• Sonuç bulunamadı

çalışmanın bedelidir bu

3,7 olurken, yabancı işletmelerde bu oran yüzde 4,5 düzeyinde. Bura-dan da anlaşılıyor ki, asıl teknoloji tekellerin üslendikleri merkezlerde kalırken, Türkiye gibi ülkelerde ise düşük ve orta teknolojiye dayalı üre-tim yapılıyor. İhracatın ithalatı karşı-lama oranı yüzde 70 düzeyinde. Bu demektir ki, ihraç edilen ürünlerin yüzde 70’i ithal edilen ürünlerden oluşuyor. Otomotiv gibi sektörlerde bu oran daha yüksek. Bu bağımlılık ilişkisi nedeniyledir ki, döviz fiyatla-rındaki her yükselme ithal girdi fiyat-larını doğrudan etkiliyor.

Döviz fiyatlarındaki yükselme sa-nayi şirketlerini bir hayli zorlamak-tadır. Türkiye’de sanayi şirketleri borç çevirimi ile varlıklarını sürdü-rüyor. Bu borçların çok büyük bölü-mü ise döviz cinsinden.

2002’de 130 milyar dolar olan brüt dış borç stoku, 2018’in ikici çeyre-ğinde 418 milyar dolara ulaştı. Aynı zaman diliminde özel sektör borçla-rı 43 milyardan 317 milyara fırladı.

Toplam borç stoku üç kattan fazla ar-tarken, özel sektör borçları yedi kat-tan fazla bir artış gösterdi. Özel sek-tör borçlarının yarıya yakını finansal kuruluşların (banka ve diğerleri), yarısından biraz fazlası da finansal olmayan (sanayi, ticaret, hizmet) şirketlerindir. Emperyalist tekellerle ortaklık kurmanın ve dünya pazarına çalışmanın bedelidir bu. Kimi şirket-ler “yerli” olsa da, gerçekte sermaye-leri “yabancı”dır. Borçların yaklaşık üçte biri kısa vadelidir. Bu nedenle, dövizdeki yükselme şirketleri hızla sarsıntıya sokmaktadır.

Yabancı Sermaye Akımları Ve Sömürü

Türkiye kapitalizmi, bir mali-eko-nomik sömürge olarak, yabancı ser-maye akımlarına, dahası emperyalist sömürüye muhtaçtır. Yabancı serma-ye olmadan nefes alamaz. Yabancı sermaye gelmezse sanayi çarkları durur, bankalar iflasa sürüklenir, dö-viz çok daha hızlı yükselir, ihracat dibe vurur, ithalat için gerekli döviz kıtlığı baş gösterir, faizler fırlar…

Yabancı sermaye girişi üç biçim-de gerçekleşiyor: doğrudan sermaye yatırımları (yeni yatırım, birleşme ve satın alma yoluyla şirketlere yapılan yatırımalar), sıcak para (borsa ve devlet kağıtlarına yapılan yatırım), banka kredileri.

2008 krizi sonrasına ilişkin yukarı-daki tablo, mali-ekonomik sömürge çarkının nasıl işlediğini yeterince or-taya koyuyor. Yılda 8,3 milyar dolar kar transferi biçiminde emperyalist tekellerin kasalarına aktı. Kriz

ön-[4] Kaynağı belirtilmeyen tablo ve rakamlar, TCMB, Hazine ve Maliye Bakanlığı ve TÜİK sitele-rinden derlenmiştir.

cesinde de durum farklı değildi. Son 15 yılda Türkiye’ye DYY (doğrudan yabancı yatırım) yapan çokuluslu şirketler, yurtdışına toplam 36 mil-yar doları transfer etti. Buna bir de emperyalist bankalara ödenen faiz borçları eklendiğinde, mali-ekono-mik sömürgelerin emperyalist mali oligarşinin bir çeşit emme basma tulumbası olarak kullanıldığı ortaya serilmiş olur.

DYY’nin Türkiye’nin sanayi alt-yapısını güçlendirdiği iddia edile-bilir, ama bu da gerçek değil. DYY, yeni yatırımdan çok, satın alma ve birleşme için geliyor. 2000’li yılla-rın ortalayılla-rına kadar DYY girişlerinin yüzde 70’inden fazlası birleşme ve satın almalardan oluşuyordu. Bunla-rın da önemli bölümü özelleştirme-ler yoluyla devlet varlıklarının yağ-ma edilmesiydi. Başlangıçta DYY ağırlıklı olarak imalat sektörüne yapılırken, giderek hizmet sektörü-ne kaymıştır. Hizmet sektöründe de en büyük payı finans kuruluşları al-mıştır. Son 15 yılda DYY’nin yüzde 77’si finans kesimine oldu. İster ima-lat sektöründe ister banka ve ticaret alanında olsun, DYY’nin şirketleri yutma ve iç pazara hakim olma ama-cına yönelik olduğu ortadadır. Orta-lığı talan ettikten sonra geri

çekildik-lerinde arkalarında bir enkaz yığını bırakmakta, sonra tekrar dönüp bu enkaz yığınını hurda fiyatına satın almaktadırlar.

Son 5 yılda 51,546 milyar dolar faiz ödemesi yapıldı, yıllık ortalama 10,300 milyar dolar demektir bu. Bu faiz ödemesinin 30,957 milyarı özel sektör borçlarından kaynaklı. Fai-zin 230 milyon doları IMF, DB gibi uluslararası emperyalist kuruluşlara ödenirken, en büyük bölümü, 51,316 milyarı bankalar, uluslararası serma-ye piyasaları ve diğer sektörlerden oluşan mali oligarşiye yapıldı (bkz.

aşağıdaki tablo). Görülüyor ki, borç-lar devletten devlete ya da ulusborç-lara- uluslara-rası kuruluşlardan devlete olmaktan çıkmış, neredeyse bütünüyle em-peryalist mali oligarşi tekellerinden

“yerli” tekellere biçimini almıştır.

Bu aynı zamanda bağımlılık ilişki-lerindeki değişimi de gözler önüne seriyor.

Veriler, kar transferleri ve faiz öde-meleri birlikte hesaplandığında, son 5 yılda emperyalist mali oligarşi te-kellerine, yılda ortalama 19,280 mil-yar olmak üzere, 96,400 milmil-yar, ya-ni yaklaşık olarak 100 milyar dolar aktarıldığını gösteriyor. Türkiye’nin emperyalist küreselleşme sistemi içindeki yeri budur.

Döviz-Faiz-Enflasyon Döngüsü Türkiye’de imalat sektöründe it-hal girdinin payı, ihracat ürünlerin-de yüzürünlerin-de 70, genelürünlerin-de yüzürünlerin-de 60’ın üzerindedir.

Talep üretilen ürünlerden daha fazla ise talep enflasyonu gerçekle-şir. Genel olarak talep artışı üretim artışından fazlaysa (piyasadaki para miktarı ürünlerden fazlaysa), tüke-tim ve yatırım harcamaları yükse-lir. Fiyat artışları üretim girdilerinin (ücretler, kredi faizleri, yatırım mal-ları) artışından kaynaklıysa, buna maliyet enflasyonu deniyor. Bu tarif gerçeğin bütünlüklü bir tablosunu ortaya koymaz, zira tekelci fiyatları ve bağımlı ülkelere dayatılan yük-sek faizleri göz ardı eder. Yukarıdaki tarifi kabul etsek dahi, bu yine de bağımlılık ilişkilerini ortaya koyma-ya yeterlidir.

İmalat sektörünün büyük oranda ithal girdiye dayandığı, orta ve bü-yük işletmelerin emperyalist mali oligarşiden aldıkları borçlarla ayak-ta kalabildiği bir ülkede, dövizdeki yükselmenin fiyatları kaçınılmaz olarak şişireceği açıktır. Piyasadaki para, bir başka deyişle gelirler, art-mak bir yana azalırken, enflasyonun artışının nedeni emperyalizme bu bağımlılık ilişkisidir. Üretim

ma-liyetleri (ithal girdi ve borç faizi) yükselince, üretici fiyat enflasyonu yüzde 45’lere dayanırken, tüketici fiyat enflasyonu yüzde 25’ler düze-yindedir. Bu fark yavaş yavaş kapa-nacaktır. Buna karşın üretim fiyatla-rındaki artış hemen ve olduğu gibi tüketiciye yansıtılamaz, zira gelirler artmak yerine azaldığı için şirketler karlarından bir miktar indirim yap-mak zorunda kalacaklardır. Bu in-dirim de esasen imalat sektöründe gerçekleşir, bankalar alacaklarından en küçük bir indirime gitmez. Bu-nun kaçınılmaz sonucu, sermayesini döviz borcuyla oluşturanların iflasa sürüklenmesidir. Eğer bu iflaslar fazlalaşırsa, bu kez bankalar ala-caklarını tahsil edemeyecekleri için onlar da tepetaklak olacaklardır. Bu-nun sonucu da tekelleşme düzeyinin ve emperyalist sermayeye olan bağ-lılığın artmasıdır.

Döviz fiyatlarının artmasının ne-deni de emperyalizme mali-ekono-mik sömürge bağımlılığıdır.

Dışarıdan sermaye yatırımları olduğu müddetçe döviz bol, yer-li para değeryer-li olur. Dışardan gelen sıcak döviz TL’ye çevrilerek tahvil ve bonolara yatırılır. Aynı paranın daha karlı alanlar için hızla yurtdı-şına çıkması halinde ise tersi olur ve döviz fiyatları bir anda yükselir, yerli paranın değeri aşağılara iner.

Paranın girişi gibi çıkışı önünde de bir engel olmadığı için dışarıdan sermaye akımlarındaki dalgalanma ekonominin midesini bulandırır ve en sonunda kriz biçiminde kusmala-ra yol açar. Sermaye akımlarına bağ-lılık ne kadar yüksek olursa, bulantı da o kadar fazla olur.

Yukarıdaki tabloda Kasım 2017-Kasım 2018 arasındaki deği-şim oranları, krizin çapını ve gelişme eğilimini göstermektedir.

Son bir yıl içinde döviz fiyatla-rındaki değişim yüzde 46,8, tüketi-ci fiyatlarındaki değişim yüzde 89, üretici fiyatlarındaki değişim yüzde 168,7, faiz oranlarındaki değişim yüzde 200 oldu.

Ticari kredilere uygulanan faiz oranları son bir yılda yaklaşık olarak yüzde 17’den yüzde 34’e çıktı. Ko-nut kredi faizleri de yaklaşık yüzde 12’den yüzde 24’e çıktı.

Görüleceği gibi, nereden ele alı-nırsa alınsın, her düzeyde nerdeyse iki katına varan bir kötüleşme söz konusudur.

Korkut Boratav’ın sermaye hare-ketlerine dair ortaya koyduğu rakam-lar, sermaye çekilmesi ile kriz arasın-daki ilişkiyi ortaya koymaktadır.5

Ağustos 2107’de “yerli” sermaye dış pazarlara yaklaşık 300 milyon dolar yatırıyor. Cari denge 922 mil-yon açık veriyor. 1,2 milyarlık bu çıkışa karşılık, 3 milyar dolar civa-rında yabancı ve 1,6 milyar dolayın-da kayıt dışı olmak üzere 4,6 milyar dolar sermaye girişi oluyor. Dış fi-nansman açığı 1,2 milyar, dışarıdan gelen 4,6 milyar olunca, aradaki 3,4 milyar dolar rezervdeki artış olarak kaydediliyor. Döviz fiyatları, enflas-yon ve faiz oranları da bu koşullar altında oluşuyor.

Ağustos 2018’de ise yaklaşık ola-rak 3,2 milyarlık net yabancı ser-maye çıkışı gerçekleşiyor. “Yerli”

sermeye de yabancı sermayenin kuyruğuna takılarak ve arkasına bakmadan 11,1 milyarı dışarı kaçırı-yor. Toplamda 14,3 milyarlık dış fi-nansman açığı meydana geliyor. 3,7 milyar kayıt dışı sermayeye ilaveten,

[5] Mart-Ağustos 2018: Krizi Tetikleyen Sermaye Hareketleri, Korkut Boratav, 19.10.2018, Sol Portal.

2,5 milyarlık cari denge fazlası açığı kapatmaya yetmiyor. Sonuç 8 milyar dolarlık rezerv erimesi oluyor, döviz fiyatları, enflasyon ve faiz oranları hızla tırmanıyor.

Mart-Ağustos 2017 ve 2018 ara-sındaki 6 aylık döneme daha geniş bir perspektifle bakınca, yukarıdaki durumun tesadüfi veya geçici olma-dığı görülür.

1994, 1999, 2001 ve 2008 krizle-rinde de benzer bir durum söz ko-nusudur.6

2018’deki krizde sermaye çıkışları henüz eksi değildir. 2017-2018 Mart-Ağustos aylarında sermaye girişleri 24,7 milyardan 2,1 milyara düşmüş-tür. Gidişat bu yöndedir ve bu neden-le krizin şiddeti önümüzdeki aylarda daha da artacaktır. Fakat bu seferki kriz yine de öncekilerden farklıdır.

Dünyadaki durgunluğun giderek kendini daha fazla hissettirmesi ne-deniyle kriz daha uzun süreli olmaya adaydır. Yine bu aynı durgunluk ne-deniyle yabancı sermaye, krizin da-ha da derinleşmesi da-halinde kayıplara uğrayacaktır, bu kayıpları azaltmak için tutunabildiği müddetçe, daha karlı alanlar bulmadıkça, Türkiye’de kalmak isteyecektir. Bu da krizin şid-detinin uzun döneme yayılmasına yol açacaktır. Türkiye’deki yatırımların başta gelen ülkelerinden bir olan Al-man emperyalizminin Türk devleti ile ekonomik kriz nedeniyle yakın-laşma girişimlerinin nedeni budur.

Türkiye’nin Politik Ortamının Krize Etkisi

Türkiye bir mali-ekonomik sömür-gedir. Emperyalizme olan bağımlılı-ğı yeni biçimde çok daha derinleş-miştir. Buna karşılık, 2008 dünya ekonomik krizinden sonra, ekono-mik olduğu kadar politik güç ilişki-lerinde de değişimler meydana gel-miştir. Yabancı sermaye akımlarında önemli daralma olmuş, yatırımlar to-parlanamamış, kriz içinde sürünme bütün dönemin karakteristiği olmuş-tur. Bu durum, kaçınılmaz olarak, politik duruma giderek daha ciddi biçimde yansımaya başlamıştır. Em-peryalistler arası ilişkide dünyanın emekçilerini serbest pazarda serbest-çe ve kardeşserbest-çe sömürme, yerini gi-derek “her koyun kendi bacağından asılır”a bırakmaya başlamıştır. Tam da böyle bir dönemde, rakiplerinin güç kaybetmesinden faydalanarak ya da hamle üstünlüğü ile konum kaza-narak avantaj elde etme siyaseti öne geçmektedir.

Türkiye’nin egemenleri de bölge-de meydana gelen güç boşluğundan faydalanarak, bölgesel hegemonya-larını büyütme sevdasına tutuldu.

Başlangıçta emperyalist devletlerle işbirliği içinde bir hayli de ilerlediler, fakat daha sonra onların çıkarlarına da dokunma eğilimine girince, em-peryalist dünya Gülen örgütü üzerin-den giriştiği askeri darbeyle karşılık verdi. Politik islamcı faşist diktatör-lük darbeyi savuşturmayı başardı, ama emperyalizme mali-ekonomik olarak bu kadar bağımlı iken boyunu aşan girişimlerin bir bedeli olduğunu

[6] Türkiye’nin Dört Krizi Ve Bugün, 16.12.2016, Birgün.

gördü. Bu kez 2008 dünya krizi ile artan emperyalist dünyadaki bölün-meden faydalanarak alan kazanma-ya yöneldi. ABD ve Ruskazanma-ya arasına oynadı. ABD de bunun karşılığında Türkiye’nin en zayıf yerine, mali-ekonomik bağımlılığına vurdu, al-dığı kararlarla dövizdeki artışa ivme kazandırdı. Keza askeri darbe girişi-minin ardından uygulanan OHAL’le birlikte “fetöcü” denilerek toplamda muazzam büyüklükteki bir sermaye-ye kararnamelerle el konulması, ku-rumların kapatılması mali sermaye oligarşisinde sermaye mülkiyetinin güvencede olup olmadığına dair gü-vensizlik yarattı.

Buradan yola çıkarak mali-ekono-mik krizin bir siyasi komplo olduğu iddia edilemez. Krizin kaynakları yukarıda yeterince açıklandı. Politik ilişkiler nihayet bu ekonomik altya-pıdan bağımsız ele alınamaz, belirle-yici olan mali-ekonomik ilişkilerdir.

Politika ekonomik çıkarların soyut-lanmasıdır, yine de bu, ekonomi ve politika ilişkisinin otomatik belirle-yen-belirlenen ilişkisi olduğu

anla-mına gelmez. Politika kendi kulva-rında temsil ettiği sınıfların çıkarları doğrultusunda görece özerk olarak oluşur, fakat görünüşte politika eko-nomik ilişkilerden ne denli uzaklaş-mış olursa olsun, son tahlilde ekono-mik ilişkiler belirleyici olur. 2008’de başlayan ve giderek derinleşen mali-ekonomik kriz ile bu gerçek kendini bir kez daha dayatmıştır.

Bütün bunların ötesinde, bir mali-ekonomik sömürge olan Türkiye’nin kendine özgü siyasi ortamı göz ardı edilerek herhangi bir analiz yapıla-maz. Türkiye Bakur Kürdistan’ı sö-mürgeci boyunduruk altında tutmak-tadır. Buna karşın Kürtler son otuz beş yıldır isyan halindeler. Türk ege-men sınıfları ve onların halihazırda-ki egemenliğinin politik biçimi olan politik islamcı faşist iktidar için, bastırılamayan Kürt isyanını ortadan kaldırmak politik stratejinin merke-zinde duruyor. Hem iç hem ulusla-rarası ilişkilere bu temel strateji yön veriyor. Yalnızca Bakur Kürtlerinin değil, Rojava ve diğer parçalardaki Kürtlerin siyasi kazanımlar elde

et-mesini, bilhassa statü kazanmasını engelleme amacı bu politik strateji-nin odağında duruyor, politik ittifak-larını bu stratejiye bağlı olarak oluş-turuyor. Dolayısıyla sömürgeci faşist diktatörlük, bu konuda manevra ala-nını son sınırına kadar zorlamak için elindeki bütün imkanları

değerlen-dirmek isteyecektir. Mali-ekonomik kriz var, Türkiye bu stratejisinden vazgeçer ya da vazgeçmek zorun-dadır gibi bir fikir kesinlikle aldatı-cıdır. Bu nedenle, ekonomik talepli mücadele antifaşist ve antisömürgeci taleplerle birleştirilmezse, kalıcı ka-zanımlar elde edilemez.

v

“Hani büyük fonlar hızla yükselen ABD on yıllıklarını takip edip, do-lara ve ABD kağıtlarına dönecekti?

Hani bütün gelişmekte olan ekono-milerden kalıcı çıkışlar başlayacak-tı?” İktisatçı zat Temmuz ayında böyle yazdı. Yabancı “sıcak para”nın dolara dönerek Batılı kapitalist mer-kezlerdeki finansal araçlara yöne-leceği, Türkiye gibi bazı ülkelerde net sermaye çıkışları yaşanacağı ve borçlanma zorluğundan patlak vere-cek finansal krizlerin kapıyı çalaca-ğı yönlü öngörülerle alay etti. Lakin üst perdeden sarf etmiş olduğu bu sözleri daha bir ay geçmeden pişkin-ce yutuverdi. Zira Ağustos’ta kriz kapıyı çaldı.

Aynı zat, Ekim ayında bu kez, “Ya-şanılan bir finansal kriz ya da reel sektör krizi değildi ancak gerekli adımlar atılmasaydı hızla bir reel sektör krizine dönüşme potansiyeli taşıyan hatırı sayılır bir türbülanstı”

dedi. Krizi hafifserken, saray hükü-metinin iktisadi-mali önlemlerinin başarısından dem vurdu. Oysa aynı günlerde Türkiye gündeminin en ön sıralarında, enflasyonun dizginlene-mez yükselişi vardı.

Karşımızdaki lanetli saray iktisat-çısının adı Cemil Ertem1.

Önceleri Birgün gazetesinde ya-zıyor, marksizm iddiasını dile geti-riyordu. Taraf gazetesine transferi, sadece burjuva liberalizmine