• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4: YUNANLILIĞIN BATI KÜLTÜR KURUMLARI ÜZERİNE

4.3. Düşünce Hayatında

Teorik sosyolojide ve felsefede, sosyolojik olan ile felsefi olan birbirinden ayrılamayacak kadar karşılıklı geçişlere sahiptir. Bu nedenle Yunan Uygarlığının günümüz uygarlığına yapmış olduğu etki, felsefenin nesnelleşmesi olan sosyolojide daha fazla izini kaybettirir.

Michael Foucault’nun soy kütük çalışması, benzer bir şekilde toplumsal yapıların temelini tespit etmede kullanılan bir yöntem olmasının yanında toplumsal yapıların iç dinamiklerinin de deşifre edilmesinde kullanılan bir yöntemdir. Nitekim biz de, Foucault’un daha önce Batı kültürünü deşifre etmede kullandığı, arkeolojik/soy kütük metodunu bir anlamda Yunanlılığa uygulamaya çalıştık.

Artık yağmur, Zeus nedeni ile değil de bulutlar nedeni iledir. Her şey böylece hareket etmektedir; gelişmektedir. Mitoloji, yerini akla bırakarak; doğa olayları nesnel veya nedensel olarak açıklanmaya başlanmıştır. Bu, gelecekte felsefenin insanlık tarihine ne kadar büyük bir evlat vereceğinin ifadesidir (Burns, 1919:159).

Nasıl ki din olabildiğince mysterylerden etkilenmiş ise felsefede ondan etkilenmiş; ve hatta, var oluşunu mysterylere borçludur. Homeros’un sahibi olduğuna inanılan,

Odyssey ile modern dünya miti arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Odyssey, değişimin şekli; mekanizmin ilkesidir. Bu durum benzer bir şekilde kendisini bize:

Robinson Crusoe’da -Marks’ın ifadesi ile- liberal kapitalizmin miti ve kökeni şeklinde göstermektedir. Bu modern mitten, bütün toplum ve ekonomi yükselir ve bu beyaz bloğun becerisi ile emeğine bir çok şey borçludur (Adorno ve Horkheimer,1979:61). Hegel’de, açıkça karşımıza çıkan efendi-köle diyalektiğinin modern dünyada mitolojik kökleri Homer’in Odyssey’inde saklıdır. Modern dünyanın temel kavramlarından olan, özel mülkiyeti, örgütlü işçiyi, burjuva, proleter ilişkisini ve hatta hristiyanlığı, Odyssey mitolojisinden hareketle yorumlayabiliriz (Yonarsoy, 1992)

Diğer bir Yunan mitolojisi kahramanı tanrıça Pandora, Yunan mitolojisinde, tanrılar tarafından kendisine emanet edilmiş; içi yeryüzünde bulunabilecek bütün kötülüklerin doldurulduğu ve bunun yanına bir de dünyanın kötülüklerine direnme gücü sağlayan

simgelemektedir. Kutu açılır ve yeryüzüne kötülüler saçılır. Pandoranın kutusunda geriye kalan sadece umuttur. Bu mitolojik hikaye ile, işte ilerleme ve gelişme düşüncesi Pandoranın umudu; Altı çağa dönüş şeklinde, modern insanın bunalımını ifade eder. Kapitalizmin bir veçhesi ile insanlara umut dağıtıyor olmasına karşın diğer taraftan yeryüzünü büyük bir yıkıma sürüklemesi pandoramik bir durum olmaktadır. Yunan mitolojisine hakim olan anlayış tanrıların yeryüzündeki insanların iyiliğini düşünmüyor olmasıdır. İnsanın varoluşu tanrıya rağmendir. 20.yüzyıl insanının içinde bulunmuş olduğu bu bunalım içerisinde yaşamış olduğu çağın post-mitik özelliği nedeni iledir. Ki çağın bu post-mitik yapısı yaşamın her yerine öyle sızmıştır ki bunu ancak sembolik bir okuma ile anlamlı hale getirebiliriz. Goethe’nin Faust’u da, modern insanın Aydınlanma ile karşı karşıya kaldığı o şaşkınlığı ve modern bilincin doğuşunu ifade eder. Bu bağlamda modern mit anlayışının en klasik başyapıtı olarak bu eseri kabul edebiliriz17

Yunan felsefesi, büyük bir mitoloji kültünden hemen sonra ve dizgisel felsefeden hemen önce, insanı merkeze koymasının yanında; insan olarak, Yunan nedir? 18 Sorusunu cevaplamaya çalışmıştır. Mesele, felsefenin yani düşünsel etkinliğin nerede çıkıp çıkmadığı değil; bu düşünsel etkinliğin merkezine konan şeyin ne olduğu sorunu olduğu gibi merkeze kimin konduğudur da.

Elbette merkeze insanı koyar ve diğer gerçekleri bunun dışına iterseniz; felsefe saf anlamda, Yunan değerlerinin Tarih dışı çağı olan Altın çağın tekrar yeni baştan kurgulanmasından başka bir şey olmayacaktır. Bu bahisten olarak, Doğu dünyası için ne insan sorunu, ne çevre sorunu, ne de varlık sorunu vardı. Sorunun olmadığı yerde tabii ki felsefede olamazdı. Tabii ki bu anlamda doğu dünyasının bu sorulara duyarsız kandığından bahsetmiyoruz ancak Batı için soru olan bu alanların doğu için soru olmaktan çok uzak olduğun ifade ediyoruz. Fakat batının felsefe tarihini yazarken tamamen batı dışı dünyadaki düşünsel etkinlikleri felsefe olarak tanımlamama gibi etnosentrik yanılgının düştüğü hataya düşmekten sakınmalıyız ( Scharfstein, 2006). Tüm bu sorunların yaşandığı dünyanın dinamik merkezi Yunandı; Doğu karşısında Batı, olmanın ön bilincini oluşturdu; Felsefe, kendini tarihte en iyi Yunanda yaşadı. Karşıt bir bilinç olarak Doğunun zenginliklerinin mantıksal kategorilerinin bir ifadesi olarak;

17

M.Bermann Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor adlı eserinde Faus’un bizce nasıl okunması ve anlaşılması gerektiğine dair bilgi vermektedir.

Doğunun tarihsiz veya talihsiz bir ifadesi olmaya çalıştı. Platon’un Devleti büyük oranda Herodote’un Mısır gözlemlerinin idealize edilmesiydi. Diğer taraftan Chuang

Tzu's’nın argümanları Platonun üç-insan argümanına, gerçek ve hayalin birbirinden ayırt edilemezliği ve bir tartışmaın objektif galibi olamayacağı görüşü ile benzerlikler arz etmektedir ( Scharfstein, 2006). Bizler daha sonra ki zamanlarda Batıda benzer bir şekilde Doğu tarzı ideal Devlet tiplemeleriyle karşılaşmaktayız. Bu tiplemelerin toplumsal bilinci, Doğunun zenginliklerinin Yunan bilincinde bırakmış olduğu derin izlerde görülür ( Yonarsoy, 1992).

M.Ö. 580 yılları itibarı ile Thales ve Anaximenes yetişti ve ileride Batı uygarlığının temel ölçütlerinden biri olacak felsefe ve bilimin doğuşunun kapısını araladı. Bu nedenle kendileri içi Doğa filozofları tabiri kullanılır. M.Ö. 530 yılında ise matematikçi

Pythagoras, Croton’da dini kardeşlik örgütünü kurdu. M.Ö. 399’da Sokrates, baldıran zehiri içerek ölüme mahkum edildi. M.Ö. 386’da Platon Akademide ders vermeye başladı. M.Ö.335’te ise Aristoteles Lyceum’u kurdu (Kyriazis, 2005). Yunan uygarlığının kurucularından olan Euclides, Çiçeron, Pisagor ve Eflatun gibi felsefe okulu ve din kurucuları hep Mısır'ın o ünlü mabedinde, "Osiris Mabedinde" inisiye edildiler. Günümüz uygarlığı üzerinde özellikle son ikisi son derece etkili olmuştur Yunan altın çağının bu filozofları ileride, Rönesans ve Reform için Batıya kaynaklık teşkil edeceklerdir.

Yunan düşüncesinin en önemli örneklerini bize veren Platon’un eserlerinde tamamen Yunan mitolojisinin tanrıları ve geleneği yer alır. Örneğin Timaeus’ta Atina/Attic kült konu edilir ve Yunan kozmoloji anlayışı felsefi bir tonda anlatılır. Eser, Yunanın toplumsal temellerini, mitolojiler vasıtası ile açığa çıkarılan ontolojik olguları içerir. Atina Akademisi her ne kadar Rönesans insanı için ve seküler üniversite için ilham kaynağı olsa da Atina devlet dinine entegre olmuş dinsel bir okuldur. Bu boyutu ile din ve mitoloji iç içe girmiştir. Bu bağlamda modern dünyanın kurumlarının mythik olması kaçınılmazdır. Timaeus ile asıl itibarı ile Yunan’da hiçbir şey değişmeyecektir, yalnızca

Spiritual mythten, Rasyonal mythte geçiş söz konusudur ( Blackhirst, 2004).

Burada hemen akla gelen en önemli soru şu olsa gerek: acaba mitoloji mi Yunanı doğurdu? Yoksa Yunan mı mitolojiyi sorusudur, ki bu sosyolojinin yapısalcı toplum kuramının muhatap olduğu soruya benzer.

Batı felsefesine insanı sokan ve insanı her şeyin ölçütü yapan Protogoras’ın sofist felsefesi, XX. yüzyıl Ekzistansiyalist felsefesi için toplumsal bir ortam meydana getirmiş; Kierkegaard’cı bunalıma imkan veren Rönesans ve reform insanı yaratabilmiş; kendine, topluma yabancılaşan yeni uygarlığın a priorisi olmuştur.

Socrates, Aristophanes’in Clouds ve Euripides’in Frogs adlı eserinde, fizikçi ve matematikçi bir bilim adamı olarak tasvir edilir. Modern anlamda felsefenin kurucusu olduğu, bir çok çağdaş akademisyen tarafından ifade edilmektedir. Sokrates’in Atina polisi ile çok iyi ilişkiler kuramamasına rağmen, Atina yaşam tarzından vazgeçememiştir. Atina’nın, görece diğer site devletlerine oranla daha modern niteliklere sahip olması; belki de Sokrates’in dikkatini çeken ve kendisini ondan koparamadığı; önemli bir faktör olmasının yanında; bu durum çağdaş akademisyenlerin Sokrates’i modern felsefenin temeli olarak kabul etmesindeki temel saiktir de. Sokrates’in felsefesinin dinsel olmadığı konusu şüphelidir; ve hatta Sokrates’in ait olmuş olduğu grubun dinsel bir grup olduğu fikri kabul görmektedir. Sokrates’in ortaya koyduğu felsefenin toplumsal arka planında Yunan mitolojisi ve dini yatmaktadır. Bu da bütün bir Batı uygarlığını üzerine inşa olmuş olduğu mitik dini geleneği ifade eder. Sokrates ölümü ile birlikte sahip olmuş olduğu din anlayışı kendi izini mitik dünyada kaybettirdi. Socrates, Atina toplumuna yeni tanrılar ve inançlar getirerek en vahim kötülüğü yapmıştır. Toplumsal değerleri ve onun kurumlarını tartışma konusu yaptı. O güne dek sürmekte olan Yunan geleneğine, en büyük darbeyi indirdi. Her ne kadar etiği Batı alemine kazandırmış olsa da; bu boyutu ile Dizgisel felsefenin bu kısmı ona ait olmasa da, Olympus Dağı tanrılarını yerle bir etmiştir.

Yunan mitoloji geleneğinin en büyük temsilcilerinden olan Apolliyan ve Diyonizyan karşıtlığı estetiğin en temel kavramı olduğu gibi sosyoloji anlayışının en temel iki kavramı olan düzen ve ilerleme anlayışının iki büyük mitik köküdür. Bu da en iyi şekilde kendisini sosyoloji bilimini XIX. yüzyılda kuracak olan Auguste Comte’un pozitivist felsefesinde bulacaktır. İlginç bir şekilde bu iki kavram Nietzche’nin

felsefesinde de çok büyük olumlu anlamlara gelirken; yine bu iki kavram, Rönesans insanın yaşadığı bunalımın kaynağı olması nedeni ile paradoksal bir yapıya sahiptir. Yüzyılın toplumsal ruhbilimcisi Nietzche için bu durum hem bir hayat kaynağı, hem de yaşamın kendisine kasteden, umutsuz bir kaderin ifadesidir. Bu iki kavram modern yaşamın bunalımlarının toplumsal Oidpus kompleksidir.

Dionysos, her ne kadar bize modern bir dünya inşa edebilme bilgisini verse de; kendisi ile birlikte insanlığın yıkıma sürüklemiş ve başına modern dünyanın bunalımlarını açabilmeyi becerebilmiştir. Toplumbilim dilinin, son on yılda büyük bir coşkunlukla ifade ettiği ve fakat çaresizlikle kutsadığı kültür bunalımı, kitle kültürü kavramları bunun en canlı örneğidir. Bu durumun psikolojideki karşılığı ise çağdaş psikolojinin, ruh sağlığı yerinde insan tanımının; nasıl modern insanın bunalımlarını örtmede kullanılıyor olmasında saklıdır.

Batı alemi, Descartes ile başlayan bilim alandaki büyük dönüşümü; daha çok Apollocu evren anlayışının Batıda yerini Dionysiak, ‘eros-haz’ evren anlayışına bırakmasıdır. Socrates öncesi felsefenin, pür anlamda Batı modern felsefesini ifade etmesine karşın Socrates sonrası felsefenin en somut örneği olan Dizgisel felsefenin olgun Yunan örneği, Aristocu evren anlayışı; Modern bilim ve evren anlayışı ile büyük çelişiler içermektedir.

Genel olarak ortaçağ düşüncesi kendine kaynak olarak M.Ö.600-400 arası Antik çağın filozoflarını, Platon Aristo ve Plotinus gibi, kendi dinsel felsefesi için kaynak olarak kullandı. Asıl itibari ile kendileri pagan olan bu filozoflar kilise babaları tarafından Hristiyanlık felsefesini formüle ederken üstün otorite olarak kabul edilmişti. Bu babalardan Hippo’lu St. Augustine Hristiyanlığa Platon vesilesi ile geçmişken; ve diğeri, Hristiyan ortaçağ felsefesinin ilk kilise babası olup Roma düşünürlerinin sonuncusu olan Boethius, Plotinus vasıtası ile Aristo okudu- öğrendi; Atina okulu ve İskenderiye okulu etkisinde kaldı; Roma dünyasında klasik kültürün düşüşe geçmesi nedeni ile efsanevi Yunan düşüncesinin sonsuza dek kaybolacağı korkusu içinde oldu. Fakat Rönesans ve reform ile birlikte Antik düşünce başka bir boyutu ile tekrar Batı dünyasının kendisini tanımlamada kullanılmış ana kaynaktır ( Luscombe, 1997).

Aristocu evren anlayışı, her ne kadar Batı felsefesi için ortaçağ boyunca, çok büyük anlamlara gelse de; modern paradigma açısından Batı dışındaki bir evren anlayışını imliyordu. Bu nedenledir ki, sadece Batının, Doğu ile birlikte anılabileceği Ortaçağda kendisini etkin kılabilmeyi becerebilmiştir.

Batı Aydınlanma bilimi-felsefesi, tam olarak Aristocu evren anlayışının eleştirisine dayanmakla birlikte; aslen kendine sokrat öncesi Yunan değerlerini almada azimkardır. Aydınlanma filozofu olarak ifade edilebilecek Bacon’da, Telesio ve Campanella yolu ile Yunan felsefesinden etkilendi. Batı’yı ilerki yıllarda derinden etkileyecek ve adeta temellerini sağlamlaştıracak olan bilimcilik anlayışı, bu yüzyılda yani Rönesans yüzyılında gün yüzüne çıkıverdi ( Cooper, 1917:220).

Bizler her ne kadar Modern felsefede, Antik Yunan değerlerine bir yöneliş göremesekte; bu değerden kaynaklanan bir yükseliş ile karşı karşıyayız. Hume ile birlikte Yunan tözcü felsefe, Batının gerçek felsefesi olmaktan çıkıp metafizik alana itilmiş olup, bilimci anlayış her alana sirayet etmiştir. Hatta adı felsefe olan alan dahi bu parçalanmadan nasibini almıştır.

Galilée, Kepler, Copernic sayesinde Batı kendisini tamamen Doğu ile karışmış olan, o Yunan kültüründen kurtarabilmiştir. Bunu da yine bir Doğu aidiyetli Dionysos kültü ile gerçekleştirmiştir. Bu nedenle Batı kimlik bunalımını içinde derinden şizofren bir tarzda yaşayan Nietzche; durumu batının gerçekte yine kendi kökü olan Antik Yunanın Socrates Öncesi toplumsal düşününe dönmeyi teklif ederek çözüme kavuşturmayı dener.

Batı sosyolojisinin en teorik kısmını ifade eden ve Alman geleneğinin tüm ideacı-tözcü yanlarını üzerinde barındıran Frankfurt Okulu düşünürleri de, modern dünya ile Antik dünya arasında sembolizmi aşan bir tarzda benzerlikler bulurlar. Aydınlanma bir mittir ve aydınlanma mitolojiye geri dönüştür. Homer’in Odyssey’i batı burjuva uygarlığının erken dönem tipik ispatıdır. İkinci olarak Marquis de Sade’nin de içinde yer aldığı bazı filozofların ispatı ile Aydınlanma düşüncesi burjuvazi eğilimi yönünde körü körüne objektiflik ve doğallık seklini aldı (Adorno ve Horkheimer, 1979:XVI). Benzer bir şekilde Alman geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan Weber’in Protestan ahlakı

ve Kapitaliz Ruhu adlı eserinde de dinin (mitolojik Hristiyanlık- Mithraik Hristiyanlık), modern yaşamın toplumsal şuuru olduğunu görebilmekteyiz. Kitabın isminden dahi anlaşılacak şekilde, ideadan - metaya bir geçişten bahsedilir ki bu Yunanda var olan düşünceye aykırılık teşkil etmemektedir.

Modern dünyanın doğuşunu hazırlayan iktisadi gelişmelerin XVI. yüzyılda İtalyan site devletlerinde kendini göstermesi ile Hristiyanlık ile İtalya arasındaki ilişki ve İtalya ile pagan kültür arasında ki ilişki hiçte göz ardı edilemez. Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizm arasında kurmuş olduğu ilişki Mitoloji ile sosyal gerçeklik arasındaki ilişliyi açıklamaya yetmektedir.

Aydınlanma projesi, Mystery, güç ve efsanelerine güvenin sarsılması ile başladı. Bilişsel teknikler, tasarlanmış anlayış şeklini alarak, özgür düşünce çabası halini alır. Özellikle doğa üzerine hakim olma şekline gelmiştir. Mitik olandan, günümüz modern dünyasına kalan; pozitivizme olan irrasyonel inanç ve bilimdir (Adorno ve Horkheimer, 1979). Bu nedenle Aydınlanma Batı için yeni bir dünya değil Yunan’a dönerek aydınlanma şeklini almıştır. Fakat bu katışıksız Yunan olan metinler vasıtası ile sağlanmaya çalışılmıştır.

Dinsel festivaller vasıtası ile kişisel güç ve kuvvetin en eski biçimleri sergilenmektedir. Bireyler, kendilerine göz kulak oldukları gibi örneğin genel görünüm ve dışardan yansıyan şeklinde kendi egolarını da geliştirirler. Bu durum öyle genişler ve başka alanlarla bağlantılı bir hal alır, ki ekonomik kendine yeterlilik ve mülkiyet üreticiliği halini gelir (Adorno ve Horkheimer, 1979: 87). Çağdaş bireyciliğin, -J.S.Mill ve J.Bentham gibi- fikri alt yapısı ve kapitalizmin kültürel mantığı çok naif de olsa Mitoloji-dinde yatmaktadır.

Festivaller, bireyin toplumsal inşasının sağlandığı in iyi toplumsallaşma mekanları olarak tanımlanabilmektedir. Böylelikle, yabancılaşma ve toplumdan kaçış bir sığınak olmakta ve böylece benin muhafazası sağlanabilmektedir (Adorno ve Horkheimer, 1979:105).

Sonuç olarak Aydınlanma, Mitik, estetik, din, Ahlak, ekonomi ve toplum arasında geçişler meydana geldi. Daha fazla kazanma dürtüsü dinselin estetice edilişi şeklinde ve pazarda Dioysiak satın alma vecid hali ile karakterize edildi.

Aydınlanma ve onun değerlerine karşı sanatın yüceltilmesi, Yunan estetiğinin canlanması şeklinde belirdi.. Nietzche’nin felsefesinde dünya, sanat yapıtı olarak anlaşılmaktadır; bu yüzden iç yaratım ve içsel taşkınlık, insan yaşamının bir ifadesi olup toplumsalın dışına çıkmak ve onu insan üstü bir tarzda kavramak gerekir aynen Yunan mitolojisindeki insan atası olan Tiranlar gibi.

XX. yüzyıl felsefesi teolojisi ve psikolojisi Nietzsche’siz anlamlı değildir. Alman filozoflar Scheler, Jaspers ve Heidegger, Fransız fiolozoflar Camus, Derrida and

Foucault Nietzsche’ye çok şeyler burçludur. Nietzsche’nin ilk kitabı The Birth of Tragedy from the Spirit of Music (1872) ile Yunan Trajedisinin Apollonian and Dionysian elementlerden doğduğunu ifade eder ve Socratic rasyonalism ve optimizmin de, Yunan trajedisinin ölümününe neden olduğundan bahseder ( Marxists, 2006).

Yunan kültürü, Orfik geleneğin etkisi ile felsefede dizgisel döneme girmiş; kendisinin idea ile sınırlandırarak; adeta Apollo’nun Dionysos’a olan üstünlüğünü ifade eder iken; bu durum Nietzche tarafından, büyük çöküşün başlangıcı olarak yorumlanmıştır.

Dionysiak anlayış dizgisel Apollocu anlayış tarafından köreltildi ( Nietzche, 1996).

Nietzche, Batı aleminin külütrel kaynaklarının bütün bir Yunan uygarlığının dikkate alarak tanımlamaz. O, Sokrates sonrası bütün bür Yunan birikimini görmezlikten gelmek ister. Gerçek felsefe, gerçek düşünün, estetiğin; Soktates öncesi döneme ait olduğunu tanımlamaya çalışırken Batı değerlerini dahi Yunan’ın bir dönemi ile sınırlandırır.

Nietzche her ne kadar Sokrates ve ondan sonra gelenlerin felsefelere, çürümüşlük gözüyle bakmayı Dionysiak içgörünün bir başarısı olarak görse de, ve köhneleşmişliğin kaynağını da Dionysiak yetkesizlik olarak tanımlasa bile; tüm bu olan bitenlerden asıl itibarı ile Dionysos kültürü sorumludur. Şöyle ki, Socrates ile başlayan dizgisel felsefenin her şeyi tekleştirmesi ve tözsel bir anlama bürüme çabası Platon’da doruğa ulaşacak Aristo’da damıtılacaktır. Öyle ki Hristiyanlığın, Romanın resmi dini haline

gelmesi ile logos kutsal bir şekilde ete kemiğe-kimliğe bürünüp, yer yüzü krallığına sahip olacak; skolastik tecrübe ile olgunlaşıp Yeni çağ alanı ile olgunluğa erişecektir. Her şeyi tek biçimleştirici bir noktaya varmış ve kendi olmayana imkan vermeyerek tüm toplumsal alana sirayet etmiştir. Bu anlayış asıl itibarı ile Nietzsche’nin Batı kültüründe yok diye eleştirdiği ve umut beslediği Dionysiak kültürün kendisinden başka bir şeyin ürünü değildi. Her şey Nietzsche’nin, kendinde var gördüğü şeyin yani o ruhun aslında karşısında durandan başka bir şey olmadığıdır. Dionysiak kült, toplumsal için bir imkan olmasının yanında; asıl itibari ile tüm bu olumsuzlukların asıl kaynağıdır da.

Nietzche’nin Apollo ve Dionysos arasındaki çatışmaları ve gerilimleri ortaya koyma tarzı, ileride Freud’un cinsellik ve medeniyet arasındaki görüşlerini öncelliyecek, kendisini psikanalitik yaklaşımım referans noktasına yerleştirecektir. Nietzche’nin bir diğer etkisi ise; Batı entelektüel çevresinin en etkile okullarından olan Frankfurt okuluna yapmış olduğu etkidir ki bu, bilgi, iktidar ve toplun üzerine görüşlerde saklıdır. Frankfurt okulunun modernlik eleştirisi Alman filozof Nietzche’nin Apollo–Dionysos gerilimine dayanacaktır ( Stauth ve Turner, 1991:7-8). Nietzche’nin etkisi altında kalan bir diğer çağdaş düşünür ise Weber’dir. Weber, Nietzche’nin etkisi ile kapitalis dünyanın toplumsal ruhunu tanımlayacak değerleri Apollo–Dionysos zıtlığından alır. Apollo, aklın ve biçimin tanrısı iken; Dionysos, duyguların ve cinselliğin tanrısıdır. Protestan etik ise Apollo’nun, duygusal yaşam üzerindeki biçimlendirmesini ifade etmesi anlamında, ekonomik yaşamın kaynağı olup, Hristiyanlık değerlerine ait olmaktan çok Yunan Mitolojisine ait biçimlendirmelerdir ( Turner, 1999:8).

Nietzsche’nin aydınlanmayla kurduğu ilişki Homeros’la ilişkili iken ve kendisinin tamamlayıcılarından biri saydığı Aydınlanma da hem hükümran aklın evrensel devinimini hem de yaşam düşmanı nihilist gücü görür ( Adorno and Horkheimer, 1979).

Batının yaşamış olduğu toplumsal buhran, toplumbilimin -toplumu mitik bir hale sokması nedeni ile- kendi bunalımı haline gelmiş; toplumun kendi çürüyen toplumsal dürtüleri, toplumsal norm haline gelmeye başlamıştır (Nietzche, 1991:73). Nietzche’den Heidegger’e ve oradan da Gadamer’e, Alman felsefe geleneğinin temelinde Yunan kültürü yatmaktadır.

Batı Felsefesi XIX. yüzyılın ilk çeyreğinin en meşhur kriz Filozoflarında olan Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı eserinde: Batı Modernitesinin, matematik, fizik, biyoloji ve hatta teolojide bir kriz anında olduğunu ifade eder; her ne kadar bu dönemler

Benzer Belgeler