• Sonuç bulunamadı

BİRİNCİ BÖLÜM

CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEMDE ORDU

kayıplarının önüne geçememiştir (Fransa 1881’de Tunus’u, İngiltere 1882’de Mısır’ı İşgal etmiştir).3

Devletin bu durumunu izleyen dış güçler, Osmanlı Devleti’ne atfedilmiş olan

“Şark Sorunu”nu ortaya atmışlar ve bu sorunun bir an önce çözülmesi için uygun bir fırsat kollamışlardır. Devletin içerisinde Türk olmayan diğer gayri Müslimler dış güçler tarafından desteklenerek ve kışkırtılarak devletin parçalanması ve güç kaybetmesi için çaba sarf etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin kalkınmasını kendi çıkarları açısından zararlı gören batılı devletler, ıslahat hükümlerini ekonomik borçlanmalar zorlamasıyla kendi yönlerinde müdahale aracı olarak kullanmışlardır.4 Almanya, İngiltere’nin uyguladığı bu Şark Meselesini görmüş ve buna karşılık olarak “Doğuya Doğru Yayılma” (Drang nah Osten) siyasetini fiiliyata koyarak, Osmanlı Devleti’ne yanaşmış, Osmanlı Devleti’nin Rusya ve İngiltere tarafından parçalanarak yutulmasını kendi çıkarlarına uygun bulmadığını göstermiştir. Önce Bağdat demiryolu imtiyazını koparan Almanya, devamında başka imtiyazları da almıştır. İngiltere bu durum karşısında, istemeyerek de olsa Rusya ile ittifak yoluna gitmiştir.5

1894 yılında Rusya ve Fransa arasında askeri bir anlaşmanın imzalanması, Osmanlı Devleti’nin denge siyasetini bozmuş ve bu andan itibaren bu denge Almanya yönünde ağırlık kazanmaya başlamış, Türk-Alman işbirliği doğmuştur.6

Memleketin içerisinde bulunulan bu manzara karşısında, hürriyet mücadelesine Silahlı Kuvvetler mensupların da iştiraki bir zorunluluk olmuştur. Özellikle bazı batılı devletlerin, İmparatorluğu parçalama yönünde kendi aralarındaki ittifakların sezilmesi, ordu mensuplarını harekete geçirmiştir.7 İttihat ve Terakki Partisine üye olan subaylar, askerlikle ilgili görevlerinden el çekmeden parti ile ilişkilerini sürdürmüştür. Bu durum, itibar ve imtiyazlara ulaşmak için bir kısım subayların siyasi yollara sapmalarına yol açmıştır. Kendilerine vatan savunması için verilen silahları, iç siyasi didişmelerde kullanan bu şahıslar bunun nelere mal olacağını fark

3 Fahri Çeliker, “Birinci ve İkinci Dünya Harplerinde Türk Savaş Politikaları”, Askeri Tarih Bülteni, S. 17, Ağustos 1984, s.79-84

4 Selahattin Karatamu, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi (1908-1920), C.III, 6. Kısım, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1971, s.9-11

5 a.g.e., s.47

6 Çeliker, “Birinci ve İkinci Dünya Harplerinde Türk Savaş Politikaları”, s.79-84

7 Karatamu, s.9-11

edememiştir. Bunun en büyük göstergesi Balkan Savaşı’nda ortaya çıkacaktır.8 İlânı büyük bir coşkuya sebep olan II. Meşrutiyetin, sadece özgürlük anlamında ülkenin iç ve dış sorunlarının çözemeyeceği bir yıl içinde ortaya çıkmıştır. Meşrutiyetin getirdiği özgürlüklerin kutlamaları ve toplantıları giderek yerini kısır çekişmelere bırakmış, basın çeşitli kamplaşmalara ayrılmış, ordu içerisinde de mektepli subay-alaylı subay çekişmesi başlamıştır.9

Bunun yanında, Meşrutiyet’in ilânına karşın, ekonominin yapısında bir değişiklik yoktu. Kapitülasyonlar, Duyun-u Umumiye, ticaret anlaşmaları ve iktisadi manevralarla borçlandırılan Osmanlı Devleti, emperyalist güçlerin nüfuz çekişmeleri arasında kalmış, büyük devletlerin yarış alanı olmaya devam etmiştir.10

XVIII. Yüzyıl sonlarında başlayan ve XIX. Yüzyıl ile devam eden Sanayi Devrimi süreci ile birlikte kapitalist ekonomilerin dünya pazarlarını bölüşüm yarışına girmesi ile başlayan süreç içerisinde Osmanlı Devleti’nin çöküşü hızlanmış ve I.

Dünya Savaşı ile birlikte Avrupa’nın “Hasta Adam”ı haline gelmiştir. Osmanlı Devleti’ni, Pazar ve toprak olarak paylaşmak ve dünya kapitalist sisteminin önündeki engelleri kaldırmak için tüm koşullar 1910’lu yılların başlarında olgunlaşmıştı.11 Bu durumda, ulusal hedefleri gerçekleştirmek için, denge siyasetini bırakan Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile bir ittifak anlaşması imzalamak durumunda kalmıştır. Almanya’nın, 1 Ağustos 1914 tarihinde Rusya’ya karşı savaş açması karşısında Osmanlı Devleti 2 Ağustos’ta imzaladığı ittifak antlaşmasıyla savaşa girmeyi peşinen kabul etmişti. Silahlı tarafsızlığını ilan ederek, imkânlar elverdiği ölçüde tarafsızlığını korumak isteyen Osmanlı Devleti, sonuçta güvertelerinde Osmanlı bayrağı asılı olan iki Alman gemisinin Karadeniz’de Rus limanlarını bombalaması ile savaşa Almanya’nın zorlamasıyla bilfiil girmiş oluyordu.12

Uzun süredir devam eden toprak kaybına son vermek, devletin Arap Yarımadası’ndaki egemenliğini pekiştirmek, İslam birliğini kurmak ve devleti

8 a.g.e., s.73

9 Yücel Aktar, “Demokratikleşme Sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun Anatomik Yapısı (1908-1918)”, Dördüncü Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s.8

10 a.g.e., s.5

11 Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, Bağlam Yayınları, Altın Kitaplar Yayınevi, Ankara, 1987, s.7

12 Çeliker, “Birinci ve İkinci Dünya Harplerinde Türk Savaş Politikaları”, s.79-84

kapitülasyonlardan kurtararak ekonomik durumu düzeltmek hedeflerinde olan Osmanlı Devleti, bu amaçlarına Almanya’nın Avrupa’da kazanacağı zaferlerin yardımıyla gerçekleştirebileceğine inanıyordu. Almanya’nın da Ortadoğu’daki İngiliz menfaatlerini engelleyerek, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için Osmanlı Devleti’nin imkân ve konumundan yararlanma düşüncesinde idi. Ancak, I. Dünya Savaşı’nın başlamasından altı ay sonra, bu düşüncelerin her iki devlet için gerçekleşmeyeceği ortaya çıkmıştır.13

Osmanlının Avrupa kıtasındaki egemenliğini sona erdirmek için birleşen Avrupa’nın büyük devletleri, Osmanlı Devleti’ni paylaşım kararlılıklarını 1916 yılındaki Sykes-Picot gizli taksim antlaşmasında göstermişlerdir. Bu anlaşma kesin bir paylaşım haritası ortaya koymamakla birlikte, Osmanlı Devleti bu anlaşma ile büyük devletler arasında paylaşılmıştır.14

2. XIX. Yüzyıl ve Öncesinde Osmanlı Ordusunun Genel Yapısı ve Durumu XVII. Yüzyıl ve öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarda göstermiş olduğu başarılarda, sevk ve idaredeki yetenekli komutanlarla, bilgi seviyeleri yüksek subayların etkisi ile bunların yanında çağa uygun strateji ve taktiği uygulamanın da payı büyüktür.15

Askeri taktik ve strateji açısından bir değerlendirme yapılması durumunda, Osmanlının ilk döneminde, komutanların strateji ve taktik ile ilgili yöntemlerini, tecrübe ve pratik yoluyla geliştirdikleri görülür. Bilimsel veriler ve kurallar dışında savaş kişisel kabiliyetler ile süreç kazanmıştır. Bu durum, yüksek komuta heyetinin başına, askeri yeteneği olmayan, askerlikten gelmeyen, bu yetenekleri kazanmamış kişilerin gelmesi gibi çok önemli mahzurları da beraberinde getiriyordu. O dönemde, bugünkü anlamda bir Genelkurmay Başkanlığı veya Harbiye Nezareti yerine geçecek bir makam da henüz oluşmamıştı (Osmanlı Devleti’nden önce kurulan Türk devletlerinin ordularında da Genelkurmay teşkilatının olmadığı anlaşılmaktadır).16

13 Aynı yer, s.79-84

14 Karatamu, s.91-92

15 Nejat Eralp, “II. Meşrutiyet’te Silahlı Kuvvetler ile İlgili Üç Önemli Kanun”, Dördüncü Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s.119

16 Doğan Akyaz, Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.18

Osmanlıların ilk zamanlarındaki taktikler, aslında Türklerin asırlar boyunca tesis ettikleri stratejik ve taktik düşünceleri ihtiva etmektedir. Osmanlılar en çok kuşatma ve çevirme çeşitlerini uygulamışlardır. O dönemdeki şehirlerin kaleler ile korunduğu göz önüne alınırsa, kuşatmanın en çok uygulanan savaş tarzı olması tabiidir.17

Osmanlı Ordusu’nun, çabuk hareket etmeleri, disiplinli bulunmaları, sayılmaya değer silah üstünlükleri, Avrupa Orduları’na göre daha iyi taraflarını gösteriyordu.

XV. Yüzyılda Osmanlı Ordusu’nun gücü üç ana unsura dayanmaktaydı. Bunlar; yaya ve atlı kuvvetlerin savaşma kabiliyeti, ordunun dönemin en iyi topları ile teçhiz edilmesi ve tahkimat inşa tekniğindeki üstünlükleri idi.18

Osmanlılardaki stratejik ve taktik yönünden gerilemenin XVII. Yüzyıl ortalarından itibaren başladığını ve bu sürecin 1683 II. Viyana bozgununda en yüksek seviyede olduğu görülmektedir.19 XVII. Yüzyıldan itibaren Avrupa’da harp silah ve araçlarındaki gelişmeler Osmanlılar tarafından gereği gibi takip edilememiştir. Avrupalılar hareketli muharebeye imkân vermesi bakımından, piyade tüfekleri ve toplarını hafifletirken, Osmanlılar yol şebekesi çok zayıf imparatorluk topraklarında ısrarla ağır toplar kullanmaya devam etmişlerdir.20

Bunun yanında, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu siyasi bakımdan yalnızlığa doğru itilen bir politika izlemiş ve bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren iç hatlar bakımdan birçok düşmanla karşı karşıya kalmışlardır. Ayrıca, hızlı yığınak yapabilme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Avrupa’da ise büyük kısmı disiplinli piyadeden meydana gelen daimi ordular kurulmuştur. Tımar Sistemi’nin bozulması da Osmanlı İmparatorluğunun askeri yönden gerilemesinin çok önemli bir sebebidir.21

Osmanlı Ordusunun teşkilatlı bir şekilde ortaya çıkışı ise Sultan I. Murat zamanında (1362-1369) olmuştur. Tarihte ilk süvarili ordu olma niteliğini taşıyan Osmanlı Ordusu önceleri yalnızca atlı akıncılardan oluşmakta iken, daha sonraları yaya birliklerinin de katılmasıyla Yeniçeri Ocağı adı altında sürekli bir yapıya

17 Oğuz Turan, “Türklerde Stratejik ve Taktik Düşünceler (Mete’den Atatürk’e Kadar)”, (Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü), s. 103

18 a.g.e., s. 115, 126

19 a.g.e., s. 147

20 a.g.e., s. 235

21 a.g.e., s. 152-158

dönüştürülmüştür. Bu teşkilat, Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemlerinde önemli rol oynamıştır.22 Yeniçeriler tamamen aile bağlarından uzak, tam bir “Ocaklı” olarak azami dikkat ve itina ile yetiştirilmiş ve savaşlarda bunun büyük faydaları olduğu görülmüştür.23

Bunun yanında, yeniçeriler hiçbir zaman Osmanlı Ordusunun büyük bölümünü oluşturmamışlardır. Örneğin Kanuni zamanında 250.000 olarak bilinen savaşçı kuvvetlerin sadece 12.000’i yeniçerilerden ibaretti. Asıl büyük bölümü “Tımarlı Sipahi” denilen atlı birlikler oluşturmuştur. XVI. Yüzyılın başlarında Avrupa’nın en büyük ordusu olarak bilinen Fransız ordusunun mevcudu 50.000 civarında iken, 1528 yılında Osmanlı Ordusunun mevcudu 150.000 idi. Bu da o dönemde Osmanlı Ordusunun ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesiydi.24

1699 Karlofça Antlaşmasını izleyen yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu savaşlarda üst üste yenilgiler almış ve artık savaşların sadece maneviyata dayalı insan gücüyle kazanılamayacağı, askerlik savaş sanatının bilimle doğrudan ilişkisi olduğu anlaşılmıştır.25 Aynı zamanda, askeri teknoloji ve sanayideki gelişmelerin izlenememiş olması devleti dağılma sürecine sokmuştur. Bunun en büyük sebebi ise Osmanlı maliye ve devlet ekonomisinin içine girdiği krizdir.26

Yeniçeriler, Osmanlı Ordusunun en gözde birlikleri olarak bilinmelerinin yanında, kurulmalarının ilk yıllarından itibaren disipline aykırı hareketlerde bulunmaya başladıkları da bir gerçekti. Bilindiği üzere, tarihe “Genç Osman Vak’ası” olarak geçen kanlı olay Yeniçerilerin Saraya karşı en büyük hareketidir.27

III. Selim dönemine gelindiğinde, Osmanlı Kara Ordusunu, yeniçeriler, humbaracı, topçu, lağımcı sınıfları, eyalet askerleri, valilerin kapu halkı, âyan ve derebeylerin savaşa getirdikleri veya gönderdikleri erlerden oluşmaktaydı. III. Selim ordunun yeniden düzenlenmesi kapsamında, humbaracı ocağı, lağımcı ocağı ve topçu ocağı için kanunnameler çıkartmış, bu ocaklara ehliyetli askerlerin alınmasını ve onlar için ayrı birer kışla oluşturarak eğitim yapmalarını sağlamıştır. Osmanlı

22 Alaettin Avcı, Türkiye’de Askeri Yüksek Okullar Tarihçesi (Cumhuriyet Devrine Kadar), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1963, s.57

23 Said Arif Terzioğlu, Türk Ordusu, 1965, s.21-25

24 Terzioğlu, s.32-33

25 Eralp, s.119

26 Akyaz, s.18

27 Terzioğlu, s.33-37

Devleti’nin büyümesinde büyük rol oynayan ve XVI. Yüzyıl ikinci yarısından sonra bozulmaya başlayan tımar sistemi için III. Selim 1791 yılında Tımar Kanunnamesi ile yeni düzenlemeler getirmiştir. Dışarıda sanat ile uğraşmaya başlayan, evlenen ve artık kul olmaktan çıkan yeniçerilerin yerine “Nizam-ı Cedit” adında yeni bir ordu kurmayı düşünen III. Selim bunu gerçekleştirmiş ve özel üniformalı 1.602 asker Levent Çiftliği’nde Batı tarzında eğitimlere başlamıştır. Talimler dört Fransız subayın kumandasında yapılıyordu. Asker sayısı, taşralardaki sevkler ile birlikte 12.000’e ulaşmıştır. Anadolu’daki eyaletlerde kurulan kışlalar ile birlikte 1792 yılında kurulan Nizam-ı Cedit önemli bir konuma sahip olmuştur. Ancak ulemanın Nizam-ı Cedit’e karşı yürüttüğü karşı hareketler sonucunda 1807’de isyan çıkmış ve III. Selim Nizam-ı Cedit teşkilatının lağvedildiğini açıklamak zorunda bırakılmıştır.28 III. Selim döneminde batılılaşma hareketleri kapsamında ülkede altı yüz kadar yabancı teknik uzman görevli bulunmuştur. Bunların hemen yarısı Fransız, geri kalanlar İngiliz, İsveçli ve Avusturyalı idi.29

Osmanlı Devletinin ordu ile özdeşleşmiş olması, gerileme dönemiyle birlikte hem devleti hem de orduyu bunalıma sürüklemiştir. Artık XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yöneticileri, kendi otoritelerinin siyasi temellerini sarsmadan, orduyu yenilemek ve güçlendirmek zorunda kalacaklardır.30

Tanzimat öncesinde III. Selim ile başlatılan batılılaşma hareketleri, Tanzimat’a kadar geçen süre içerisinde geniş ve etkili yenilikler getirememiştir. Ancak III.

Selim’in başlatmış olduğu yenilikler ileride II. Mahmut ile daha sağlam temeller üzerinde sürdürülecektir.31 Devam eden Tanzimat dönemi ile birlikte ulaşılmak istenen iki hedef olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi, devletin daha fazla toprak kaybını önlemek maksadıyla yeni bir ordunun teşkil edilmesi, diğeri ise merkez

28 Yücel Özkaya, “III. Selim Döneminde Kara Ordusunda Yapılan Yenilikler”, Yedinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C. II, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2001, s.1-10 ve Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1994, s. 52

29 Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1994, s.53

30 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, Umut Matbaacılık, İstanbul, 1996, s.58

31 Avcı, s.14

yönetimi yerel yönetime karşı otoriter kılmaktı. Her iki amacı da gerçekleştirmek için güçlü bir ordunun oluşturulması bir zorunluluktu.32

II. Mahmut döneminde 15 Haziran 1826'da başlayan Yeniçeri Ayaklanmasının bastırılmasını müteakip, “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adlı, batıdaki ordulara benzer bir ordunun kurulması, bu eğiliminin bir sonucudur.33 7 Temmuz 1826 tarihinde yayımlanan Kanunname ile yeni bir teşkilatlanmaya gidilerek oluşturulan yeni birlik 12.000 kişilikti. Bu birlik, her biri 1.526 mevcutlu ve başında binbaşı bulunan sekiz tertibe ayrılmıştı. Bu sekiz tertibe de Başbinbaşı komuta etmekteydi.

Her tertip iki koldan ve her kol 100 mevcutlu altı saftan oluşmaktaydı.34

Asakir-i Mansure-i Muhammediye ile başlayan dönem, askerî eğitim ve öğretiminin talimnamelere dayandırıldığı, modern askerî eğitimin de başlangıcını oluşturmaktadır. Acemi erden Alaya kadar her eğitim kademesini kapsayan bu talimnamelerde genel olarak yanaşık düzen ve muharebe düzenleri ile ilgili hususlar yer alıyordu.35 Ordu, gönüllülerden ve vilayetler tarafından gönderilen askerlerden oluşmaktaydı. Gerçek bir askere alma sistemi mevcut değildi.36

1828 yılında “tertip” tabiri “alay”, “saf” tabiri ise “bölük” olarak yeniden isimlendirilmiş, alay ile bölük arasına tabur kademesi eklenmiş ve alay üç taburun birleşmesiyle oluşturulmuştur. Başbinbaşı rütbesi kaldırılmış ve alay komutanı olarak

“miralay” (albay), tabur komutanı olarak binbaşı atanmıştır. Alay komutan yardımcılığı görevi için de miralay ve binbaşı arasına “kaymakam” (yarbay) rütbesi ilâve edilmiştir.37

Müteakiben iki alayın birleştirilmesiyle teşekkül eden livalar (tugaylar) kurulmuş ve başına mirliva (tuğgeneral) atanmıştır. Teşekkül eden tugayların başına ise “ferik”

32 Hale, s.92

33 Muzaffer Erendil, Askeri Tarih ve Türklerde Askeri Tarih Çalışmaları, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1990, s.13

34 Kadir Kasalak, “Kara Ordusunda Subay Rütbeleri 1826-1961)”, Yedinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C. I, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2000, s.392 ve İhsan Ilgar, Tarih Boyunca Türk Ordusu, Maarif Basımevi, İstanbul, 1957, s.14

35 Yusuf Çam, Atatürk’ün Okuduğu Dönemde Askeri Okullar (1892-1902), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1991, s.16

“İlk talimnameler, 1830 basımlı Talimname-i Suvariyan, 1836 basımlı Talimname-i Alay, 1837 basımlı Kanunname-i Asakir-i Mansure-i Muhammediye talimnameleridir.”

36 Erik Jan Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma, Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928), Çev. Ergun Aydınoğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, s.156-159

37 Kasalak, s.393

(tümgeneral ) getirilmiştir. 1832 yılında yapılan bir değişiklikle İstanbul’daki tüm hassa tugaylarının başı müşir (mareşal) kademesine yükseltilmiş ve yapılan bazı yeni düzenlemelerle 1843 yılında rütbeler yeniden düzenlenmiştir.38

1834 yılında ordunun modernize edilmesi kapsamında, Prusya’dan örnek alınan redif birlikleri denilen ihtiyat ordusu oluşturulmuştur. XIX. Yüzyıl boyunca redif ordusunun görevi, kırsal kesimde düzeni sağlamak ve kanunları uygulatmak olmuştur. Redif birlikleri, düzenli bir ordu altında birleştirilmelerine karar verildiği 1912 yılına kadar devam etmiştir.39

Osmanlı Ordusu, Yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar geçen süre içerisinde bir meslek ordusu şeklindeydi. Yeniçeri ocağının kaldırılması sonrasında kurulan yeni orduda, askerlik hizmeti paralı olmaktan çıkmış ve mecburi hizmet haline gelmiştir.

Müslüman olmayan halk ile İstanbul halkı ise askerlik hizmetinden muaf tutulmuştu.

Bu uygulamaya, Müslüman olan Bosna-Hersek, Arnavutluk, Arap Yarımadası ve Trablusgarp da dahildi. Bununla birlikte, Anadolu ve Rumeli’de yaşayan Müslüman olmayan ve askerlik hizmetinden muaf olan halktan, bu muafiyet karşılığında “nakdi bedel” alınmaya başlamıştır.40

Abdülmecit döneminde (1839-1861) asker alma usulleri ve süresi belirlendiği gibi hizmetin de prensip itibariyle bütün imparatorluk halkı için bir mükellefiyet olarak kabul edilmiştir.41

Kanuni Esasi’ye göre, “Osmanlı tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine, hangi din ve mezhepten olursa olsun, istisnasız olarak Osmanlı tabir olunur” ve

“Osmanlıların bütünü, kanun önünde ve din ve mezhep işlerinin dışında memleketin

38 a.g.e., s.395-396

“Er, Onbaşı, Bölük Emini, Çavuş, Baş Çavuş, Mülâzımı Salis (Asteğmen) (Topçu sınıfında yer alır), Mülâzımı Sani (Teğmen), Yüzbaşı, Tabur İmamı, Tabur Kâtibi, Alay Kâtibi, Liva Kâtibi, Sol Kolağası (Kd.Yüzbaşı), Sağ Kolağası (Kd. Yüzbaşı), Alay Emini, Binbaşı, Kaymakam (Yarbay), Miralay, (Albay), Mirliva (Tuğgeneral), Ferik (Tümgeneral), Müşir (Mareşal).”

39 Zürcher, s.156-159

“1806 yılında bu sayı 1.590 subay ve 22.685 askere yükselmiştir.”

40 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (1876-1907), C. VII, 4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995, s.354-355

41 Osmanlı Askeri Teşkilâtı ve Kıyafetleri (1876-1908), Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı Yayınları, Anadolu Matbaa, İstanbul, 1986, s.11

haklar ve vazifelerinde eşittirler” denilmiştir. Bu ifadeler, askerlik bakımından eşitsizliğin ortadan kalkması anlamına geliyordu.42

Prusya askerlik yönetmelikleri esas alınarak hazırlanan ve 1843 yılında ilan edilen yeni ordu yönetmeliğine göre beş yıl zorunlu askerlik öngörülmekteydi. Redif hizmeti ise yedi yıl olarak belirlenmişti. Redif birliklerinde hizmet görenler iki yılda bir ay eğitime çağrılıyordu.43 Böylece Gülhane Hatt-ı Şerife (1839) ile Hatt-ı Hümayun (1856) ıslahat hareketleri sonrasında, din farkı gözletilmeksizin tüm halkı vatandaşlık eşitliği içerisine almış ve askerlik hizmetinin nazarî esasları kurulmuştur.44

Kara ordusu 1848 yılında altı ordudan oluşmaktaydı: iki ordu İstanbul’da, bir ordu Makedonya-Bosna bölgesinde, bir ordu Doğu Anadolu’da, bir ordu Suriye’de, bir ordu Arabistan’da bulunuyordu. Toplam subay-er sayısı ise 150.000 bin civarında idi.45

XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yüzyıllar boyu mukaddes cihat inancı altında birleşen orduda, değişik diller konuşan ve farklı dini inançlara sahip insanları tek bir çatı altında ortak bir ülkü duygusuyla nasıl birleşebileceği hususu büyük bir engel teşkil ediyordu. Avrupa devletlerinde vatan ve vatanseverlik olguları bir anlam kazanmıştı. Ancak aynı şeyi Osmanlı Devleti için söylemek gerçekten çok zordu.

Askerlik mükellefiyetine ait kanunlarda kararname ile yapılan değişiklik ile gayrimüslimler askerlik hizmetinden bedeli karşılığı muaf tutuluyorlardı. Bunun sonucunda, maddi yönden güçsüz durumda bulunan Türk, Arnavut ve Arap köylüler ordu saflarında çoğunluğu oluşturuyordu. Subayların çoğunluğunu ise orduda muvazzaf olarak görev yapmayı kabul eden Müslümanlar ve özellikle Türkler meydana getiriyordu.46

Tanzimat ile birlikte yoğunlaşan batılılaşma çabaları, askerlik alanına da yansımış, Osmanlı Ordusu da çağına uygun bir şekilde yeniden örgütlenmeye çalışmıştır. Subay ihtiyaçlarını karşılamak üzere okullar açılmış, asıl gücü sağlayan

42 Karal, s.360-361

43 Zürcher, s.158-159

44 Dankwart A. Rustow, Türkiye’de Ordu, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1970, s.11

45 Ilgar, Tarih Boyunca Türk Ordusu, s.14 ve Çadırcı, s.37

46 Rustow, s.11,12

erlerin sağlanmasında sağlıklı ve adil düzenlemeler getirilmeye çalışılmıştır. Askere alma sistemi yeniden gözden geçirilerek yeniden hazırlanan Kur’a Kanunnamesi (Askerlik Kanunu) 1871 yılında yayınlanmış ve 1908 yılına kadar esasta pek değiştirilmemiştir. Müslüman olmayanların askerlik hizmetleri ile ilgili düzenlemeler getirilmiştir. Böylece, Tanzimat dönemi ve müteakiben Meşrutiyet dönemleri, Osmanlı Devlet yapısında önemli değişiklik ve yenilikler getirirken, ordunun modern bürokratik niteliklere kavuşmasını da sağlamıştır.47

Ancak zorunlu askerlik sisteminin yürütülmesinde karşılaşılan en büyük sıkıntıların başında ülkede sağlıklı bir nüfus sayımının yapılmamış olmasıydı. Aynı zamanda gayri müslimlerin de askerlikten muafiyetleri söz konusuydu.48

Uzun süre uygulamada kalan gönüllülük sisteminin değeri 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında azalmıştır. Osmanlı-Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması sonrasında askerlik hizmetinde mecburiyetlik konusu gündeme gelmiş, ancak Müslüman ve Müslüman olmayan halk arasında ortak bir ülkü tesis edilememiştir.49 1844 yılından itibaren zorunlu askerlik sistemini belli bir başarıyla uygulayan Osmanlı Devleti, bunun sonucunda oluşturdukları orduyu, iyi yönetememişlerdir.

Zorunlu askerlik sisteminde uygulanan bedel-i nakdi ve bedel-i askeri vasıtalarıyla uygulanan muafiyetler sonucunda, Osmanlı Ordusu, Anadolu’dan gelen Müslüman köylülerden oluşan bir ordu olarak kalmış ve bir anlamda da I. Dünya savaşı sonrasındaki Anadolu’daki ulusal devletin ordusunun temelini oluşturmuştur.50 Osmanlı Devleti ordusunda da batılı ülkelerin ordularındaki benzer reformların gerçekleştirilmesi ve ordunun güçlendirilmesi amacıyla, Avrupa devletlerinden bazı askeri heyetler bu dönem içerisinde ülkeye getirilmiştir. 1874-1875 yıllarında Türkiye’ye gelen iki Avrupalı subay, Mareşal Marmont ve Yzb.Moltke (daha sonra Prusya ve Almanya İmparatorluğu’nun Genelkurmay Başkanı olmuştur), büyük bir ordu kurulmasına ve erlerin savaşçılık kabiliyetinin yüksek olmasına rağmen, modern komutanlığı bilen subaylardan yoksun bir ordunun herhangi bir değeri

47 Çadırcı, s.37

48 Zürcher, s.162-169

49 Karal, s.360,361

50 Zürcher, s.172

olmayacağını belirtmişlerdir.51 Osmanlı Ordusu’nun en zayıf bölgesinin subaylar olduğunu gören Moltke, aynı zamanda ordunun moral, disiplin ve sağlık durumu ile donatımının kötü olduğunu anılarında belirtmektedir. Ancak, asıl önemli olan nokta, ordunun yeniden teşkilatlanmasından ne kastedildiğinin üst makamlar tarafından tam olarak bilinmemesiydi.52 Osmanlı Devleti’nde 4 yıldan fazla kalan Moltke, Osmanlı Ordusu hakkındaki ilk değerlendirmelerinde; “Ceketleri Rus, yönetmelikleri Fransız, silahları Belçikalı, başlıkları Türk, eğerleri Macar, kılıçları İngiliz ve öğretmenleri her milletten” diyerek, ordudaki teçhizat, malzeme ve doktrinin çok farklı kaynaklardan olduğunu ifade etmiştir.53

XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda askeri yenileşme adı altında benimsenen Fransız askeri sisteminin 1870’te iflasından sonra daha militarist bir yapıya sahip Alman askeri sistemi benimsenmiştir.54 XIX. Yüzyılın sonunda ve XX. Yüzyılın Türk askeri çevrelerine hâkim olan stratejik düşünceler, Prusya-Alman ekolü eğiliminde bir gelişme göstermiştir.55

XIX. Yüzyılda iki dönemde yoğunlaşan askeri alandaki profesyonelleşme faaliyetleri neticesinde, Napolyon Savaşları ile birlikte birçok devlet askeri eğitim kurumlarını oluşturmuş ve subaylık mesleğine giriş şartlarını yumuşatmışlardır. Bu yüzyılın üçüncü çeyreğinde ise terfi süreçleri gözden geçirilmiş, genelkurmay örgütlenmeleri kurulmuş ve ileri düzeyde askeri öğrenim kurumları oluşturulmuştur.

Bu yaşanan sürece Prusya öncülük etmiş, tüm Avrupa uluslarında askeri profesyonelliğinin temel unsurları 1875 yılı itibarıyla görülmesine rağmen, kapsamlı bir sistem olarak sadece Prusya’da yerini almıştır.56

51 Akyaz, s.20

52 Jehuda L. Wallach, Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Türkiye’de Prusya-Alman Askerî Heyetleri (1835-1919), Çev. Fahri Çeliker, Genelkurmay Askerî ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1985, s.16-17

“Mareşal Marmont kendisine gösterilen bir manevradan anılarında şöyle bahseder: “Bu bir ordu değil, bir yığın...Erden Alay Komutanına kadar ödevlerinin ne olduğu hakkında en küçük fikirleri bile yoktu....Acele birçok alaylar kurulmuş. Fakat başlarında subaylar bilgisiz ve ehliyetsiz... Hiç birinde kendine ve ötekilerine güven yok. Komutanlık yapamıyorlar.” Modern taktik ve strateji bilgilerinin yokluğu özellikle Mareşalin gözüne batıyordu. İşte bu noktada, bir ordu için subayların ne kadar önemli bir unsur olduğu ortaya çıkmaktadır.”

53 Rustow, s.9

54 Turan, s. 225

55 a.g.e., s. 176

56 Samuel P. Huntington, Asker ve Devlet, Çev: Kazım Uğur Kızılaslan, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2006, s. 34