herder, Hegel, Marx, Engels ve Nietzsche gibi Avrupalı düşünürler, Doğu’yu ve Türkleri barbarlık, bilgisizlik, tembellik, gibi damgalarla tanımlamakta, olumsuz Türk imgesinin yaygınlaşmasına ve bir damgaya dönüşmesine katkıda bulunmaktadırlar (Kula, 2010: xviii, 475; Akdemir, 2007: 140). Bu bağlamda oryantalist bakış açısının Wilhelm Leibniz (1646-1716) tarafından 18.yüzyılda felsefeleştirilmesi, Voltaire (1694-1778) ve Leibniz’in Muhammedanizm ve Doğu kaderciliği gibi kavramları yaygın bir biçimde kullanması da aynı çerçevede yorumlanabilir. Yine Immanuel Kant’ın (1724-1804) Türkleri barbar olarak tanımlaması, onları Araplarla özdeşleştirerek hem düşünsel hem de bedensel açıdan geri görmesi aynı bağlamda değerlendirilebilir. Johann Herder’in ise (1744-1803) Türkleri Batı’ya “koltuğuna kaykılıp oturan bir topluluk” olarak tanımlaması Türklere yönelik damgalardan bir tanesini göstermektedir. Friedrich Hegel’in (1770-1831) de Türklerin bol ve geniş giysilerini onların tembelliğiyle bağdaştırdığı cümleleri aynı mantık çerçevesinde ele alınabilir (Yanık, 2016: 363-367). Kısacası 17. ve 18. yüzyıllarda Batılı düşünürlerin de önemli katkısıyla barbar, tembel, bilgisiz gibi etiketlerin giderek yaygınlaştığı söylenebilir.

19.yüzyıl ve sonrasında ise özellikle basın ve yayın organlarının gelişmiyle, Türklerin bu imajının katlanarak devam ettiği söylenebilir. Nitekim Fransa’da Journal of Debats (1789), İngiltere’de The Times (1785), Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) The

Washington Post (1877) ya da The New York Times (1851) bu duruma örnek olarak

verilebilir. Bu noktada özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz propaganda bürosunun Türklerin olumsuz imajını güçlendirme yönündeki çalışmalarından bahsedilebilir67 (McCarthy, 2015: 331-333). Ayrıca Amerikan basınının özellikle İngiliz

67 Örneğin savaştan önce Ortadoğu hakkında birçok kitap yayımlayan İngiliz yazar ve diplomat Mark Sykes'tan (1879-1919) Türkler hakkında olumsuz yazılar yazması bu büro tarafından istenmiştir. Bunun akabinde, 20 Şubat 1917 tarihinde Times’ta Sykes’ın Türkleri "acımasız zalimler", "merhametsiz zorbalar", "su katılmamış barbarlar", "yobazlar" ve "gittikleri heryeri mahveden insanlar" olarak tanımladığı yazısı yayımlanmıştır. Hatta Dışişleri Bakanlığı’nın bu yazının başka yerlerde de yayımlanmasını sağladığı belirtilmelidir. Ayrıca anti-Türk propagandasını

107

kaynaklı haberlere yer veriyor olması da, Yeni Dünya’daki Türklere yönelik var olan düşüncelerin Batı’yla benzerliğinin nedenlerini ortaya koyar niteliktedir68.

Kısacası, 20. yüzyılın başına gelindiğinde Türkler barbar, Doğulu, fanatik müslüman, kaderci, sanat eseri üretemeyen ya da medeniyet kuramayan gibi damgalarla yaftalanmış vaziyettelerdir. Tüm bunlara ek olarak, Türklerin damgalarına oryantalist düşüncelerin de eklenmiş olduğu göz önüne alındığında, Batı’daki Türk imgesinin durumu daha iyi anlaşılabilir. Nitekim oryantalist bakış açısına içkin Doğulu insanın despot, geri kalmış, tembel, kirli, vahşi, barbar, tehlikeli olduğuna yönelik damgaların, Türkler için de kullanılıyor olması, olumsuz Türk imgesini güçlendiren bir etkide bulunmaktadır (Börekçi, 2012 : 24). Kısacası, kökeni yüzyıllar öncesine dayanan, İstanbul’un ve Balkanların Türklerin ele geçmesiyle en olumsuz tasvirlerle damgalanan bir Türk imgesinden basedilebilir. Bu damgalarla dolu Türk imgesinin oluşumunda Kilise’den özel propaganda bürosu faaliyetlerine, düşünürlerden gezginlere kadar birçok etkenin varlığından söz edilebilir. Genel hatlarıyla olumsuz bu Türk imgesinde bazı öne çıkan damgaların tespiti ise bir sonraki başlık altında yapılacaktır.

2.1.1. Türk İmgesinde Öne Çıkan Damgalar

Bir toplum hakkındaki imgelerin, zararsız birer düşünüş şekli değil, damgalamaya (stigmatizasyon) varabilecek kadar toplumsal ve kültürel bir hâl alabileceği düşünüldüğünde, bu imgelerin önemi daha iyi anlaşılmaktadır69 (Nahya, 2011: 28).

üstlenen İngiliz gazeteci yazar John Buchan'ın (1875-1940), "Türkler gitmeli" kampanyasının düzenlenmesi gerektiğini yazmaktadır. Bu anti-Türk propagandasında Robert Koleji’nde ders vermiş eski öğretmenlerden yararlanılabileceği vurgulanarak, ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee'den (1889-1975) bu propagandaya katılabilecek yazar isimleri vermesinin istendiği de araştırmalarda tespit edilmiştir (McCarthy, 2015: 331-333).

68 Örneğin 1914-1918 yılları arasında New York Times’ta sadece Ermenilerle ilgili tam 209 adet Londra kaynaklı haber yayımlandığı ve bu haberlerin 42 tanesinin baş sayfaya taşındığı belirtilmelidir. Adı geçen haberlerin ise “Türkiye’deki Hristiyanlar tehlikede”, “Hristiyanları sokaklarda asıyorlar”, “Tüm Ova Ermeni cesetleriye Kaplı”, “Kürtler yine katlediyor”, “Ermenilerin Dehşeti Artıyor” gibi başlıklara sahip olduğu görülmektedir. Bu yıllar arasında İstanbul kaynaklı sadece 19 haberin varlığı ve bu haberlerden sadece iki tanesinin baş sayfaya taşınması ise Türkler konusundaki olumsuz imgenin bu kadar güçlü olmasının bir nedenini göstermektedir (McCarthy, 2015: 342).

69 Ümit Gürol, İtalyan Edebiyatında Türkler adlı çalışmasında, özellikle 19. yüzyıl İtalyan yazarlarını okuyunca

Osmanlı Devleti’nin içine itildiği yalnızlık duygusunun daha iyi anlaşılabileceğini düşünmektedir. Gürol şöyle söylemektedir: "Eğer Osmanlılar Avrupa’yla bütünleşmek için daha da açık bir biçimde yakarmış olsalardı bile sonuç değişmezdi. Çünkü İtalyan kamuoyu gibi diğer Avrupa ülkelerinin kamuoyları da Türklerin geldikleri yere geri gönderilmeleri politikasında eksenlenen bir kültür politikasıyla koşullandırılmışlardı" (Gürol, 1987: 116). İlber Ortaylı da benzer görüşlerini Avrupa ve Biz kitabında dile getirmektedir. Ona göre Batı’nın gözlerinde Türkler, o çağda sadece işgalci Müslümanlar değil, Roma mirasını gasbeden unsur olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir ki Batı’da Romalılık ve Roma İmparatorluğu mirasına sahiplik iddiası ileri süren devletler, Türklerle o tarihten beri mücadeleye girmişlerdir. Ortaylı sözlerine şöyle devam etmektedir: “Türkler; 'Efendim, Batılılar bizi sevmiyor, sebep Hıristiyanlık-Müslümanlık

108

Dolayısıyla, Türklerin Batı’da sahip olduğu imgenin içerisinde öne çıkan olumsuz damgaların incelenmesine karar verilmiştir. Bu damgalardan en yaygın siyasal içerikli olanları seçilerek, okul kitaplarında yapılacak olan uygulamanın parametreleri oluşturulmaya çalışılacaktır.

Türk imgesinde öne çıkan damgalardan olan barbarlık, sanat eseri üretemeyen, medeniyet üretemeyen ve Doğululuk yaftaları “Türklerin ulusal karakterine yönelik damgalar” başlığı altında incelenmiştir. Bunun nedeni bu dört damganın, Türklerin egemenlik haklarının Batılılarca tanınmamasıyla ilintili olmasıdır. Türklerin tembelliği, kirliliği ve savurganlığına dair damgalar ise “Türklerin hayat pratiklerine yönelik damgalar” başlığı altındadır. Bunun nedeni bu üç damganın günlük yaşamda bir karşılığının olmasından kaynaklanmaktadır. Üçüncü olarak, Türklerin fanatik müslüman ve kaderci olduğu ayrıca kadınlarına değer vermediği yönündeki damgalar ise “Türklerin dinine yönelik damgalar” başlığıyla incelenmiştir. Bunun nedeni bu üç damganın özellikle İslam diniyle olan ilişkisinin Batılılarca vurgulanmasıdır. Son olarak, “Türklere yönelik siyasal damgalamalar” başlığı altında Doğu Despotu ve Hasta Adam yaftaları incelenecek, ayrıca Türklerin Yunanlıları köleleştirdiğine yönelik damgalama üzerinde de durulacaktır. Bu başlıklar altında incelenen damgaların farklı başlıklar altında da değerlendirilebileceği belirtilmelidir. Bu çalışmada bu türlü bir kategorileştirmenin tercih edilmesinin nedeni ise bu gruplandırmanın bireyin kimliğine etki eden ana başlıklardan oluşmasıdır. Nitekim bireyin deneyimlediği hayat pratikleri, sahip olduğu dini inançlar, yaşadığı ulusal aidiyet ya da tercih ettiği siyasal görüşler, bireyin kimliğinin oluşmasında birinci derecede etki bırakan unsurlar olarak değerlendirilebilir (Coşgun, 2012; Yanmış ve Kahraman, 2013: 120). Bireyin ya da grubun siyasal kültürünün oluşumunda kimlik sorunsalının önemi de yine bu kategorileşmenin oluşmasına katkı sağlamıştır. Aşağıda damgalanmışlık algısına neden olabilecek bu olumsuz damgalar bahsi geçen kategorileştirmeyle incelenecektir.

meselesidir' dediğinde, bu yetersiz ve hatta çok yanlış bir hükümdür. Laik oluruz. Bu konuda fikir ve tutumumuzu takip ederiz, fakat fazla bir şey değişmez. Batı’da klasik tarih eğitiminin belirgin noktalarından biri antitürklüktür, antimüslümanlık demiyorum. Yani Batı kültürü ve Batı insanı için İranlı her zaman egzotik bir adamdır. Arap demek 1001 gecedir, bir masaldır, şairdir, Ebu Nuvas’tır, çevirisini bulursa okur. Fakat Türk demek, bunların ötesindedir. O bir militandır. Türk, Roma mirası üzerine oturan asker bir kavimdir ve dolayısıyla bir tehlikedir. Kilise uzun zaman böyle öğretti ve bu nedenle Batı’da Türklere karşı ebedî bir şüphecilik vardır" (Ortaylı, 2007: 24)

109

2.1.1.1.Türklerin Ulusal Karakterine Yönelik Damgalamalar

Türklere yönelik Batı’da oluşturulan damgaların bazılarının onların ulusal karakterini hedef aldığı söylenebilir70. Örneğin, Türklerin ulusal karakterine yönelik damgalardan biri olan Türklerin sanat eseri üretemediğine dair söylem, Oryantalist düşünceye içkin olan "değerli şeyleri yok etme" tavrı ile irtibatlandırılabilir (Kula, 2010: 39). Bu söylemin Batılı birçok düşünür, gezgin veya politikacı tarafından dile getirilmesi ise bu etiketin güçlenerek bir damga haline dönüşmesine neden olmuştur (Şahin ve Köksal, 2018; Goffman, 2014: 114). Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716)71, Johann Gottfried Herder (1744-1803)72 veya Aydınlanma çağının en etkili düşünürlerinden Voltaire’in (1694-1778) bu düşünürler arasında olduğu belirtilmelidir (Hentsch, 2008: 146; Kula, 2010: xx). Örneğin, Voltaire, "yakıp yıkmak", "sanatların düşmanı olmak" sıfatlarını Türkler için sıklıkla kullanmaktadır (Kula, 2010: 34). Hatta düşünürün, "Türklerin kurmuş olduğu bir kenti kimse bilmez. Onlar, Antikite'nin en güzel yapılarını yıkıma terk ettiler ve şimdi bu yıkıntılar üzerinde hüküm sürüyorlar" şeklindeki yaklaşımı günümüzde dahi etkisini sürdürmektedir (İşler, 1999:50; Kula, 2010: 34).

Özellikle İstanbul'un fethinden sonra Türklerin, Yunan eserlerinin bulunduğu bölgelerde yüzyıllar sürecek bir egemenlik tesis etmesi ve bu eserleri tahrip ettikleri düşüncesi bu damgalamada etkili olan faktörler arasındadır. Lord Byron73(1788-1824), François Chateaubriand74(1764-1848), Voltaire, Georg Hegel75 (1770-1831) veya Freidrich Engels76 (1820-1895) gibi yazarların eserlerinde de bu durum gözlemlenmektedir.

70 Türklerin iyi birer asker ve misafirperver olduğuna dair söylemlerin de var olduğunu belirtmekte yarar vardır (Tezcan, 1974). Hatta savaşçılığı ve adaleti konusunda da bazı olumlu yorumların olduğu da görülmektedir (Coşan, 2005). Fakat bu çalışmada, Türklere yönelik Batı’da en yaygın olan olumsuz söylemler üzerinde yoğunlaşılacaktır.

71 Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716), Alman matematikçi ve filozoftur. Matematiğin kurucularında sayılmaktadır (Talay vd., 2009: 9).

72 Johann Gottfried Herder (1744-1803), Alman filozof, dilbilimci, şair ve edebiyatçıdır. Antropoloji, dil felsefesi ve tarih felsefesi alanlarının kurucularından biri olarak kabul edilmektedir (White, 2005)

73 Asıl adı George Gordon Byron (1788-1824) olan şair, Romantizm akımının öncülerindendir. Byron 19. yüzyılın en ünlü İngiliz şairi olarak kabul edilmektedir. 1823 yılında Yunanlıların Osmanlılara karşı isyanlarına bizzat katılmak amacıyla Yunanistan'a giden Lord Byron, ateşli bir hastalığa yakalandığı için savaşa katılamadan ölmüştür (Göktekin, 1983)

74 François-Rene de Chateaubriand (1764-1848) Fransız yazar ve politikacıdır. Fransız edebiyatında Romantizmin kurucusu olarak kabul edilir (Gözütok, 2010)

75 Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), ünlü Alman filozoftur. İlk kez felsefede tarih ve yapının önemli olduğunu öne sürmüştür (Bezci, 2006)

76 Friedrich Engels (1820-1895), bir Alman filozofudur. Karl Marx'la beraber, Komünist Manifesto'yu (1848) yazarak komünist kuramın geliştirilmesinde önemli bir rol almıştır (Engels, 1992: çevirmenin önsözünden)

110

1772'de Doğu yolculuğuna çıkmış olan Choiseul-Gouffier Kontu'nun77(1752-1817), Sparta ve Atina'nın kalıntılarına yaslanmış “ahmak Müslüman”dan bahsetmesi, ünlü İngiliz şair Lord Byron’ın Child Harold's Pilgrimage adlı kitabında Yunanistan’ın

Türklerin elinde tam anlamıyla yıkılmış olduğunu anlatması, FrançoisPouqueville’nin78 (1770-1838) Patras kentindeki antik kalıntıların her gün Türkler tarafından yok edildiğini yazması, başka bir Fransız gezgin Castellan’ın (1772-1838) ise "Türk tarzı denilebilecek bir tarz vardır ama onun da tarihsel örneklerini bulamadık" şelindeki yaklaşımı bu damgalamaya yönelik diğer tarihsel kanıtlar olarak gösterilebilir (İldem, 2000: 29-35, 73). Sonuç olarak 18.yüzyıl Avrupasında Türkler Avrupalıların gözünde, sanat eseri üretemediği gibi üretenleri de yok eden bir topluluk konumundadır.

Türklerin sanat eseri üretemediğine dair damgalamanın, Türklerin medeniyet oluşturma yeteneğine sahip olmayan bir topluluk olduğu damgasıyla karşılıklı etkileşim halinde olduğunu belirtmek gerekir. Ancak Türklerin medeniyet kuramadığına dair yargının, uzun bir geçmişinin olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Örneğin 16. yüzyıl İspanya'sında, güçlerinin bir kültüre ve uygarlığa dayanmadığı anlayışından yola çıkılarak, Türklerin hızla ortadan kalkacaklarına dair bir yaklaşım söz konusudur (Lanza, 2011: 93). 18.yüzyıldan bir örnek olarak da İtalyan şair Giambattista Casti’nin (1724-1803) 1802'de yayınlanan seyahatnamesinden bahsedilebilir. Seyahatnamede Casti, Türklerin medeniyete herhangi bir katkıda bulunabilecek yetide olmadığı hatta tam tersine bu hususta zarar verici nitelikte olduklarını dile getirmektedir (Gürol, 1987: 78). Aynı dönemde yaşayan Chateaubriand da Tükler için "uygarlık düşmanı barbarlar gurubunun soylu üyeleri" ifadesini kullanmakta ve bu barbarlar grubunun, herhangi bir medeniyet geliştirmede yetersiz ve yeteneksiz olduğunu dile getirmektedir (İldem, 2000: 61).

Bu damgaya katkıda bulunan düşünürlerden biri olan Alman felsefesinin kurucularından Immanuel Kant (1724-1804), Türklerin başka halkların uygarlaşmasını önlediği tezini ortaya atmıştır. Yine ünlü Alman düşünürlerinden Karl Marx (1818-1883) ve Engels’in de Kant’ın söylemlerine benzer ifadeleriyle karşılaşılmaktadır. Örneğin Marx ve

77 Choiseul-Gouffier Kontu (1752-1817), Fransız asıllı hem gezgin hem de diplomat olan bir asilzadedir. 1784 yılında XVI. Louis tarafından İstanbul'a Fransız elçisi olarak atanmıştır (Şenyurt, 2013)

78 François Charles Hugues Laurent Pouqueville (1770-1838), bir Fransız diplomattır. 1798-1820 yılları arasında Osmanlı topraklarında bulunmuştur. Avrupa'daki Helenizmin en önemli mimarlarından olduğu ve Yunan milliyetçiliğinin uyanmasına büyük katkı sağladığı söylenebilir (Beaton, 1980)

111

Engels’in, 27 Ocak 1854 tarihli yazılarına göre İstanbul Rusların eline geçtiği takdirde, yirmi yıldan daha az bir sürede kulübelerden oluşan bu şehirden görkemli, refah düzeyi yüksek bir Avrupa kenti doğacak, sağlam yapılar oluşacak, bilimsel kuruluşlar gelişecek ve sanat boy atacaktır79 (Öktem, 2004;Kula, 2010: 259). Bu düşüncelere paralel olarak Engels, Türklerin uygarlığa yönelik her türlü girişimi engelleyen bir millet olduğunu da dile getirmiştir (Kula, 2010: xxii-xxiii).

20.yüzyılın başında da Batı’nın önemli entellektüellerinde, Türkler hakkında hala aynı düşüncelerin mevcut olduğu görülmektedir. Nitekim 1913-1916 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nin İstanbul elçiliğini yapmış olan Henry Morgenthau(1856-1946) Türklerin, altı yüz yıl boyunca edindikleri uygarlık nimetlerinin hepsini, egemenlik altında tuttukları halklardan ödünç aldığı iddiasındadır. Buna göre dinleri ve alfabeleri bile Araplardan gelen Türkler, Aya Sofya Camisi’ni ise Bizans’tan almıştır (Karlsson, 2007: 28). İlk uluslararası insan hakları deklerasyonu metnini hazırlayan ünlü diplomat Andre Mandelstam (1869-1949) ise Türklerin tarih boyunca uygarlık adına hiçbirşey yapmadıklarını söylerken, Fransa başbakanlarından Georges Clemanceau (1841-1929) da Haziran 1919 sonlarında barış görüşmeleri için Paris'te bulunan Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya (1853-1923) gönderdiği ve gazetelerde yayımlanan mektubunda “bir yere yerleşen Türk hâkimiyetini her zaman o ülkenin refahının azalması ve kültür seviyesinin alçalması izlemiştir” demektedir80 (Aust, 2013: 115; Akyüz, 1988: 121). Türklerin medeniyet kuramadığına dair bu iddiaların Amerika’ya kadar ulaştığı ve dönemin New

York Times veya Asia dergisi gibi yayın organlarında defaatle tekrarlandığı da ayrıca

belirtilmelidir81 (Ulagay, 1974: 248).

79 Namık Kemal’in de İstanbul’un durumundan şikayetçi olduğu yazılarında görülmektedir. Örneğin, 11 Kasım 1872 (10 Ramazan 1289) tarihinde İbret’te yayımlanan “Tanzifât ve Tezyinât” başlıklı yazısında Namık Kemal şöyle demektedir: “Bize bu çadırlar içinde oturmağı şeriat mi teklif ediyor? Billâh değil. İslâm kisrâ ve kayserin kasırlarını iğtinâm ile mübeşşer oldu. Koca pay-ı taht-ı saltanatta dükkân namıyla fare delikleri, hane unvanıyla tahta kehlesi yuvaları yapmak Osmanlılık vezâifinden midir? Namus-ı millet hakkı için değil? Şu gördüğümüz âlî camileri, sengî hanları Osmanlılar vucüda getirdi”. Namık Kemal, İstanbul’un durumunu şu sözlerle ifade etmektedir: “Gündüzleri sokak namında olan bu mezlakalardan ubûra mecburiyet nedir? Sırat köprüsünü dünyada mı geçeceğiz? Geceleri