• Sonuç bulunamadı

Dünyada ve Türkiye’de Kadının Haklar Süreci

II. BÖLÜM

3. Dünyada ve Türkiye’de Kadının Haklar Süreci

Birleşmiş Milletler, cinsiyet eşitliğini gözeten politikaları özetle şöyle ifade etmektedir: “…kadınların ve erkeklerin sorunlarının ve deneyimlerinin, ekonomik, politik ve sosyal tüm alanlarda politika ve programların tasarlanması, uygulanması ve izlenmesinin bütüncül bir boyutu hale getirilmesini, böylece kadınların ve erkeklerin eşit fayda sağlamasını ve eşitsizliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir stratejidir.” Bu tanım bile kadın-erkek eşitsizliğin yaşamın tüm alanlarında ortadan kaldırılmasının hayati önemde olduğunun bir itirafı gibidir.

20. yüzyılın ilk yarısında dahi birçok uluslar arası bildirge ve belge, cinsiyetçi bakış açısını korumaya devam etti ve kadınların özgün haklarını genel bir insan hakları çerçevesinde ele alındı. Böylece kadın cinsinin yaşadığı özgün sorunların dile getirilmesi, tanınması, çözümler bulunması süreci ciddi biçimde geriledi. Ancak özellikle 1970’lerdeki feminist akımın toplumsal bir harekete dönüşmesiyle birlikte, kadınların özgün sorunlarıyla ilgili bilinç ve duyarlılık artmış ve bunun sonucunda da Birleşmiş Milletler, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) ‘ni kabul etmiştir. Böylelikle de uluslar arası hukukta var olan insan hakları belgelerinin, kadınların özgün sorunlarının olmasına rağmen bunları ele almadığı da kabul edilmiş oldu. Bu tarihten sonra da kadının insan hakları kavramı, uluslar arası alanda daha fazla ele alınmaya başlandı.

Ancak maalesef bütün ulusalüstü belgeler arasında CEDAW, kendisine en fazla çekince konulan belgedir. Maalesef Türkiye de çekince koyan ülkeler arasında bulunmaktadır. Yine 1993 yılındaki Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı, kadınların insan haklarının tanınması yönündeki diğer bir ileri adımdır. Yine aynı tarihte, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Kadınlara Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesini kabul etmiştir. Viyana Konferansından sonraki 1995 tarihli 4. BM Kadın Konferansı (Pekin’de gerçekleşmiştir) ise, kadın haklarını insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu ve özgünlüğünü kabul etmiştir. Böylelikle kadının insan haklarını, uluslararası hukukun ve idari mekanizmanın ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir.

Türkiye açısından da Cumhuriyetin kuruluşu, hem Halifeliği kaldırdı ve hem de hayatın her alanının laikleştirilmesi sürecini başlattı. 1926’da Medeni Kanunun kabul edilmesiyle birlikte ailenin laikleştiğini erkeğin çok eşliliğinin kaldırıldığını görüyoruz. Yine bu Kanunla birlikte resmi nikah zorunlu hale getirildi ve her iki ebeveyne de velayet hakkı tanınarak, mirasta eşitlik sağlanarak kadının toplumsal statüsünde ciddi değişikliklere gidildi.

Ancak Cumhuriyet sürecinde kabul edilen yasaların cinsiyetçi kalıpları tekrarladığını vurgulamak gerekir. Bu da Cumhuriyet olsa da ataerkillikten, erkek egemenliğinden vazgeçilmediğini göstermeye yarar. Yine Cumhuriyet sonrası tek partili rejim süresince devlet, otoriter özünü ağırlaştırmış ve “kadın”ı kendi amaçları için sınırlarken, özerk bir kadın hareketinin oluşumunu engellemiştir. Cumhuriyetin resmi ideolojisi, kadınların kamusal alana çıkmalarından, meslek sahibi olarak ev dışında çalışmalarından yanaydı. Ama dönemin kadın konusundaki algılamasına biraz daha yakından bakıldığında, gelenekselci kalıp ile modernleşmeci kalıp arasında, toplumsal cinsiyet rolleri açısından temel bir farklılık olmadığı görülür. Kemalist erkeklerin hayalindeki “yeni kadın”, “ailevi, içtimai, milli vazifelerini benimseyen ve başkaları için yaşayan” bir kadındı. Kadının en belirgin meziyeti, fedakarlığı ve feragatiydi. Erkeklerin bu konudaki açık sözlülükleri, sorgulanmayan bir egemenlik ve iktidar konumuna özgü cüreti yansıtmaktadır. “Bize göre kadın ne kadar diğer mevcutlar için fedakar olur, ne dereceye kadar bir erkeğin hayatta başarısını temin eyleyecek ihtiras ve kuvveti verebilir ve çocuğu için bir muhabbet ocağı haline gelebilirse, o kadar mesut, cemiyetin kuvvet ve ahengi de o nisbette ziyade olur”.255

Türkiye’de ilk dönemde daha çok kadınların eğitim hakkı ile ilgili olarak yapılan düzenlemeler, Avrupa'da yaklaşık aynı yıllarda gerçekleştirilen reformları çok kısa bir zaman aralığıyla izlemiştir. Örneğin (meslek ve elişi okulları dışında) kızlar için ilk devlet liseleri Prusya'da 1872'de, Fransa'da 1880'de açılmışken Osmanlı Devletinin ilk kız idadisi (lisesi) de 1880'de açılmıştır. Viyana üniversitesi ilk kız öğrencisini 1897'de,

255 Köksal, Duygu, 1930’lar 40’larda Kadın, Cinsiyet ve Ulus, Toplumsal Tarih, Mart 1998, sayı 51, s. 39 ve ayrıca

Köksal, Duygu, ‘İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, İnkılap ve Terbiye: Ulusun Çocukluğu’, Toplumsal tarih, Mart 1997, sayı 40. Bu konuda ayrıca Prof. Berktay, Fatmaül, “Yeni Kimlik Arayışı , Eski Cinsel Düalizm: Peyami Safa’nın Romanlarında Toplumsal Cinsiyet”, Bilanço 1923-1998: TC’nin 75 Yılına Toplu Bakış, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, Cilt 2.

Sorbonne 1899'da, Alman üniversiteleri 1895 ile 1905 arasında kabul etmiş iken, İstanbul Darülfünun'unda karma öğretim 1914-1921 yılları arasında gerçekleşmiştir.

Kadınların özel hukuktaki konumuna ilişkin reformlar Türkiye'de II. Meşrutiyet döneminde gündeme gelmiş, çok eşlilik ilk kez 1917'de çıkarılan bir yasayla Avrupa normları doğrultusunda düzenlenmiştir. Özel hukukta kadın-erkek eşitliği (bazı istisnalarla) 1926 tarihli Medeni Kanun'la gerçekleşmiştir. Kadınların siyasi ve mesleki yaşamda hak iddia etmelerinin örneklerine 1908-1914 yıllarından itibaren rastlanırsa da, bu alanda önemli gelişmeler ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşme fırsatını bulmuştur.

Kadınlara oy hakkı veren ilk ülke olan Finlandiya'dan (1906) sonra, 1917'de Rusya, 1918'de İngiltere ve Kanada, 1919'da Almanya ve Avusturya, 1920'de ABD ve Macaristan, kadınlara oy hakkı tanımıştır. Türkiye'de ise kadınlar, gerçek siyasi seçimlerin henüz yapılmadığı bir dönemde, 1930 ve 1935'te bu hakka kavuşmuştur.