• Sonuç bulunamadı

Girişte sunulan gerekçeye bağlı olarak; burada Cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan tek partili dönemdeki siyasal halkla ilişkiler ve Atatürk’ün modern topluma geçişle ilgili devrimlerini halka götürme çabasında kullandığı halkla ilişkiler üzerinde kısaca duruldu. Gerekçede de belirtildiği gibi, Demokrat Partinin kuruluşuna giden ve çok partili sisteme geçişle başlayan dönüşümün halkla ilişkiler bağlamında daha iyi anlaşılması için tek parti döneminde Atatürk’ün modernleşme faaliyetleriyle oluşturulan başlangıçlar, çok partiye geçiş denemeleri ve bu sırada yapılan siyasal parti halkla ilişkileri bilinmelidir.

Halkla ilişkilerden bahsedebilmek için halkın var olması gerekir. Halkla ilişkilerde, teorik olarak amaçlanan halk, özgür bireylerdir. Bu bireyler zorunlu yaptırımla değil rızayla katılan kişiler topluluğudur. Siyasal bağlamda ise halkın var olması için en başta kamuoyunun ve seçmeye dayanan demokrasinin oluşarak gelişmesi gereklidir. Halk, bu durumda karar veren aktif bireylerden oluşmaktadır. Bu bireyler çıkarları için kendiliğinden hareket eden kişiler, kurumsallaşmış bireyler ve örgütlü yapılar içinde, örgüt çıkarları doğrultusunda faaliyet yapan kişilerdir. Ekonomik bağlamda halk, rasyonel olarak karar veren, seçim yapan kullanıcı ve tüketici kitlelerin varlığını gerektirir (Keloğlu, 2003). Çok partili sisteme geçiş, yukarıda belli başlı nitelikleri sunulan halkın Türkiye’de oluşması için gerekli koşullara önemli bir başlangıç olmuştur.

Bu çerçevede tanımlanan halka, vatandaşlığa geçişi sağlayan hak ve özgürlükler, 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye

maddesi "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" diyerek eski imparatorluk rejiminden kopuşu açıkça ifade etmekteydi. Tanör'ün (1996) yorumu 1920’de başlayan anayasal devrimin temel düsturu olan millet egemenliği ilkesinin 1924 anayasasında baş tacı edildiğidir. Madde 3 ise "Hâkimiyet bilâ kaydü şart

Milletindir" (egemenlik kayıtsız şartsız milletindir)

ifadesi ile egemenliği ulusa vermektedir. Bunun anlamı halkın artık kendi kendini yönetmesidir. Rasyonel olarak kalabalık bir kitle olan halkın kendisini ancak temsilciler aracılığıyla yönetmesinin mümkün olmasından dolayı Madde 4'te "Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder." (Türk milletini ancak TBMM temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır) ifadesi gelmektedir. Madde 5'te "Teşri

salâhiyeti ve icra kudreti Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder" (yasama yetkisi ve yürütme

erki Büyük Millet meclisinde belirir ve onda toplanır) hükmü ile de halkın kendisini yönetmesinin

temsilciler aracılığıyla parlamenter sistem içinde gerçekleşeceğini belirtmektedir. Yine 1924 anayasanın beşinci bölümünde "Türklerin hukuku âmmesi" (Türklerin kamu hakları) bölümünde (Madde 68), "Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına

muzır olmayacak her türlü tasarrufatta bulunmaktır. Hukuku tabiiyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hududu hürriyetidir. Bu hudut ancak kanun marifetiyle tespit ve tâyin edilir" (Her Türk hür

doğar, hür yaşar. Hürriyet başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir. Tabi haklardan olan hürriyetin herkes için sınırı, başkalarının hürriyeti sınırıdır. Bu sınırı ancak kanun çizer). Böylece anayasa vatandaşın özgür olduğunu, imparatorluktaki halk algısından farklı olarak bireyin kendi kendisinin efendisi olduğunu ancak içinde yaşadığı toplumun kuralları ile sınırlandırıldığını açıkça ifade etmektedir. Madde 69’a göre, “Türkler kanun nazarında müsavi ve bilâistisna

kanuna riayetle mükelleftirler. Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları mülga ve memnudur. (Türkler

ödevindedirler. Her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır). Madde 70.-

Şahsi masuniyet, vicdan, tefekkür, kelâm, neşir, seyahat, akit, sâyü amel, temellük ve tasarruf, içtima, cemiyet, şirket, hak ve hürriyetleri Türklerin tabii hukukundandır. (Kişi dokunulmazlığı, vicdan,

düşünme, söz, yayım, yolculuk, bağıt, çalışma, mülk edinme, malını ve hakkını kullanma, toplanma, dernek kurma, ortaklık kurma hakları ve hürriyetleri Türklerin tabii haklarındandır). Madde 71.- Can, mal, ırz,

mesken her türlü taarruzdan masundur. (Cana, mala,

ırza, konuta hiçbir türlü dokunulamaz). Madde 72.-

Kanunen muayyen olan ahval ve eşkâlden başka bir suretle hiçbir kimse derdest ve tevkif edilemez.

(Kanunda yazılı hal ve şekillerden başka türlü hiçbir kimse yakalanamaz ve tutulamaz.) Madde 73.-

İşkence, eziyet, müsadere ve angarya memnudur.

(İşkence, eziyet, zoralım ve angarya yasaktır.) Madde 74.- Menafii umumiye için lüzumu usulen tahakkuk

etmedikçe ve kanunu mahsus mucibince değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı istimval ve

mülkü istimlâk olunamaz. Fevkalâde ahvalde kanun mucibince tahmil olunacak nakdî, aynî ve sayü amele mütaallik mükellefiyetler müstesna olmak üzere hiçbir kimse hiçbir fedakârlığa icbar edilemez. (Kamu

faydasına gerekli olduğu usulüne göre anlaşılmadıkça ve özel kanunları gereğince değer pahası peşin verilmedikçe hiç kimsenin malı ve mülkü kamulaştırılamaz.

Çiftçiyi toprak sahibi kılmak ve ormanları devletleştirmek için alınacak toprak ve ormanların kamulaştırma karşılığı ve bu karşılıkların ödenişi özel kanunlarla gösterilir.

Olağanüstü hallerde kanuna göre, yükletilecek para ve mal ve çalışma ödevleri dışında hiçbir kimse başka hiçbir şey yapmaya ve vermeye zorlanamaz.) Madde 75.- Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep,

tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş, âdabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü âyinler serbesttir. (Hiçbir kimse felsefe inanından, din ve

mezhebinden dolayı kınanamaz. Güvenliğe ve edep törelerine ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü din törenleri serbesttir). Madde 76.- Kanun ile muayyen olan usul ve ahval

haricinde kimsenin meskenine girilemez ve üzeri taharri edilemez. (Kanunda yazılı usul ve haller

dışında kimsenin konutuna girilemez ve üstü aranamaz.) Madde 88.- Türkiye ahalisine din ve ırk

farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak

olunur. Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin

vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir). Anayasa profesörü Bülent Tanör’ün de ifade ettiği gibi (1996: 251),

Ulusal devlete geçiş, toplumların siyasal gelişmelerinin önemli uğrak noktalarından biridir. Türkiye bu aşamaya, ümmet ya da cemaat temeline dayalı Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerinde yükselen bir devrimle gelmiştir. 1924 Anayasası en başta bu çizginin ürünü ve temel yasasıdır. Osmanlı anayasalcılığının çokuluslu- teokratik monarşiyi düzelterek sürdürme çabalarını temsil etmesine karşılık, 1924 Anayasası 1921

Anayasası ile başlayan sıçramayı belgelemiş, ulusal, demokratik ve laik bir devletin temellerini kurmuştur.

Demokrat Parti dörtlü önerge ile eleştirdiği noktalara dayanak olarak işte bu anayasanın demokratik ve özgürlükçü hükümlerini almıştır. Ancak "millet egemenliği" algısında anayasa ile öngörülenle DP’nin algısı ve bu anlayışlarını kamuoyuna sunmaları arasında çok önemli bir fark vardır. 1924 anayasasında "halk" algısındaki önemli değişiklikler yadsınamayacak bir gerçektir. Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğunun klasik halk algısına kıyasla daha modern, daha insan haklarına saygılı maddeleri içerse de bu halk algısının, bireylerin rutin gündelik hayatlarına ve faaliyetlerine aniden köklü değişiklikler getirdiği söylenemez. Bu tür değişiklikler belirli coğrafya ve o coğrafyada yaşayanların üretim ilişkileri ve üretim koşullarına göre belirlenmektedir. Örneğin kentlerde oturanlar anayasanın vatandaşlık bağlamında getirdiği değişiklikleri daha fazla hissederken kırsal kesimlerde

yaşayanlar değişiklikleri doğal olarak daha az hissedeceklerdir. Değişiklik demokrasi, liberalizm, vb. gibi yapılarda çok yavaş ve uzun vadede hissedilir. Oysa baskıcı, devrimci ve otoriter değişiklikler hızlı bir değişiklik sağladığı için halk tarafından daha kolaylıkla rutin gündelik hayatta hissedilir.

Halkın hayatında anayasal haklarla gelen soyut değişikliğin yanı sıra gündelik yaşamda somut köklü değişikliler Milli Mücadele sonrasında Atatürk’ün devrimleri ile geldi. Atatürk devrimleri halkın gündelik hayatına yaymak için çok yoğun halkla ilişkiler faaliyetleri yürüttü. Atatürk devrimleri siyasal, toplumsal ve ekonomik odaklı olarak ayrılabilir. Tanör ise (1996) Atatürk devrimini ortak özelliklerine göre şu başlıklar altında toplamıştır:

(1) Uluslaştırma; ulusal bağımsızlık, egemenlik, eğitim, dil, alfabe ve tarih alanındaki çalışmalarla halifeliğin kaldırılması gibi düzenlemeler

(2) Evrensel değerlere yönelme: pozitivizmin benimsenmesi, batılı hukuki değerler, toplumsal

yaşantının uluslararası kalıp ve ölçülere uyumlanması (kılık kıyafet, ölçü birimleri, soyadı, takvim ve saat, üniversite reformu)

(3) Laikleştirme: halifeliğin kaldırılması, din ve devlet işlerinin ayrılması, eğitimde ve hukukta laikleşme, tarikatların, tekke ve zaviyelerin kapatılması)

(4) demokratikleştirme: saltanat ve halifeliğin kaldırılması, cumhuriyet rejimine geçiş, millet egemenliği, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi. Ancak burada devrimlerin hepsi ele alınmayarak sadece halkla ilişkiler bağlamında çarpıcı örnekler oluşturanlar incelenecektir.

Atatürk devrimlerinden ilki saltanatın kaldırılmasıdır. 1 Kasım 1922’de Atatürk, Mecliste yaptığı konuşmada; Osmanlı İmparatorluğunun Türk ulusunun egemenliğine el koyduğunu ve bu durumun altı yüzyıl sürdüğünü ama Türk ulusunun artık egemenliğini kendi ellerine aldığını söyledi. Kurulacak yeni rejimde ulus egemenliğine tezat

oluşturarak ikilik ve çelişki yaratan saltanatın kaldırılması gerekiyordu. Bu Cumhuriyete geçiş için önemli bir adımdı. Zaten 1921 Anayasasının ilk maddesinde egemenlik padişahtan alınarak ulusa verilmişti. Saltanatın kaldırılması ile halkın iradesi olan meclisteki iki önemli kamuya mesaj iletmekteydi. Bunlardan ilki Türk halkı iken ikincisi Lozan görüşmeleri için hem yeni meclisi hem Osmanlı devletini görüşmeye çağıran yabancı devletlerin oluşturduğu kamuydu. Sadece saltanatın kaldırılması yeterli değildi. Türk toplumundaki kökten değişime rejimin şeklinden başlamak gerekliydi. 23 Nisan 1920'de açılan Meclis'te devletin rejiminin adı belirtilmiyordu. Bu nedenle Atatürk ve arkadaşları 28 Ekim 1923 yılında devletin şeklinin "Cumhuriyet" olmasına ilişkin bir yasa tasarısı hazırladılar. Ancak bu tasarıya da muhalefet oluştu. Bunun üzerine Atatürk mebusları yanına çağırarak taslak hakkında görüştü ve bu görüşlere göre tasarıyı tadil ederek oylamaya götürdü. Görüldüğü gibi Atatürk, Cumhuriyet'in ilanında yoğun kulis çalışmaları

yürütmüş, farklı fikirlere sahip mebuslarla konuyu müzakere ederek istediği sonucu almaya yönelik planlı stratejik bir çalışma gerçekleştirmiştir. Sosyal alanlardaki devrimlerde ise Atatürk, halkın sevdiği bir lider olarak kendisini rol modeli olarak kullanmıştır. Buna en ilginç örneklerden biri şapka devrimidir. Osmanlı toplumunda kılık kıyafet ve başlıklar kişilerin sosyal statüsü, dini, ırkı ile ilgili olarak değişiklikler göstermekteydi. Ayrıca fes de dışarıdan alınmış bir başlık türü olarak geri kalmışlığı, doğululuğu simgelemekteydi. Oysa Cumhuriyet'in hedefi "muasır medeniyetti". Şapka devrimi ile amaçlanan vatandaşın modern ve batılı formda oluşturulmasıydı. Bu nedenle de birbirini kıyafetine ve başlığına göre değerlendiren bir toplum yerine her bireyi eşit ve değerli olan, kendi geleceği hakkında söz sahibi vatandaşların oluşturduğu bir toplum öngörülmekteydi. Yine de yüzyıllar boyunca süregelmiş bir alışkanlığı değiştirmek kolay değildi. Öncelikle hazırlık çalışmaları yapıldı. Doğaner'e göre (2006), Şapka Kanunundan önce İstanbul Medresesi talebelerinin

sarık ve cübbe giymelerinin yasaklanması, hakimlerin kıyafetlerinde yeni düzenlemelere gidilmesi, siperli polis şapkaları, batılı askerlerin kullandığı şapkaların orduda kullanılması gibi önemli hazırlayıcı başlangıçlar yapılmıştır. Somut adım ise, Atatürk'ün değişikliklerin en zor kabul edildiği bölge olarak tanınan Kastamonu'ya 23 Ağustos 1923 yılında düzenlenen gezi ile atılmıştır. Lider, halkın arasında şapka ile dolaşarak onlara rol-modeli oldu. Şüphesiz Atatürk'ün bu işe girişirken amacı "Halkla ilişkiler yapmak" değildi. Amacı alışkanlıklarla belirlenen bir giyim davranışını değiştirmekti. Davranışı değiştirmek için kendi tutumunu herkese gösterdi. İnsanların kanaat önderlerine, referans olarak gördükleri kişilerin tutum ve davranışlarına öykünerek hareket ettikleri, sosyal psikolojide yaygın olarak kabul edilen bir yaklaşımdır. Kastamonu'daki gezisini tamamladıktan sonra 25 Ağustos 1923'te İnebolu'ya giden Atatürk yine bir konuşma yaparak; Türk halkının medeni olduğunu ve medeniyim diyen Cumhuriyet halkının bunu aile hayatıyla ve yaşayış tarzıyla da göstermek

zorunda olduğunu söyledi. Türklerin kıyafetlerinin milli olup olmadığını halka sorarak hayır cevabını aldı. Bunun üzerine altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ne de milletlerarasıdır dedi. Ancak Turan kıyafetlerini araştırıp canlandırmaya da gerek olmadığını medeni milletlerarası kıyafetin ulus için uygun olduğunu söyledi. Bu kıyafeti ise ayakkabı, pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve bunların tamamlayıcısı şapka olarak belirledi. Kendisi de şapka giyerek sadece örnek olmakla kalmadı aynı zamanda halkın tepkisini değerlendirmek üzere ufak bir kamuoyu araştırması yapmış oldu. Sonuç olumlu olmalı ki, Atatürk 25 Kasım 1925 tarihinde şapka kanunu çıkardı. Şapka, modernleşmeye karar vermiş Türk ulusu için bir simge olacaktı. Millet, sadece rejimi ile değil kılık kıyafeti ile de Osmanlıdan farklı görünmeliydi. Böylece ümmet anlayışından kopuş somutlaşacaktı. Şapka kanunu çıktıktan sonra kanunun yerleşmesi için bazı düzenlemeler yapıldı. Doğaner’e göre (2006:208),

2 Eylül 1925'te 2431 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile devlet memurlarına medeni milletlerin müşterek kıyafeti ve şapka giyme zorunluluğu getirilmiştir. Devlet memurlarının kıyafetleri hakkındaki kararnameye göre medeni milletlerin müşterek kıyafeti esas alınmış, şapka ile selam şekli dahi açıklanmıştır. Halk şapka giyip giymemek konusunda serbest bırakılmıştır. Yine aynı günlerde devlet adamlarının beyaz sarık ve siyah latadan oluşan kıyafetleri kabul edilmiş, ordudaki imamların sarık ve cüppelerinin renginin askerliğin gereklerine uyması kararlaştırılmış ve din adamlarına görevleri dışında sivil elbise giyme izni verilmiş, Cumhuriyet bayramı törenlerinde şapkaların çıkarılması emredilmiş ve din adamı olmayanların dini kıyafetle gezmeleri yasaklanmıştır. Bu kurallara uymayanların bir yıla kadar hapisle cezalandırılması söz konusudur.

Atatürk devrimlerin kalıcı olmasına özen gösteriyordu. Halkın şapkayı benimseyip benimsemediğini görmek üzere ikinci bir geziye çıktı. Hem halkın tavrını görecek hem de onları bizzat

aydınlatacaktı. Bursa, Balıkesir, Akhisar, Kemalpaşa, Konya ve Afyon'u ziyaret ederek şapkanın benimsenmesine örnek olmaya, insanların olumsuz tepkisini yumuşatmaya ya da sindirmeye, olumlu tepkilere ise destek olmaya çalışmıştır. Yani şapkanın halkla ilişkilerini yapmış kamuoyunu yoklamış ve maniple etmeye çalışmıştır. Atatürk’ün bu geziye çıkmasından önce basında, memurlara şapka giydirilmesi hazırlıklarına girişildiğine ilişkin haberler yayınlandı. Atatürk 24 Ağustos 1925’te başlayan Kastamonu-İnebolu yöresindeki geziye elinde bir Panama şapka ile çıkmıştı. Atatürk’ün bu gezisi hemen etkisini gösterdi. Devlet görevlilerinden olduğu kadar halktan da bir kesim fesi çıkarıp şapka giymeye başladı. Bu esnada İzmir basını da Atatürk’ün bu gezisini yakından izledi ve şapka giyilmesini destekleyen makaleler yazdı. (Erdoğan, 2006).

Şapka devriminin herkes tarafından kolaylıkla kabul edildiği söylenemez. Şapkayı benimsemekte zorlananlara yönelik başka kampanyalar ve halkla ilişkiler uygulamaları yapılmış, telkin ve açıklamalarla

anlamayanlara ise zorlu yaptırımlar getirilmiştir. Atatürk'ün Amerika'daki olay sahneleme faaliyetlerinden haberdar olup olmadığı bilinmez ama şapkayı benimsetmek için Batı Anadolu gezisinde düzenlettiği "fes yırtma merasimleri" son derece etkili pseu-event (kurmaca olay) örnekleri içinde değerlendirilebilir. Bunu yaparken aynı zamanda şapkanın Osmanlı zamanındaki fes gibi dışarıdan getirtilmeyip yerel imalat olmasına özen göstermiştir. Halkın alışkanlıklarını ve dini inançlarıyla bütünleştirdikleri geleneksel kıyafetlerini bırakması oldukça güç olmuştur. Özellikle Malatya, Sivas, Kayseri, Erzurum, Giresun Rize illerinde kuvvetli bir direnç gerçekleşmiştir. Şapka devrimini kabul etmek istemeyenler duvarlara ilanlar asmış, halkı şapka giymeye direnmek için örgütlemiş, devrim karşıtı propaganda çabalarına girişmişlerdir. Ancak, bu kişiler İstiklal mahkemelerinde yargılanarak caydırıcı cezalar almışlardır.

Atatürk'ün halkın rızasını kazanarak topluma yaymak üzere yaptığı devrimlerden bir diğeri ise Harf

Devrimiydi. Osmanlılar döneminde Arap etkisi ile Arap alfabesi kullanılmaktaydı. Ancak bunu öğrenmek çok zordu ve okur-yazarlık düşük düzeydeydi. Oysa Atatürk, halkın hepsinin eğitimli olmasını, cahil vatandaş kalmamasını, muasır devlet olmak için çok önemli bir önkoşul olarak görmekteydi. Bu nedenle batıdaki gibi Latin harflerine geçme projesini uygulamaya koydu. 1 Kasım 1928 tarihinde yeni Türk harfleri kabul edildi. Böylece "başöğretmen" sıfatıyla bütün yurtta kampanyalar başlatıldı. Cumhuriyetin kurulması ve devrimlerin yapılması sırasında genel halkla olan ilişkilerde siyasal ve ekonomik düzenlemelerle gelen değişiklikler yanında, önemli faaliyetler arasında halkevlerinin ve halk ocaklarının kurulması, alfabenin değiştirilmesi ve yetişkinler için yapılan okuma yazma seferberliğidir.

Atatürk yeni alfabenin kabul edilmesine yönelik olarak da halkla ilişkiler taktikleri olarak benzer faaliyetler yürütmüştür. Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayı’ndan İnönü’ye yazdığı mektupta ilk kez bu

yeni harfleri kullanmıştır. Birkaç gün sonra, 9–10 Ağustos akşamı Sarayburnu’nda düzenlenen konserde, düzenlenmiş bu olayın yarattığı uygun atmosferi kullanarak, alfabede de değişiklik yapılacağını açıklamıştır. Ardından, yönetici ve aydın sınıflara yaymak için, Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan büyük bir toplantıda bulunanlara yeni Türk alfabesi dağıtıldı. Sonra, yeni harfleri tanıtmak ve bunların ne kadar çabuk öğrenilebileceğini göstermek ve her devrim hareketi öncesinde olduğu gibi halka yaymak için yurt gezisine çıkmıştır. Her yerde yazı tahtasının başına geçerek yeni Türk alfabesini tanıtmış; yeni yazıyı öğrenenleri sınavdan geçirerek, toplumdaki tepkiyi saptamaya çalışmıştır. Önce Çanakkale’de yeni harfler konusunda konuşan Atatürk, daha sonra İstanbul’dan Samsun’a geçti. Bu gezi bir hafta sürdü; Amasya- Sivas-Kayseri üzerinden Ankara’ya döndü. Yeni alfabe henüz yasa ile kabul edilmeden, önce öğretmenler sonra da onlar aracılığıyla halk arasında yaygınlaştırma çabaları başlatıldı. Yasa kabul edildikten sonra yeni yazıyı yaygınlaştırmak için bir

program yapılması gerekiyordu. Yeni yazıyı hızla halk arasında yaygınlaştıracak öğretmenlere ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç Ulus Okulları (Millet Okulları) adı verilen bir uygulamayla karşılanmaya çalışıldı. Millet Okulları kent-köy fark etmeksizin yeni yazının yaygınlaştırılmasına yönelik çalışacaklardı. Atatürk’ün benzer çabaları eğitimde de görüldü. Önce eğitim sisteminin millileştirilmesi ve modernleşmesi için gerekli girişimler yapıldı. Okullar kuruldu, öğretmenler yetiştirildi, eğitim müfredatı yenilendi. Teori ve pratik arasında bağ kuran öğretmenler yetiştirmek için 1925–1928 arasında Köy Öğretmen Okulları uygulaması yapıldı. Uygulama sonradan belki de Türkiye eğitim sisteminde en başarılı ve en önemli girişimlerden biri olan Köy Enstitülerinin öncüsü oldu. 1928’de yetişkin eğitimi için Millet Okulları açıldı. Bir yılda 600,000 insan okuma yazma öğrendi (Weiker, 1981:151). Benzer şekilde, yeni kurulan devletin hukuk kurallarını düzenlemek devrime uygun hukuk kuralları geliştirmek için Atatürk, Ankara’da ilk yükseköğretim kurumu olan

Hukuk Fakültesini 5 Kasım 1925’te açtı. Yenilikleri ve değişimi köylere götürebilecek yaygın örgütlenme yoktu. Bu amaçla Halkevleri ve Halkodaları kuruldu. Özellikle halk evleri halkla ilişkilerin halkın katıldığı ve siyasal partiler dışında örgütlü bir ortam sunması bağlamında da önemlidir. Tek partili dönemde, Lâtin harflerinin kabulünden sonra başlayan eğitim seferberliği giderek hızını yitirirken, etkisini duyuran ekonomik bunalım nedeniyle öğrenci sayısında da azalma görüldü. Eğitim ile ekonomik durum arasındaki bağ Türk ve yabancı uzmanlarca saptandı. Bu saptama, eğitimcileri Köy Enstitüleri deneyine götürdü. 1945 yılına varıldığında okuryazar oranı ancak %30’a ulaşmıştı. Ekonomik koşullar değişmediği, sanayileşme başarılamadığı için “eğitim seferberliği” gibi iddialı girişimler beklenen sonuçları veremedi. Köylere eğitim götürmek için kurulan Köy Yatılı Mektepleri, yerlerini 1940 yılında Köy Enstitülerine bıraktı. Parasız köy yatılı okulları kapatılırken, parasız yatılı ortaokul ve liseler açıldı.

Benzer Belgeler