• Sonuç bulunamadı

SĠVĠL TOPLUMDAN KÜRESEL SĠVĠL TOPLUMA 3.1 Sivil Toplum Kavramı

3.1.1. Batı DıĢı Toplumlarda Sivil Toplum

Sivil toplum kavramı sosyal bilimler jargonu içerisinde tanımlanırken bolca müracaat edilen bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar modernleşme, demokrasi, kapitalizm, liberalizm, serbest piyasa v.b. dir. Bu kavramların ortak özelliği tarih boyunca Batı medeniyet havzasından çıkma kurumlar tarafından icat edilmiş olmaları, savunulmaları ve kullanıma sokulmalarıdır. Avrupa‟da sanayileşmenin bir sonucu olarak kapitalizmin ortaya çıkması ve şu anda dünyada en yaygın ve etkin ekonomik sistem olarak uygulanıyor oluşu, bunun yanı sıra Batı menşeli teknolojik gelişmelerin ve bu teknolojik gelişmelerin sonucunda da küresel bir kapitalist sistemin doğmuş olması, Doğu medeniyetleri karşısında Batının bir zaferi olarak yaygın kabul görür. Batının bu başarıya nasıl ulaştığı ile ilgili araştırmalar da Batılı kaynaklarda bizi Batı tipi modern demokrasiye götürür. Batılı toplumların demokratik bir örgütlenmeyle modern bir dünyaya öncülük ettikleri ve oluşturdukları bu modern akıl sayesinde dünyada hem ekonomik hem de siyasi olarak yaygın güç olmayı başardıkları vurgulanır. Sivil toplum olgusu da menşei Batı olan ve Batıda doğduğu kabul edilen bir olgudur. Bir toplumda sivil toplumun var olabilmesinin şartları sayılırken belirtilen demokratik bir toplum, sınırlı devlet, bireysel hak ve özgürlükler gibi şartların yine Batılı devlet ve toplum anlayışında mümkün olabileceği dolayısıyla, Doğulu bir toplumda sivil toplumun var olabilmesi için Batılı anlamda modern ve demokratik bir yapıya bürünmesi gerektiği belirtilir. Doğulu toplumların bahsettiğimiz bu dönüşümle sivil bir topluma ulaşabileceği iyimser tahmininin yanı sıra, bunun mümkün olamayacağı, çünkü sivilliğin karakter olarak Batılı bir özellik olduğu ve Doğulu toplumların bu karaktere tezat teşkil ettiği de

ifade edilir (Gellner, 1994). Örneğin Montesquieu, Yasaların Ruhu adlı eserinde, Doğu toplumlarının despotik olduğunu söyler ve despotizmi “devlet içindeki aracı gruplar ile sınıfları acımasızca ezen ve uyruklarını bölünmüş, cahil ve ruhsal bakımdan korkak olmaya zorlayan bir siyasal rejim tipi” şeklinde tarif eder. Ayrıca bu rejim altında “yurttaşların yaşamları, özgürlükleri ve mülkiyetleri, her zaman havada kalmış ve ürkütücü „bir tek kişi kendi iradesine ve keyfine göre yönetmelidir‟ düsturunun inayetine bağlı olmuştur”. Keane‟a göre Montesquieu gibi yazarların kullandıkları doğuya atfedilen despotizm imgesi, büyük ölçüde “kurmaca” öğelere sahiptir (Keane, 2004: 88-89).

Bu tartışma ve görüşler hala yoğun olarak gündem oluşturmakla birlikte küreselleşmiş bir dünyada bir bakıma anlamını yitirmiştir de. Çünkü bir tartışmanın verimliliği, o tartışmaya konu olan olgunun tartışılan bağlam içerisinde güncel kalabilmesiyle alakalıdır. Sivil toplumun, Doğulu toplumlarda var olabilirliği ya da olamazlığı da bu sebeple kendi zamansal bağlamımızda pratik bir yarar sağlamaktan uzaktır. Bu noktayı daha iyi anlayabilmek için bilgi sosyolojisinde, pozitivist bilgi anlayışında meydana gelen değişimi hesaba katmak yerinde olur. Bu değişim, en basit şekilde tanımlamak gerekirse, sosyal olguların doğa bilimlerince müracaat edilen pozitivist bir mantıkla ve pozitivist yöntemlere dayanılarak anlaşılamayacağı gerçeğinin ortaya çıkmasıyla başladı ve artık yeni anlama biçimlerinin ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Bunun sebebi, sosyal gerçekliğin doğa bilimlerinin konusu olan şeylerden çok daha karmaşık olmasındandır. Sosyal olgular deneye tabi tutulurken, sabit ve bağımsız değişkenlerin sonsuz kombinasyonlarının gerçekleşmesi mümkündür. Dolayısıyla, sosyal bir bilginin her koşul için bir sabitlik taşıyabileceği iddiası da bu süreçte yanlışlanmıştır. Sivil toplum kavramını bu bağlamda değerlendirecek olursak, sivillik anlayışının topyekün olarak sadece Batılı toplumlarda gelişebileceği ve Doğulu toplumlarda mümkün olamayacağı fikride bahsettiğimiz anlamacı yöntemin açtığı yeni anlama imkânlarının gerisinde bir tespit olarak kalır. Çünkü toplumlar arası karşılaştırmalarda kullanılan sivil toplum ve demokrasi gibi eksiklikler listesi, pozitivist bir bakış açısıyla dahi kuşkulu tespitlerdir. Akşit‟e göre “sivil toplumu sayılabilir, ölçülebilir bir araç olarak bir kıyaslama malzemesi yapmak yerine, toplumlardaki iktidar ilişkilerinin özgüllüğünü,

bu toplumlardaki sivil değil, “mivil” olan toplumu keşfetmek gerekir” (Akşit vd., 2003: 43). Burada sivil yerine “mivil” kavramının kullanılmasındaki amaç, sivil toplumun tanımı yapılırken olması şart koşulan olguların, farklı toplumlarda kendine özgü şartlarda ve değişik tonlarda varolabileceğini göstermek içindir. Doğu ve Batı gibi kavramların kullanımı da, aslında meselenin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır çünkü tam olarak nerenin Doğu ya da nerenin Batı olduğu bilgisi kesin değildir. Her iki tarafta birbirleriyle karşılıklı etkileşim ve geçişlilik içerisindedirler ve bu yüzden Batılı sayılabilen bir toplumda Doğulu toplumlara atfedilen bazı özellikler olabileceği gibi Doğulu sayılan bir toplumda da bazı Batılı özellikler bulunabilir. Bunun sebebi, her iki tarafında özellikle Ortadoğu gibi coğrafyalarda birçok tarihsel ortak paydaya sahip olmalarındandır (Akşit vd., 2003: 43). Tarih boyunca meydana gelen karşılaşmalar, bu toplumların kurumlarının karşılıklı dönüşmesinin de vesileleri olmuştur. Bu tarihsel ortak paydaların yanı sıra, günümüzde küreselleşmenin sağlamış olduğu ötekiyle karşılaşma olanakları da Doğunun ya da Batının tam olarak nereye düştüğü bilgisini muğlâklaştırmaktadır. Bu yüzden Akşit‟e göre sivil toplumun olmadığı iddia edilen toplumları, “sivil toplumun varlığına, yokluğuna ya da yoğunluğuna göre değil, o ülkedeki özgül toplumsal koşullara göre değerlendirmek gerekir” (Akşit vd., 2003: 57). Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki “sivil toplum söylemi belli oranlarda topluma nüfuz etmiş ancak toplumsal farklılıklardan ötürü, sivil toplumsal olmayan nitelikler ve biçimler edinmiştir. Dolayısıyla, sivil toplum söylemi bu nüfuz edişte, belli kaymalar, çeşitli hat değiştirmeler, dönüşümler ve uyarlamalarla yer edinebilmektedir” (Akşit vd., 2003: 57).

Bu noktada İslamcı olarak bilinen sivil toplum örgütlerine bakmak yerinde olur. Yukarıda tartıştığımız Doğu toplumlarındaki sivil toplumsal karakter eksiklikleri aynı zamanda daha yoğun olarak İslam toplumlarına yöneltilen bir eleştiridir. Müslüman toplumlarda örgütlenen sivil toplum kuruluşlarına, özelde de merkez yerine çevrede konumlanan İslamcı sivil toplum kuruluşlarına, sahip oldukları bu İslamcı karakterlerinden dolayı sivil inisiyatifler olarak kabul edilemeyecekleri şeklinde eleştiriler yapılır. Bu eleştirilerin sebebi, bu STK‟ların sahip oldukları İslamcı motivasyonlardan kaynaklanmaktadır. İslami eğilimli

STK‟ların: “bir yandan mutlak bir inanca ve bu inanç çerçevesinde gelişen hiyerarşiye tabi oldukları varsayıldığı için demokratik sivil toplum içinde algılanamayacakları ileri sürülmekte ve varlıkları tehdit altına girmektedir. Öte yandan bazı laik STK‟lar, İslamcı parti ve STK‟ların çalışmalarıyla gerçekleşebilecek bir İslamcı otoriter-baskıcı düzen ihtimalini ciddi bir tehdit olarak görmekte ve ona karşı örgütlenmektedir” (Akşit, 2009: 3). İslamcı STK‟ların cemaatçi reflekslerle örgütlenmiş olmaları ve modern insanın en önemli özelliği olan bireyselliğin bu cemaatçi yapılar içerisinde kaybolması, sivil toplumun şartlarından biri olarak ileri sürülen bireysellik şartının ihlali olarak algılanmış ve eleştirilmiştir. İslamcı örgütlenmelerin tek kişi baskısı altında yönetildiği ve bu şartlarda demokratik bir yapılanmanın çalıştırılamayacağı ön kabulü sık sık zikredilir. Fakat bu görüşlerin aksine, sivil bir toplumun ancak bireysellikten sıyrılarak ve cemaatçi bir örgütlenmeyle bir güç olarak varolabileceğini iddia eden görüşlerde mevcuttur. Örneğin Bulaç‟a göre:

“kişiler kimliklerini sosyal grupları içinde kazanabilirler, oysa modern toplumlarda bireyler sosyal grupları içinde değil, tek başlarına tanınıyor. Dolayısıyla, bireyler ceberut devlet gücüne karşı korunaksız kalıyorlar. Bu (olması gereken) korunaklar ise geleneksel toplumun birey ve devlet arasında kalan cemaatleridir. Nitekim, İslam‟da (veya İslami) birey ancak kendi cemaati içinde özgürleşebilir, insanlaşabilir. Diğer bir deyişle İslam‟da birey yoktur. Dolayısıyla, bu sığınaklar, bilinen (Batılı) sosyal/siyasal teorideki ortak çıkar üzerine kurulmuş sivil toplum örgütleri değildir/olamaz. Çünkü Batıdaki sivil toplum örgütleri ve/veya cemaat olmayan sivil toplum örgütleri „aynı‟ lığın değişik versiyonlarıdır ve hiçbir manevi/ontolojik referansı olmayan, sentetik bir yapı olan modern toplumu yeniden üreten parçalardır. Dolayısıyla, çıkar gruplarının çokluğuna dayanan bir çoğulculuk, farklılıklardan oluşan gerçek bir çoğulculuk değil, aynılığın değişik şekillerde temsiline dayanan sahte/yalan bir çoğulculuktur.” (Aktaran: Çınar, 1998: 239- 240)

Sivil toplum ve din ilişkisiyle alakalı Bulaç‟ın bu görüşleri, sivil toplum şayet adaleti ve iyiliği tesiste önemli bir araç olarak görülecekse, bizi, iyiliğin kaynağının ilahimi yoksa dünyevimi olduğu kadim sorusuna götürür. Bulaç‟a göre adaleti arama iddiasında ise sivil toplum, modern toplumda “doğasında varolan nüfuz edici ve yaygın totalitarizm” den dolayı mümkün olamaz. İslam Hanefi hukukuna göre devletin cumayı kıldırmak, feyi (vergi) toplamak, savaş ilan etmek ve hadleri uygulamakla sınırlı olarak dört görevi vardır ve bunun dışındaki toplumsal fonksiyonlar toplum tarafından sivil alanda yerine getirilir. Ona göre bu bağlamda, tarihimizde şeriat kavramı sivil alana tekabül eder çünkü İslam hukuku içerisinde şeriat, halkı iktidar seçkinlerinin keyfi uygulamalarından ve hak ihlallerinden korur. Tarihimizde toplumsal olaylarda „şeriat isteriz‟ söylemini kullanan Müslüman tebaanın yanında gayri müslim halkında bulunması bu kavramın, devlete karşı bir hukuk talebi olarak çalıştırıldığının göstergesidir. Sonuçta Bulaç‟a göre “sivilleşmenin düşünsel temeli İslamiyet‟e dayanır. Dolayısıyla “Türkiye‟de sivil toplum aranacaksa bunlar vakıflar, tekkeler, zaviyeler, tarikatlar ve cemaatlerdir.” (Bulaç, 2008: 25-31)

Ampirik olarak Dünyada ve Türkiye‟de laik ve dinsel cemaatler de yaygınlaşmaktadır. Hatta Akşit “Batı‟da sivil toplum belirsizliğe bürünürken dünyanın geri kalanında bir ortaya çıkış ve canlanma(nın) yaşanmakta” olduğunu ifade eder (Akşit, 2009: 3). Ona göre “İslam‟ı kendine önemli bir referans noktası olarak alan İslami eğilimli STK‟ lar Türkiye‟ye özgü farklı toplumsal dinamiklere bağlı olarak sivil toplumun oluşum ve gelişim sürecinde önemli bir rol üstlenmişlerdir” (Akşit, 2004: 664). Bu tespit konumuz olan İHH vakfı açısından önemlidir. Akşit‟in bu dernek yöneticileriyle yaptığı görüşmelerde Osmanlıdan kalan bir miras olarak vakıf faaliyetleri analiz edilmiştir. Bu analize göre, vakıf yöneticileri vakıfların pek çok şeyi üstlendiği bir vakıf mirasından bahsederek Osmanlının sivil örgütlenmelere verdiği öneme vurgu yapmışlardır. Ona göre:

“bu ve benzeri yorumlarda yatan düşünce Batı‟da gelişmiş olduğu kabul gören sivil toplumun Osmanlı‟da zaten varolduğu, ancak Cumhuriyet‟le bu mirasın geriletildiğidir. Dolayısıyla, İslami eğilimli STK‟ lar arasında „kendi öz değerlerimize‟ sahip çıkarak Türkiye‟de

yeniden sivil toplumu tesis etmenin mümkün olduğu fikri önemli bir ağırlığa sahiptir. Ayrıca İslami eğilimli STK‟ların ciddi bir biçimde destekledikleri sivil toplumcu anlayış Batı‟ya ait bir değer olarak değil, Türk toplumunun kendi geçmişinde sahip olduğu bir olgu olarak kavramsallaştırılmaktadır” (Akşit, 2004: 670).

Vakıf kültürünün yer yer devamı niteliğinde çalışan tarikatların, Akşit‟e göre bir STK tanımı içerisinde mümkün olmamakla beraber, kamusal alanda belli bir sosyalizasyon işlevi de gören sivil bir karakter olarak varlıkları yadsınamaz. Fakat sivil toplumu sadece STK‟ların oluşturduğu bir alan olarak kabul etmek, bir STK şeklinde organize olmamış, fakat örgütlülük, kurumsallaşma ve gönüllü katılım üzerine kurulu başka yapıları göz ardı etmeye yol açacaktır. Akşit‟e göre, daha öncede belirttiğimiz gibi, sivil toplumla ilgili tartışmaların ilk olarak Batı literatüründen ödünç alınan kavramlarla devam etmiş olmasından dolayı, “söz konusu dinamiklerin yine Batı merkezli okumaların sunduğu ölçek dâhilinde kavranmasına” sebep olduğu söylenebilir. “Böylelikle, Batı‟daki hâkim söylemin takip edilmesi, sivil alanda Batı tipi oluşumlar arama refleksinin gelişmesine de neden olabilmektedir. Böyle bir refleks ise, Türkiye örneğinde sivil toplum oluşumunu anlama girişiminde, İslami eğilimli sivil toplum bileşenlerini resmin dışında tutmaya yol açacaktır” (Akşit, 2004: 678-679).

İslam dünyasında sivil toplum kavramı oryantalist bir bakış açısıyla şekillenmiş bir kavram olarak da algılanabilmekte ve sömürgeci Batı‟nın tahakküm gücünün yeni bir uzantısı ya da enstrümanı olarak da yorumlanmaktadır. Bu düşüncenin sebebi kuşkusuz Batı‟nın ve özelliklede Amerika‟nın yeni bir siyasal manipülasyon aracı olarak sivil toplum örgütlerini dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi güdümünde kullanmasından kaynaklanmaktadır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Amerikan himayesinde ve finansörlüğünde örgütlenmiş sivil toplum örgütleri eliyle yapılan kampanyalar ve devrimler, bu iddianın pratik ispatına da bir hayli zemin hazırlamıştır. Bunun yanı sıra STK‟lara, içeriği Batı‟lı güçlerce şekillendirilmiş gizli işlevlerle yüklü bir depolitizasyon görevi atfeden görüşlerde mevcuttur. Bu görüşe göre, Tocqueville‟nin de ifade ettiği gibi, herkesin serbestçe örgütlenebildiği yerde gizli örgüt olmayacağı kabulünden hareketle „bırakınız örgütlensinler‟ dolayısıyla

„bırakınız yerin üstünde kalsınlar‟ sonucuna varılmıştır. Erkilet‟e göre bu ifade, sivil toplumun, topluma özgürlük yanılsaması yaşatarak karar alma süreçlerinden uzaklaştırma işlevi gördüğü anlamına gelir (Erkilet, 2008: 76-77).

Bütün bu tartışmalardan sonra anlaşılmaktadır ki sivil toplum kavramı çok farklı şekillerde algılanmış ve bazen Batı tarafından Doğuya ya da İslam‟a atfedilen bir eksiklik olarak bazen de Doğu tarafından Batının yeni bir sömürge mekanizması olarak anlaşılmış ve kullanılmıştır. Bunun yanı sıra, Doğu‟lu toplumlarda sivil toplum olgusunun eksikliği yer yer bir kompleks haline getirilmiş ve tartışmalar bu kompleks üzerinden yürütülmüştür. Fakat Aktay‟ın da ifade ettiği gibi “sivil toplum kavramının bir sürü kompleks ile kuşatılmış olduğu fark edilmeli, kavrama bir kutsallık atfetmeksizin ne kadar işlevsel ise o kadar istihdam edilebilmesine dair bir tutum geliştirilmelidir” (Aktay, 2008: 69).

Benzer Belgeler