• Sonuç bulunamadı

döviz krizi dolayımından borç krizidir. Zira ucuz

döviz döneminde dolar borçları 453 milyara varmış Türkiye’de, dolar fiyatındaki her 1 kuruşluk artış, mevcut borçlarda da 4,53 milyar TL’lik artış anlamına geliyor.

[9] Menkul kıymetler: Alacaklı hakları sağlayıp dönemsel gelir getiren, yatırım aracı olarak kulla-nılan, nakde dönüştürülebilir değerli kağıtlar.

[10] Nakit ve benzeri ödeme araçları.

büyük. Dolar cinsi kredi bulma im-kanları olağanüstü sınırlandığından ve TCMB’nin döviz rezervleri de bu kısa vadeli borç yükümlülüklerini karşılayabilecek düzeyde olmadığın-dan, ciddi bir borç krizi belirmiş du-rumda. Üretimleri de tıkanan döviz borçlusu şirketler, kısa vadeli borçla-rını ödeyememenin eşiğindeler. Kon-kordato11 ilan eden irili ufaklı şirket-lerin sayısı 3 bini buluyor. Ödemeler zinciri koptuğunda, yani alacaklarını tahsil edemeyen bankaların bir kısmı batma riskiyle yüzleştiğinde, mevcut mali krizin tam bir kredi çöküşünde, borsa ve banka krizinde somutlaşan çok daha yıkıcı bir düzeye varması sürpriz olmayacak.

YEP’in ekonomideki baş aşağı gi-dişin önünü almakta başarısız kala-cağının sinyalleri ise daha bugünden yeterince ortaya çıkmış durumda.

YEP’e eklemlenen Enflasyonla Top-yekün Mücadele Programı da, ser-maye için kredilerde yüzde 10’luk bir faiz indirimi ve bekleyen KDV ödemelerinin yapılmasını, halk için-se iki aylığına süpermarketlerde top-lam 50 üründe yüzde 10 indirime gidilmesini içermekle, iktisadi etkisi siyasi reklamdan öteye geçmeyen bir uygulama.

Bu arada ekonomideki kur-faiz-enflasyon döngüsü hiç de durulacak gibi değil. İflasa sürüklenen, borçla-rını ödeyemez hale gelen, konkorda-to ilan eden şirketlere hızla yenileri ekleniyor. Özel sektörün önümüz-deki Mayıs ayına kadar ödemesi gereken borç stoku 70 milyar dolar

tutuyor. Küresel finans sermayesi-nin kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye bankalarının notunu düşü-rüyor. Katar emirinin yapacağı söy-lenen 15 milyar dolarlık yatırımdan veya Çin’in ulaşım ve enerji sek-törlerine sağlayacağı söylenen 3,6 milyar dolarlık krediden de ses seda çıkmıyor. Konut satışları tıkanıyor, inşaatlar yavaşlıyor, iç talepte hızla daralma yaşanıyor. Nüfusun borçlu-luk oranı yüzde 70’i, kesin yoksulborçlu-luk oranı yüzde 30’u buluyor.

Türkiye ekonomisi, burjuva ikti-satçıların stagflasyon12 olarak nite-lendirdikleri bir döneme girmiş bu-lunuyor.

Çin Olma Hayali

Kapitalizmin varoluşsal krize tu-tulduğu, özellikle Batılı emperya-list ekonomilerin 2008’deki büyük bunalımdan sonra durgunluktan bir türlü çıkamadığı, ABD’nin politik ve ekonomik hegemonyasının zayıf-ladığı, aralarında Çin ve Rusya’nın da bulunduğu çok merkezli bir em-peryalist dünya çehresinin belirdiği, bu merkezler arasında yeni “ticaret savaşları”nın patlak verdiği, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası emperyalist kuruluşların işlev kaybı yaşadığı, do-ların uluslararası temel rezerv para olmasının maddi zemininin de aşın-maya yüz tuttuğu koşullarda, gözleri kamaşmış halde bu tabloya bakan Ertem ve saray oligarşisi, kapitalist Türkiye ekonomisinin önünde yeni gelişim ufukları görüyorlar.

[11] Bir şirketin borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğunu ilan etmesi ve alacaklılarla borçla-rın yeniden yapılandırıldığı bir anlaşmaya varması.

[12] Ekonomide durgunluğun ve enflasyonun bir arada gerçekleşmesi.

Başdanışman, bu yeni ufku, ara malı ve yatırım malı ithalatını azal-tan, ihracata dönük yapılanan, tek-noloji yoğun üretimi gelişen bir sanayileşme rotasında ilerlemek, bunun için devletin özel sermayeye yeterli desteği vermesini, piyasa-ların rekabetçi çalışmasını sağla-masını ve yatırım ortamını iyileş-tirmesini başarmak diye açıklıyor.

24 Haziran seçim sonuçlarıyla ve Erdoğan’ın başkanlık tahtına çık-masıyla tariflediği “siyasi devrim”i, böyle bir “ekonomik devrim”le taçlandırmayı düşlüyor. Ertem ay-nı zamanda, Türkiye’nin “büyük sermaye” gruplarını yurtdışındaki varlıklarını sisteme sokmaya mec-bur bırakma ve böylece bankacılık sektörünü rahatlatma, bu “tekelci-oligopol, rekabetten uzak yapılan-malar” üzerinde kullanmak ama-cıyla rekabet yasasını ve ona bağlı kurumları elden geçirme, “serbest piyasanın işleyiş temeline küçük ve

orta boy işletmeleri oturtma” arayı-şını ifade ediyor.

Başdanışmanın hesabı şu: Tarih olan Atlantik ittifakı yerine Rusya ve Çin’le daha fazla ilişki geliştirile-cek, BRICS13 Türkiye’yi ve Meksika gibi bazı Latin Amerika ülkelerini bünyesine alıp iktisadi ve siyasi bir platforma dönüşecek, böylece 4,5 trilyonluk döviz rezervleri birleştiri-lip finansman için IMF’ye alternatif bir kalkınma bankası kurulacak, ön-ce yerel paralarla ticaret yayılacak ve sonra dolar dışında yeni bir uluslara-rası para geliştirilecek, ABD ve Batı merkezli ticaret bu yoldan aşılacak.

En özet ifadeyle Ertem, bugünkü mali-ekonomik kriz koşullarında, Türkiye’yi bir Çin yapmanın hayali-ni kuruyor. Peki, bu hayalin gerçeğe dönüşme ihtimali var mı?

Saray iktidarının dış borçların çev-rimine endeksli bir IMF anlaşması-na yaanlaşması-naşmamasının, genel olarak da Batılı kapitalist merkezlere karşıt bir

[13] Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ülkelerinin İngilizce isimlerinin baş harfle-riyle oluşturulmuş kısaltma.

iktisadi söyleme başvurmasının al-tında yatan asıl neden, onun başlıca toplumsal ve ekonomik dayanağını meydana getiren ve MÜSİAD’da temsil edilen sermaye kesiminin çı-karlarıdır. Ertem’in “serbest piya-sanın işleyiş temeline küçük ve orta boy işletmeleri oturtma” hedefinden bahsederken kastettiği de, hiç kuşku-suz MÜSİAD’dır.

Mesele, saray iktidarının dolay-sızca palazlandırdığı sermaye güç-lerinin artıdeğer pastasından nasıl bir pay alacağı, mali-ekonomik kriz

koşullarında devlet kaynaklarından ne ölçüde faydalanacağı meselesidir.

Örneğin özel sermayeye bir kaynak aktarma mekanizması olan “Kamu Özel İşbirliği”14 projelerinin akıbeti-nin ne olacağı, örneğin iflaslar kar-şısında hangi sermaye gruplarının devlet eliyle kurtarılacağı, örneğin öncelikle hangi bankalara devlet ka-sasından sermaye enjeksiyonu yapı-lacağı söz konusu olduğunda, IMF normları ile hükümet tercihleri

sür-tünme halindedir. Bu sürsür-tünmenin diğer bir anlatımı, Türkiye’nin ge-leneksel tekelci sermaye ağı olarak TÜSİAD ile ihale-kayırma-fonla-ma fideliğinde semiren serihale-kayırma-fonla-maye ağı olarak MÜSİAD arasındaki iktisadi çelişkidir. Ki bu aynı zamanda, ege-men sınıf içi mücadelenin sahasıdır.

Burjuva meclisin ve sayıştay gi-bi temel denetleyici kurumların iş-levsizleştiği ve faşist şefin vereceği hükmün mutlak bağlayıcı olduğu yerde, saray iktidarı, ihalelerde, şirket kurtarmalarında, borç yapı-landırmalarında, vergi ve teşvik dü-zenlemelerinde, yasal mevzuat de-ğişikliklerinde karar hakkını elde tutmak, bu bakımdan IMF çerçeve-sine sıkışıp kalmamak istiyor. Buna göre, mesela en yüksek borçlular arasında bulunan Limak, Cengiz ve Kolin gibi AKP’ci inşaat kapitalist-leri, iflas tehdidiyle karşılaştıkların-da ilk kurtarılacaklar listesindedir.

Yani mesele, saray rejiminin IMF’ci neoliberal çizginin temellerine, em-peryalist küreselleşmenin genel ma-li-iktisadi kriterlerine karşıtlığı değil-dir. Zaten başdanışmanın döne döne, yabancı sermaye akımlarında, döviz kuru rejiminde, piyasa normlarında farklılık göstermediklerini vurgula-ması bundandır. Keza işçi sınıfı ve emekçilerin cebinden ve sofrasından alma konusunda da, saray iktidarı ile IMF arasında, MÜSİAD ile TÜSİAD herhangi bir fark yoktur. Erdoğan’ın

“Biz OHAL’i, grevlerle mücadele edip iş dünyası rahat çalışsın diye kullanıyoruz” demesi de bu bakımdan yeterince açık bir mesajdır.

S aray iktidarının dış