• Sonuç bulunamadı

II. DÜNYA SAVAŞI VE SONRASINDA TÜRK ORDUSUNDAKİ STRATEJİK VE DOKTRİNER DEĞİŞİKLİKLER (1939-1950)

4. İkinci Dünya Savaşı Sonrasındaki Gelişmeler

konuş durumu incelendiğinde, Türk Ordusunun Trakya ve Ege bölgesinde stratejik taarruz, Doğu’da ise stratejik savunma manevraları uygulayacağı anlaşılmaktadır.152 Dünya tarihinin şimdiye kadar kaydetmiş olduğu en büyük mücadele olan II.

Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan neticelerinden önemli olan bir nokta da, uluslar arası politikada “alan genişlemesi”dir. 1945 yılına dek uluslar arası ilişkilerin yoğunlaştığı bölge Avrupa idi. Avrupa devletlerinin ürettiği politika dünya için geçerli idi. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında, Afrika’da ortaya çıkan bağımsız devletlerin sayısındaki artış, uzak doğuda Çin ve Hindistan gibi büyük nüfuslu ülkeler dünya politika alanının genişlemesine sebep olmuştur.153

Savaş sonrasında, ABD ve SSCB’nin liderliğinde oluşan iki kutuplu ideolojik yapılanma zemini, kendi ideolojilerini diğer unsurlara yayma çabaları sonucu uluslar arası ilişkilere “ideoloji” ve “doktrin” unsuru girmiş ve uluslar arası sistem kendi içinde daha çatışmacı bir ilişkiler ağı ortaya çıkarmıştır.154

Savaş sonrası durumu hiç iyi olmayan yanmış ve yıkılmış Avrupa’nın ekonomik durumu çok kötüydü. Sovyetler bu durumu fırsat bilip, komünizm propagandasını Avrupa ülkeleri üzerinde yoğunlaştırmış ve bu ülkelerdeki komünist partilerin kışkırtmaları ile çıkan grevler ülkelerin ekonomilerini felce uğratmıştı. Bundaki amaç, Komünist partilerin iktidara gelmeleri için uygun şartları sağlamak idi.158 Sovyetlerin savaş sonrası bu yayılmacı tutumu, savaş sonrasında kendi milli politikasına dönmek isteyen ABD’ni bu yolundan çevirmiştir.159

Savaş sonrasında, ABD ve İngiltere savaş süresince elinde bulundurduğu asker sayısını azaltma yoluna gitmiştir. 1945 yılında ABD’nin elindeki kuvvet 3.100.000 iken, 1946 yılında bu sayı 391.000 idi. Aynı şekilde 1945 yılında elindeki kuvvet 1.321.000 olan İngiltere, bu kuvveti 1946 yılında 488.000’e indirmiştir. Buna karşın Sovyetler Birliği, savaştaki 6 milyonu aşan silahlı kuvveti ile harp sanayini savaş sonrasında aynı şekilde elinde tutmaya devam etmiştir.160

1945 yılının başlarında ABD, İngiltere ve SSCB arasında yapılan Yalta Konferansında (4-11 Şubat 1945), SSCB tarafından şartların değiştiği ileri sürülerek Boğazların statüsünün yeniden düzenlenmesi talebi İngiltere ve ABD tarafından kabul görmüştü.161 Yalta Konferansının sonrasında, Molotof 19 Mart 1945 tarihinde saat 15.00’de Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper’i kabul ederek, 17 Aralık 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşmasını yeni şartlara uymadığı gerekçesiyle feshettiğini bildirmiştir. Bu, Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin dostluğunun artık sona erdiğinin bir göstergesiydi.162 Bu gelişmeler sonrasında Ankara’ya gelen Selim Sarper Moskova’ya dönüşü sonrasında 7 Haziran 1945 tarihinde Molotof ile tekrar görüşmüştür. Bu görüşmede Sovyetler, Montreux Boğazlar Sözleşmesinin iki tarafın

158 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), s.443-444

159 Kurtcephe, “İkinci Dünya Savaşı Sonunda Türkiye Üzerinde Rus Baskısı”, Altıncı Askerî Tarih Semineri Bildirileri, s.151

160 Erendil, İkinci Dünya Harbi’nden Sonra Oluşan Silâh Sistemlerinin Taktik ve Stratejiye Etkileri, s.32

161 Kurtcephe, “İkinci Dünya Savaşı Sonunda Türkiye Üzerinde Rus Baskısı”, Altıncı Askerî Tarih Semineri Bildirileri, s.129

162 Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), s.276

katılımıyla yeniden düzenlenmesini, üstü kapalı olarak Türkiye’nin Doğu sınırının yeniden değerlendirilmesi taleplerinde bulunuyordu.163

Diğer taraftan, Ankara’daki Sovyet Elçisi Vinogradov, 12 Haziran 1945’de Sovyet Hükümetinin, Türkiye ile yeni bir dostluk antlaşması imzalaması için aşağıdaki şartlara bağlı olduğunu bildirmiştir.

- Kars, Ardahan ve Artvin bölgelerinin Rusya’ya iadesi, - Boğazlarda Rusya’ya üsler verilmesi,

- Montreux Antlaşmasının tadili,

- Trakya’da Bulgaristan ve Yunanistan lehine hudut tahsisatı yapılması.164 Molotof’a göre Sovyetler Birliği ve Türkiye Boğazları müştereken müdafaa etmelidirler, Boğazlar Rusya’nın kapısıdır ve Türkiye yalnız başına onları müdafaa edecek kadar kuvvetli değildir.165 Zaten, Stalin’in “Rusya gibi büyük bir devlet, Türkiye gibi küçük bir devletin elinin boğazında olmasını kabul edemez” şeklindeki sözleri Boğazlar konusunda Rusya’nın tavrını çok açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Stalin sadece Boğazlardan serbest geçiş ile yetinmek istemiyor, Boğazlarda üs istiyordu.166

Savaş sonrasında, müttefiklerin askerlerini terhis etmesine karşılık, harp süresince ABD desteği ile gelişen ordusunu terhis etmeyen Sovyet Rusya’nın Boğazlarda üs ve Doğu Anadolu’dan toprak istemesi Türkiye için dönemin en önemli olayı idi. Savaş sonrasında bütün dünya, barışı yaşarken, Türk Ordusu, Rusya’nın bu tutumu nedeniyle uzun süre mevcut yapısını korumak durumunda kalarak sefer şartlarını yaşamaya, hiç değilse hazırlık olarak devam etmiştir.167

17 Temmuz 1945 tarihinde ABD, SSCB ve İngiltere’nin katılımı ile yapılan Postdam Konferansında, Stalin, Türkiye ile 1921 tarihinde Doğu sınırının belirlenmesinde Sovyetler aleyhine durum oluştuğunu ve Boğazların savunmasının

163 Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s.152 ve Kurtcephe, “İkinci Dünya Savaşı Sonunda Türkiye Üzerinde Rus Baskısı”, Altıncı Askerî Tarih Semineri Bildirileri, s.134

164 Baltalı, s.114-115

165 Aynı yer

166Taner Baytok, Bir Asker Bir Diplomat, Güven Erkaya-Taner Baytok Söyleşi, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001, s.19

167 Suat İlhan, Türk Askeri Kültürünün Tarihi Gelişmesi, s.214-215

Türkiye ile Sovyetler Birliği’nce müştereken yapılmasını istemiştir. Sovyetlerin bu taleplerine, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1 Kasım 1945 tarihinde Meclis açılış konuşmasında sert bir dil ile cevap vermiştir:”…Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz”.168

1945 yılı içerisinde Sovyet Rusya’nın Doğu Anadolu ile Boğazlar hakkında Türkiye’den taleplerini, iki ülkenin kendi meseleleri olarak değerlendiren ABD, 1946 yılında bu tutumunu değiştirmeye başlayacaktır. Ocak 1946 aylarının başlarında, ABD, Rusya ile Türkiye arasındaki gerginliği dikkatle takip ettiğini, konunun ikili ilişkiler boyutunu aşarak Birleşmiş Millet Anayasası çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir.169

1946 yılının başında, uzun yıllar ABD’de Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapan ve oradaki kordiplomatın en kıdemlisi haline gelen Münir Ertegün vefat etmiş ve ABD 8 Mart 1946 tarihinde, Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiye’ye USS Missouri zırhlısı ile göndermeye karar verdiğini açıklamıştır. Bu karar duyulduğunda Cumhurbaşkanı İnönü “Münir Bey bütün hayatında Türkiye’ye hizmet etti. Şimdi öldükten sonra da hizmet ediyor” 170 demiştir. 5 Nisan 1946 tarihinde Büyükelçi Münir Ertegün’ün cenazesi, 270 metre boyunda, 57.500 ton ağırlığında ve 1.600 mürettebata sahip olan dünyanın ikinci büyük zırhlısı USS Missouri tarafından Türkiye’ye getirilmiştir. ABD’nin, bir büyükelçinin ölümü üzerine giriştiği bu görülmedik olay, pek çok kimse tarafından Amerika’nın Sovyet tehdidine karşı Türkiye’yi yalnız bırakmayacağı şeklinde yorumlanmıştır.

Savaş sonrasında kendisini doğrudan ilgilendiren hayati çıkarları ile ilgili iki dış politika olayı ile karşı karşıya bulan Türkiye, Batı’dan hiçbir resmi destek sözü almadığı halde SSCB’nin toprak ve Boğazlardaki isteklerine askeri önlemleri uygulayarak tek başına karşı durmuştur.171 Sovyetler Birliği’nin taleplerine karşılık olarak 22 Ağustos 1946 tarihinde Türkiye tarafından verilen nota Rus maslahatgüzarına iletilmiştir: “Boğazların müşterek müdafaası teklifi Türkiye’nin

168 Kurtcephe, “İkinci Dünya Savaşı Sonunda Türkiye Üzerinde Rus Baskısı”, Altıncı Askerî Tarih Semineri Bildirileri, s.142-143

169 Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), s.303,304

170 İnönü, s.182

171 Suat İlhan, Türk Askeri Kültürünün Tarihi Gelişmesi, s.218

hiçbir suretle feragat edemeyeceği ve takyidini kabul eyleyemeyeceği egemenlik haklarına ve egemenliğine aykırıdır.”172

Türkiye üzerindeki askeri baskısını 1946 sonbaharında arttıran Sovyet Rusya, Kafkaslara 190.000, Bulgaristan’a da 90.000 kişilik kuvvet yığmıştı. Bu durum karşısında Türkiye, yedekleri silâh altına çağırmış ve Pasinler bölgesinde yığınaklanma yapmaya başlamıştır. 24 Eylül 1946 tarihinde yeni bir nota daha veren Rusya, aynı taleplerini sürdürmekte ve Boğazlar meselesinin de Postdam Konferansında öngörüldüğü üzere hükümetler arası müzakere edilmesini istemektedir. Türkiye, 18 Ekim 1946 tarihinde notaya cevap vermiş ve Boğazlar için Karadeniz’e kıyısı olan devletlere ayrıcalık tanınamayacağını belirtmiştir.173

Sovyetler Birliğinin, 1945-1946 yıllarında Doğu Anadolu toprakları ile Boğazlar üzerindeki taleplerini resmen açıklaması, Türkiye’yi Ulusal Kurtuluş Savaşından sonra en kritik safhaya sokmuştur.Bu olay, İkinci Dünya Savaşının başlangıcından beri fiili tarafsızlığını koruyan Türkiye’nin kısa bir süre içinde bu politikasını terk ederek, batı ile yakın iş birliği araması, özellikle ABD ile ilişkileri güçlendirmesine yol açmıştır. 174 Savaş sonrasında karşılaştığı SSCB tehdidine karşı tek başına karşı koyamayacağını değerlendiren Türkiye, 1947 yılından itibaren “Truman Doktrini” ile sağlanan askeri nitelik taşıyan yardımların zaman içerisinde ekonomik boyutu taşınmasıyla ABD’nin stratejisinin bir parçası olmaya başlamıştır.175 Böylece, Truman Doktrini ile birlikte ulusal çıkarlarının ötesinde ABD’nin ulusal çıkarlarını ön plana alan Türkiye’nin tek kutuplu dış politika süreci başlamış oluyordu.176 Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde yardım almak biçiminde başlayacak olan bu ilişki, yakın bir gelecekte NATO gibi gerçekten bir denge unsuru olabilecek

172 Cumhuriyet Gazetesi, 23 Ağustos 1946

173 Cumhuriyet Gazetesi, 19 Ekim 1946 ve Kâmuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s.306,307

174 Mehmet Gönlübol, “Dış ve İç Etkenler Açısından NATO ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Nisan 1971, S. 43, s.34, ve Stratejik Etütler Bülteni, S. 74, Genelkurmay Askeri Tarih ve Strateji Etüt Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi, 1981, s.97

175 Tanilli, s.514

176 Sabri Yirmibeşoğlu, Askeri ve Siyasi Hatıralarım, Kastaş Yayınevi, Zafer Matbaası, İstanbul, 1999, s.55

bir kuvvete dayanmak zorunluluğu ortaya koyacak, Atlantik Paktı’na girme çabalarını artıracak, sonunda Türkiye’yi NATO üyeliğine dek götürecektir. 177

Türkiye’yi, Ortadoğu ülkelerini Sovyetler Birliğinin komünist yayılmacılığına karşı koruyabilecek bir sigorta olarak gören ABD, Türkiye’yi kaybettikleri takdirde Ortadoğu’yu savaşla savunma yeteneğini tümüyle kaybedeceklerini biliyordu.

Sovyet baskılarına karşı doğal bir engel olarak nitelendirilen Türkiye’nin bu baskılara karşı koyabilmesi için Batının yardımı gerekliydi. O dönemde Türkiye’nin elinde 600.000 kişilik bir kuvvet, 300 kadar uçak ve yetersiz bir donanma mevcuttu.

Bu kapsamda yapılacak yardımın niteliği konusunda ABD makamları tarafından yapılan inceleme neticesinde, öncelikle; kara kuvvetlerinin hava saldırılarına karşı güçlendirilmesi, elindeki silahların yenileştirilmesine, muhabere ve lojistik sistemlerinin geliştirilmesine, uçak ve diğer harp malzemelerinin sağlanmasına ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Türkiye’nin yakın bir gelecekte kendi askeri ihtiyaçlarını geliştirmesinin çok zor olduğu görülmektedir.178

Truman Doktrini ile Marshall yardımı Sovyetlerin yayılmacı faaliyetlerine karşı alınmış önemli tedbirlerdir. Ancak 1948 Berlin Buhranı Sovyet tehdidinin çok daha büyük ve devamlı olacağını göstermiştir.179 1948 tarihinde İngiltere, Fransa, Belçika, Lüksemburg, Hollanda’nın kurmuş olduğu Batı Birliği Savunma Örgütü’nün, Amerika’nın katılımı olmadan Sovyetler için fazla bir caydırıcılığı olmayacağı anlaşılmıştır.180 Böylece Amerika, Sovyetleri durdurma yani “Containment”

politikasını yürürlüğe koymuş ve bunun sonucunda 4 Nisan 1949 tarihinde NATO ittifakı teşkil edilmiştir.181

Savaş sonrasında oluşan iki kutuplu dünya düzeninde, Amerika stratejisi, Kuzey Avrupa’da İskandinav Kıyılarından başlayarak Güneydoğu Avrupa, Yugoslavya, Yunanistan, Karadeniz, İran kuzeyine kadar yay biçiminde uzanan bir hatta sıkışmıştı. ABD’nin bu hattı savunmasının desteklenmesi için büyük bir deniz ve

177 Gönlübol, “Dış ve İç Etkenler Açısından NATO ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, s.34 ve Stratejik Etütler Bülteni, S. 74, s.97

178 McGhee, s.56-58

179 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), s.447-448

180 Baskın Oran, Türk Dış Politikası (1919-1980), C.I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s.543

181 Donald Kagan, On The Origins Of War, Published By Doubleday, USA, 1995, s.444, Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), s.447-448 ve İsmail Soysal, Türkiye’nin Uluslar Arası Siyasal Bağıtları, C. II (1945-1990), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s.391

hava ulaştırma gücüne sahip olması gerekiyordu. Sovyetler Birliği için ise geniş bir cephe üzerinde büyük bir kara kuvvetine ihtiyaç duyulmaktaydı.182

Dış politikayı bir büyük güce dayandırarak yürütme geleneği Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminden itibaren başlamıştı. Cumhuriyet döneminde, Batılı Devletlerle girişilen mücadelede Sovyetler Birliği’ne dayanmak şeklinde ortaya çıkan bu süreç, 1930’lu yıllarla birlikte dünya konjonktüründe meydana gelen değişikliklerle İngiltere ve Fransa’ya doğru yönelmiştir. Dünya Savaşı sonrası askeri ve ekonomik açıdan yıkıma uğrayan İngiltere ve Fransa’nın bunu sürdürmeleri imkânsızdı. Sovyet yayılmacılığı ve tehdidi ile birlikte, yaklaşık 150 yıldır izlenmekte olan bir büyük güce dayanma yönündeki dış politika stratejisinin ekseni Amerika Birleşik Devletleri’ne doğru kaymıştır.183