• Sonuç bulunamadı

KÜRESEL SĠYASETĠN YENĠ BAĞLAMI: SĠVĠL TOPLUM

4.1. Sivil Siyaset

4.1.1. Bir Siyaset Tarzı Olarak Küresel Sivil Toplum

Sivil siyaset, dünyadaki konjonktürün küresel şartlarda değişmesiyle birlikte resmi devlet eksenli siyaset tarzlarına alternatif bir siyasal alan olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni siyasallık alanı tek tek bireyler bazında kullanıldığı gibi daha organize bir şekilde örgütlenmiş sivil toplum örgütleri eliyle de kullanılmaktadır. Bu bölümde, küresel şartlarda küresel sivil toplum örgütlerine dönüşen bu yapılanmaların ne tür siyasal hareket tarzları geliştirdikleri tartışılacaktır. Bu bağlamda küresel sivil toplum hareketlerinin yeni bir siyaset tarzı olduğunu önereceğim.

Sivil toplum kavramı tanımlanırken, tabandan gelmesi ve siyaset dışı olması hasebiyle, en önemli özelliğinin hükümet dışı bir yapıda olduğu vurgulanır. Bu tanıma göre sivil toplumun alanı, devletin yönetim alanı dışında kalan ve devletin çizdiği sınırlar içerisinde kalan siyasal olmayan faaliyetleri içerir. Bu sebeple sivil toplum örgütleri aynı zamanda (NGO) lar yani “hükümet dışı organizasyonlar” olarak da bilinirler. Yakıştırma olarak bu hükümet dışılık, hükümetin haricindeki alana gönderme yapsa da, ulus-devlet yapısının aşınmasıyla birlikte devletin faaliyet alanı daralmış ve bünyesinde barındırdığı yetkiler kısmen de olsa sivil toplum örgütleri tarafından paylaşılmaya başlanmıştır. Nitekim Aktay‟ın da dediği gibi:

“Küreselleşme ulus-devletleri siyasetin tek aktörü olmaktan çıkarmıştır. Bunun doğrudan sonucu olarak devlet hem siyasalın tek hedefi hem de uluslararası ilişkiler düzeyindeki siyasalın tek aktörü olmaktan çıkmıştır. Dünyada artan iletişim, ulaşım ve medya imkânları aynı zamanda kültürlerin ve kimliklerin ulus-aşırı trafiğini de alabildiğine yoğunlaştırmış ve ulusal, yerel düzeylerden küresel ölçeklere varan çok çeşitli sosyalleşme, gruplaşma ve faaliyetler için siyasal alanlar açılmıştır. İnternet kullanımı ve artan uluslararası (halklar arası) ilişkiler çok güçlü ağların ve işbirliklerinin oluşumuna uygun bir zemin hazırlamıştır” (Aktay, 2009: 1274).

Dolayısıyla bu şartların sonucunda sivil toplum, devletten boşalan alanlarda ve hatta devletin hala elinde tuttuğu alanlarda kendine yeni roller biçmiştir. Bu yeni sivil siyasal düzey, küreselleşmeyle birlikte sivil toplum örgütlerinin devletle paylaşmaya başladıkları rollerin ulusaldan sonra uluslararası alanda da çalıştırılmasına sebep olmuştur. Artık küresel sivil toplum örgütleri kendi ülkelerinin haricindeki diğer ülkelerin siyasetlerini de müdahaleye açık hale getirmişlerdir. En büyük silahları da, küresel kamuoyunun gücünü de arkalarına alarak birer baskı mekanizmasına dönüşmeleridir.

Sivil toplumun yeni bağlamlarda siyaset yapmaya başlaması, zaman içerisinde resmi siyasetin de dönüşmesine sebep olmuştur. Örneğin artık parlamentodaki iktidar ve muhalefet partileri, herhangi bir yasa veya karar çıkarmadan önce, sivil toplum örgütlerine danışma ve onların görüşlerini alma ihtiyacı hissediyorlar. Bunun sebebi çıkarılacak yasanın toplum nezdinde ki yansımalarının anlaşılmasını sağlamasıdır. Ayrıca bu yasaların toplumdaki destek oranına bakılarak ne derece kabul görüp görmeyeceği anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu yüzden siyasi partiler, yasaların oluşturulması ve çıkarılması süreçlerinde, sivil toplum örgütlerini ikna etmek durumunda hissederler kendilerini. Mesela yeni bir yasa önerisi hazırlayan bir partinin temsilcisinin, yasa oylamaya sunulmadan önce, muhalefet partilerinin yanı sıra sivil toplum kuruluşlarının da kapısını çalması olağan bir görüntüdür artık. Bu bağlamda bir bakıma Beck‟in de dediği gibi “sivil toplum girişimleri izleksel (tematik) olarak iktidarı ele geçirmişlerdir” (Beck, 2005: 155).

Siyaset sosyolojisiyle ilgili önemli açılımlar yapmış olan Max Weber, siyaset ve iktidar arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. (Weber, 2000). Ona göre iktidar, siyasetin dayandığı meşruluğu sağlayan zemindir. Bu yüzden siyaset olgusunu anlamaya çalışmak, koşut olarak iktidarın ne‟liği sorusuna yöneltir bizi. Bu soru son zamanlarda siyaset sosyolojisi çerçevesinde çokça tartışılmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, günümüzde iktidarı oluşturan en önemli kaynaklar bilim ve tekniktir. Özellikle son zamanlarda bilim ve tekniğin daha spesifik bir alanını oluşturan bilimsel bilgi siyasalın en önemli meşruluk kaynağını oluşturur (Aydın, 2002: 24). Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi (Foucault, 1999) adlı eserinde iktidarın, bilgiyi elinde bulunduran ve onu çeşitli şekillerde kullananların elinde toplandığını anlatır. Bu iktidar, bilginin üretilmesi ve yer yer manipülasyon yoluyla kullanılması sayesinde elde edilir. Bu tarz bir üretim ve manipülasyon uzunca bir süre fiziksel imkânları elinde bulunduran devlet kurumları eliyle yapılagelmiştir fakat günümüz dünyasında bilgi üretimi ve kullanımıyla ilgili devlet tekeli küresel ve teknolojik imkânların bireyler ve gruplar tarafından çok daha kolay ulaşılabilir hale gelmesi sonucunda kırılmıştır. Bunun sonucunda siyaseti var eden iktidar olanakları, bilginin küresel dolaşım olanakları sayesinde özellikle sivil toplum kuruluşlarının elde edebilecekleri bir yapıya bürünmüştür. Ulus aşırı ilişkiler kuran sivil toplum örgütleri özellikle internet ve uydu teknolojileri vasıtasıyla kendi bilgilerini üretebilmekte ve bu bilginin sağlamış olduğu iktidar sayesinde siyasal alana dâhil olabilmektedirler.

Bir diğer hususta yasa çıkarma faaliyetlerinin ilk evresi ile ilgilidir. Toplumda ne tür problemlerin olduğunun belirlenmesi ve bununla ilgili önerilerin yasalaşma evresine kadar olan sürece taşınması da çoktandır sivil toplum eliyle yapılmaktadır. “Geleceğe yönelik olarak bugün herkesin sözünü ettiği izlekler, yönetenlerin uzak görüşlülüklerinden ya da parlamenter mücadeleden kaynaklanmamaktadır. Bu izlekler, kurumsallaşmış cehaletin toplu direnişine karşın, kendi içinde bir birine düşmüş olup, konuları ahlakileştiren, doğru yolun bulunması uğruna birbiriyle kavga eden, şüpheler içinde kıvranan, birbirine küskün grup ve grupçuklar tarafından toplumun gündemine yerleştirilmiştir (Beck, 2005: 155). Dolayısıyla artık yasa yapıcılar toplumsal tabandan gelen talepleri ve önerileri hesaba katmak durumundadırlar. Üstelik bu siyasal paylaşım sadece ülke içindeki karar alma

süreçleriyle sınırlı kalmamış, bunun yanı sıra bazen de ülkelerin uluslararası platformdaki temsiliyet imkânları da sivil toplum kuruluşlarına açık hale gelmiştir. Örnek verecek olursak Amerikan hükümeti 1945 yılında Birleşmiş Milletlerin kuruluşu için düzenlenen toplantıya katılacak Amerikan delegasyonuna 40 kadar sivil toplum örgütünü temsilci olarak dâhil etmiştir. (Keane, 2003: 109). Bu uygulama günümüzde de birçok ülke tarafından yapılmaktadır.

Sivil toplum hareketleri özellikle 1990‟lı yıllarda küreselleşmenin etkilerini yoğun olarak hissetmişler ve yapılarını bu bağlamda uluslararası şartlara uyumlu hale getirmeye başlamışlardır. Bu süreçte, uluslararası siyasetle ilgilenen çok sayıda küresel sivil toplum örgütü ortaya çıkmıştır. Bu örgütler beraberlerinde siyaset yapmanın ve siyasal ve ahlaki bir toplum yaratmanın yeni yollarını getirerek özgürleştirici alternatifler sunmuşlardır. Tabi ki yüzyıllardır hüküm süren devlet sisteminin kolayca ortadan kalkması beklenemez, fakat kaçınılmaz olarak değişmektedir ve bu değişimin en büyük nedenlerinden bir tanesi de bu ulus aşırı sivil örgütlerdir. Bu yeni aktörler ulus aşırı sorunlarda ve siyasette merkezi bir rol oynuyorlar artık (Chandler, 2004: 4). Bu değişimin gözlemcilerine göre küresel sivil toplum hareketlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yerel meselelerde ve aynı zamanda da yoğun olarak ulus ötesi meselelerde geleneksel devlet eksenli siyaset tarzları ve yöntemlerinin tekeli kırılmakta ve uluslararası siyaset küresel sivil örgütlerin müdahalesine açık hale gelmektedir. Örneğin Kaldor‟a göre “siyasetin sahnesi, eski resmi ulusal kurumlardan yeni yerel ve ulus ötesi alanlara doğru bir yön değiştirmiştir ve bu durum büyük oranda küresel sivil toplum aktivitelerinin bir sonucudur” (Kaldor, 2003: 148).

Küresel sivil toplumun siyasal alanda bu etkin hale gelişi, aynı zamanda bir dönüştürücü görevi görmekte ve klasik devlet kurumları eliyle yapılan siyaset tarzının da kendisini sorgulamasına (ya da sorgulanmasına) ve kaçınılmaz olarak dönüşmesine sebep olmaktadır. Örnek vermek gerekirse dünyada, azınlık hakları, kadın hakları, kölelik, dinsel özgürlükler, çevresel problemler, çocuk işçiler problemi, çocuk askerler problemi, hayvan hakları, nükleer silahlanma, vb. hususlarda yaşanan ihlaller sivil toplum örgütlerinin küresel imkânları kullanarak gündeme getirdikleri ve çözüm yolları önerdikleri en bilindik alanlardır. Bu ihlalleri

gündeme getiren örgütlerin baskı güçlerini kullanarak politikacılar üzerinde yaptırım gücü elde etmeleri onları birer siyasal aktör olarak ön plana çıkartmıştır. Bu sonuç çok olağan ve şaşırılmaması gereken bir sürecin sonucudur çünkü hak ihlallerine maruz kalan sivil unsurların bu ihlallere sebep olan siyasal otoritelere karşı güven bunalımı başlar ve değişimin gerekliliği konusunda söz hakkı doğar. Bu söz hakkı sessiz yığınlara seslerini yükseltme imkânı sağlar. Beck„in de dediği gibi, bu noktadan sonra “toplumun beyninin yerini tespit etmek artık imkânsızdır; yenilemeler, geleceğe ilişkin kararlar çoktan beri siyasal sınıftan kaynaklanmamaktadır” (Beck, 2005:209). Artık fiili durumlar oluşmaya başlar ve iktidarın ipi devletlerin otoritesinden çıkarak söz hakkı elde edenlerin de dâhil olduğu bir sisteme doğru el değiştirir. Bu bağlamda küresel sivil toplum örgütlerinin karar alma süreçlerine dahli, siyasal alanda gücün çoğullaşması sonucunu doğurur. Bu durum bir bakıma devletlerin aslında ne için icat edildiklerinin onlara hatırlatılmasına da sebep olur.

Küresel sivil toplum örgütlerinin siyaset sahnesinde yer almalarının bir sebebi de küresel şartlarda yaşıyor oluşumuzla alakalıdır. Kaldor‟un da tartıştığı gibi eskiye göre değişen; dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan ve aynı amaçları hedefleyen insanların ya da grupların ilişki kurabilme ve uluslararası çapta organize olabilme imkânına sahip olmaları ve isteklerini sadece kendi devletlerine değil diğer devletler ve uluslararası siyasi kuruluşlara da ileterek talepte bulunabilmelerinin mümkün olmasıdır. Diğer bir deyişle sivil toplum dediğimiz siyasetin bu yeni tarzı, küresel karşılıklı bağımlılığın hem sonucu hem de sebebidir (Kaldor, 2003: 2).

Bu ulusal sınırlardan bağımsız örgütlenebilme ve siyaset yapabilme durumu tek tek bireyler açısından da dönüştürücü bir etkiye sahip olmuştur. Küreselliğin ulus-devlet yapılarında meydana getirdiği tahribat, bireylerin klasik ulus-devletin onlara çizdiği vatandaşlık sınırlarını psikolojik ve fiziksel düzeylerde aşmalarına imkân tanımıştır. Günümüz uluslararası iletişim imkânları ve bu imkânların yarattığı ortam, egemen devlet otoritelerinin bölgesel kısıtlamaların bertaraf edilmesi ve bireylerin kendi siyasal ortamlarının şekillenmesinde katkı sunma potansiyellerini kullanabilmelerine olanak tanır (Chandler, 2004: 7). Örneğin Vietnam savaşı esnasında Amerika‟da savaş karşıtı bir nesil sivil bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.

Amerikan hükümetinin bir politikası olan bu savaşa, yine aynı topraklarda vicdani bir direniş gösterilmesi, bir ülkenin vatandaşı olmanın aslında ne demek olduğu noktasında bireyleri düşünmeye sevketmiştir. Bu öz-düşünümsellik, artık dünyamızın geldiği noktada bir ülkenin vatandaşının olaylara sadece kendi ülkesinin dayattığı dar ve sınırlı çerçeveden değil daha bütüncül bir bakış açısıyla bakması gerektiği gerçeğini ortaya çıkartmıştır. Bir adım daha ileriye götürecek olursak bu bütüncül bakış açısı o vatandaş açısından kendi vatanına mensubiyetinin sorgulanmasını değil aksine tam da o vatana mensup olduğu için ve onun yararı için yakalaması gereken bir bakış açısıdır. Çünkü karşılıklı bağımlı bir halde yaşadığımız bu çağın bir gereği de kendi lokal çıkarlarımızın korunmasının diğerlerinin çıkarlarının da gözetilmesiyle mümkün olabileceği gerçeğidir. Bu yüzden Kaldor‟a göre küresel sivil toplum, aktif vatandaşlığa bir alan açmıştır. Bu aktif vatandaşlık resmi siyasal etki alanlarının dışında ve kendi kendini organize ederek gelişen bir olgudur. Bu durum vatandaşların içinde yaşadıkları şartları, hem kendi kendini organize ederek ve hem de siyasal baskı yaparak etki altına aldıkları bir alan açar (Kaldor, 2003: 8). Bu yeni durum vatandaşlığın ulusal yönden daha evrensel bir yöne evrildiğinin göstergesidir. Esendemir‟de küreselleşmeyle beraber vatandaşlığın tartışma konusu olan ulusal boyutuna dikkat çekiyor. Ona göre:

“küresel çağdan önce vatandaşlık genelde ulus-devlete bir aidiyet biçimi olarak onun coğrafi sınırları içerisinde tanımlanıyordu. Ancak, küreselleşmeyle birlikte ekonominin küreselleşmesi, uluslar arası örgütlenmeler, göç vs. yoluyla ulus devlet zayıflama sürecine girdi ve ona bağlı aidiyet duygusu da zayıflamaya başladı. Bütün bu gelişmeler vatandaşlığı yeniden tanımlamayı zorunlu kıldı. Bu durumda, ulus- devletle ilişkisi nedeniyle vatandaşlıkla ilgili temel soru şu oldu: Ulus- devlet zayıflama sürecine girdiği için bundan böyle vatandaşlığın dayandığı yer neresi olacak ve küresel bağlam içerisindeki vatandaşlığın yeni konumunu artık nasıl belirleyeceğiz? Ulus-devlet zayıflama sürecine girdiği için vatandaşlığın küresel bir zemine kaydığını söyleyebiliriz” (Esendemir, 2008: 12).

Bu tespit bizi ulus-devletin geleneksel sınırlarını aşmış vatandaşlığı tanımlamak için kullanılan küresel vatandaşlık kavramına yönlendirir. Bu yeni durumda belirli bir coğrafyaya körü körüne bağlılık ortadan kalkmış ve öncelik uluslararası bağlam olmuştur. Evrensel sorunlar karşısında uluslararası ittifakların kurulması küresel vatandaşlığın bir özelliğidir. Bu tür bir vatandaşlık hem küresel gelişmelere hem de küreyi tehdit eden sorunlara bağlı olarak gelişir. Bu bağlamda ulusal vatandaşlığın çare bulamadığı dünyadaki yeni sorunlara bir alternatif oluşturur ve sorumluluk alanı belli bir bölgeden çok küresel olarak çerçevelendirilebilir (Esendemir, 2008: 43-45).

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız küresel sivil toplum örgütlerinin siyasal alana olan etkilerinden sonra bu yeni olgunun ne tür stratejiler eşliğinde siyaset geliştirdiğine bakmak yerinde olur. Öncelikle belirtmek gerekir ki küresel sivil toplumun siyasal bir aktör olmaya başlaması, yönetim alanında tek olarak kabul edilen devlet olgusunun değişen şartların bir sonucu olarak yeterli olamamasından kaynaklanmaktadır. Ulus-devletlerin bu yetersizliklerini fark etmelerinin toplumlar üzerindeki yansıması, yer yer daha despot ve otoriter bir anlayış geliştirmeleri şeklinde olmuştur. Fakat bu despot tutumlarına rağmen ihtiyaca cevap veremiyor oldukları gerçeği küresel sivil toplum örgütlerinin bu doğal sürecin bir sonucu olarak siyasal alana müdahale etmesine yol açmıştır. Dolayısıyla bu yeni aktörlerden beklenen, zaten ulus-devletlerden kaynaklanan problemleri tamir etmek adına yola çıkmaları hasebiyle, onun hatalarından ders alarak yeni bir siyasal perspektif sunmaları olmuştur. Diğer bir ifadeyle, sıkıntıların kaynağı olan ve ağır bürokratik yapının çarkları arasında ezilen resmi siyasal karar ve yönetim mekanizmasının yöntemleri aşılarak daha gerçekçi, hızlı, esnek ve sonuç alma odaklı sivil siyasal yöntemlerin geliştirilmesi gerekmiştir. Başta da ifade ettiğimiz gibi küresel sivil toplum örgütlerinin siyasal alana dahli de bu ihtiyaçtan doğmuştur.

Ulusal sınırları aşan protesto hareketleri ve mücadeleler küresel sivil toplum örgütlerinin kullandığı en etkili yöntemlerden biridir. Bu yöntemin özelliği eski düzenin ıslah edilmesini sağlamaya çalışmasıdır. Protesto olgusu hakkında çığır açıcı bir eser olan “Ahlaki Protesto Sanatı” adlı kitabında James M. Jasper protestonun ve protestocuların doğası hakkında önemli tespitlerde bulunur. Ona göre “protestocular

yeni yoğunlaşmış simgeler bulmada, var olan mevcut duyarlılıkları, dünya görüşlerini ve ideolojileri yeniden düzenlemede ve çoğu kişinin sadece sezgisel olarak hissettiği şeyleri açık hale getirmede son derece yaratıcıdır. Toni Morrison‟un sanatçıların yaptığını söylediği şeyi yaparlar: açıklayarak, yorumlayarak, değer biçerek, çevirerek, dönüştürerek, eleştirerek, kültüre karşılık vererek” (Jasper, 2002: 271). Küresel sivil toplum analizcilerine göre bu yeni siyaset tarzının özelliği dağınık ve tahmin edilemez olmasıdır. Fakat yine de sonuç alma açısından daha etkilidir. Bunun sebebi sade vatandaşlara baskın politikalar karşısında seslerini yükseltme hakkı tanımasıdır (Aktaran: Chandler, 2004: 12). Bu tahmin edilemezlik stratejisi, sivil toplum örgütlerinin ortak amaçlar etrafında toplanarak problemleri küresel kamusal alanda yüksek sesle telaffuz etmelerine ve resmi siyasal oyunlarla perde arkasında sümen altı edilen haksızlıklar ve insan hakları ihlallerinin daha fazla saklanamaması sonucunu doğurur. Küresel arenada sivil toplum kuruluşlarının iletişim imkânlarını ve medya gücünü kullanarak bu ihlalleri dile getirmeleri ve gündemde tutmaları sorunun çözümü adına atılan ilk adımdır. Bu aşamadan sonra artık en azından gündemde tutularak problemlerin varlığı kabul ettirilir. Bu aşama bizim kamuoyu oluşturmak adını verdiğimiz şeydir. Sivil toplum örgütlerinin resmi siyasete baskı uygulayabilmeleri de bu kamuoyunun oluşabilmesi ve desteğinin sivil toplum örgütlerinin arkasında olmasıyla mümkündür. Sivil toplum örgütlerinin küresel iletişim kanallarını kullanmaları daha kolay organize olabilmelerini kolaylaştırır ve içlerinden herhangi biri bastırıldığı zaman diğerlerinin bundan haberdar olarak daha çok ses çıkarmalarına sebep olur. Dolayısıyla diyebiliriz ki küreselleşmiş günümüz dünyasında, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir hak ihlali, o ihlal edilen hakkı korumak adına örgütlenmiş çok sayıda sivil toplum örgütü eliyle gündeme taşınmaktadır ve böylece hiçbir şey gizli kalamamaktadır.

Bu örgütlerinin siyasal eylem stratejilerinin bir sonraki aşaması da küresel kamuoyu nezdinde yeterli gündem oluşturması sağlanan sıkıntılara dikkat çekebilmek adına fiili eylemlere yönelmeleridir. Bu eylemler protesto hareketlerinden somut müdahalelere kadar büyük bir çeşitlilik gösterir. Özellikle çevreci grupların hareket tarzları bu eylemlere örnek oluşturur. Örneğin büyük şirketlerin, kamuoyu gündemine gelmeden kotarılmış anlaşmalarla kurdukları yeni

ticari faaliyet sahalarında çevreye zararlı girişimler tespit edildiğinde, çevreci örgütler o şirkete ve girişimine imkân tanıyan devletlere karşı büyük protesto gösterileri düzenlerler. Ayrıca söz konusu şirketin, eğer çok uluslu bir şirket ise, dünyanın farklı noktalarındaki şubeleri de çevre örgütlerinin o bölgedeki temsilcileri eliyle bu protesto ve tacizlerden paylarını alıyorlar. Sonuç olarak küresel çapta bir kampanya yürütülüyor ve tarafların kararlarını tekrar gözden geçirmeleri sağlanıyor.

Küresel sivil toplum örgütlerinin eylem tarzlarına bir diğer örnekte insani mağduriyetlere ve yardım faaliyetlerine yoğunlaşan sivil toplum örgütlerinin eylemleridir. Konumuzu oluşturan İHH vakfı da bu alanda çalışmalar yapan bir sivil toplum örgütüdür. İnsani yardım faaliyetlerinin yanı sıra insan hakları ve ihlallerine dikkat çekmek adına gerçekleştirdikleri eylemler küresel sivil toplum örgütlerinin sivil siyaset stratejilerine önemli bir örneklik oluşturur. Özellikle son zamanlarda Filistin‟in Gazze bölgesine, İsrail‟in uyguladığı ambargoya dikkat çekmek adına dünyanın farklı bölgelerinden sivil toplum örgütlerinin de katıldığı iki insani yardım organizasyonu düzenlendi. Bu organizasyonlarda birçok sivil toplum örgütünün katılımı olmasına rağmen İHH vakfının katılımı daha yoğun oldu ve bu durum İHH‟nın küresel medyada çok yoğun bir şekilde tartışılmasına sebep oldu. Bu organizasyonların ilki “Filistin‟e Yol Açık” sloganıyla İngiltere‟den başlayan uzun bir güzergâh izlenerek ve her güzergâhta ilgili bölgeden sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla artan bir insani yardım konvoyunun oluşturulmasıydı. Türkiye ayağında da İHH vakfının kalabalık bir şekilde katılım sağladığı bu konvoy, araçlara yüklenen insani yardım malzemelerinin Gazze‟ye ulaştırılması amacını taşıyordu. Bu ilk aşamada biri İsrail tarafında diğeri de Mısır tarafında olan ve süresiz kapatılan Gazze‟nin dünyaya açılan sınır kapılarından Mısır kapısının fiili bir durum yaratılarak açılması sağlanmaya çalışılacak ve Gazze‟ye uygulanan ambargo delinmiş olacaktı. Bu doğrultuda konvoy Mısır‟a vardı ve sınır kapısında Mısır askerleri ve insani yardım konvoyu üyeleri arasında birçok tartışma ve zaman zaman kavgalara varan sürtüşmeler yaşandı. Mısır hükümeti kapıyı açmayacağını net bir şekilde bildirmesine rağmen konvoy amacında diretti ve çeşitli oyalamalar ve pazarlıklar sonucunda konvoyun Gazze‟ye girişine izin verildi. Fakat bu noktada da Mısır hükümeti Gazze‟ye girecek araç ve kişi sayısını sınırlandırmayı denedi ve

ancak bu şartla sınırın geçilebileceğini söyledi. Bunun üzerine konvoy toplu olarak tekrar sivil direnişe geçti ve sonunda tüm konvoyun sınırı geçmesine 24 saat süre ile izin verildi.

İkinci organizasyon da yine Gazze‟ye insani yardım götürme amacıyla organize edildi fakat bu sefer denize kıyısı da olan Gazze‟ye gemilerle gidilmeye çalışılacaktı. Gazze‟nin deniz sahası Birleşmiş Milletlerin böyle bir kararı olmamasına ve aksine Gazze‟ye uygulanan ambargonun uluslararası hukuka aykırı

Benzer Belgeler