• Sonuç bulunamadı

2. Aydınlanma Yolculuğu

2.1. Cogito Felsefesi

181

Descartes, Katoliklerle Protestanların amansız kanlı mücadelelerinin olduğu bir dönemde yaşar. Galileo, Engisizyon tarafından yargılanmaktadır. Kopernik’i destekleyen kimseler Kilise tarafından zulüm görmekte, Katolik Kilisesi yeni bilimsel ve felsefi fikirlere karşı insafsız baskılar uygulamaktadır. Bu dönemde, aynı zamanda, Rönesans’ın bilim, matematik, felsefedeki neden olduğu değişimlerin sonuçları da hissedilmektedir (Aczel, 2007: 5).

182

2.1.1. Derin Bir Şüphe Duygusu ve Aklın Doğru Kullanımı için Gerekli Olan İlkeler

Gazali, ilahi bir ışık vesilesiyle, şüphe duygusundan kurtulmuştu. Descartes ise şüpheden kurtulmak için, aklın doğru bir şekilde çalışmasını engelleyen tortuları ortadan kaldırmaya çalışmış, bunun için de çeşitli kurallar öne sürmüştür. Onun öne sürdüğü kurallar, Aklın Yönetimi İçin Kurallar’da yirmi bir, Metot Üzerine Konuşma’da dört, Felsefenin İlkeleri’nde ise iki tanedir.

Felsefenin İlkeleri’ndeki iki kural, diğerlerini özetleyici niteliktedir. İlkin, bu ilkeler o kadar açık ve apaçık olmalıdır ki; insan aklı, onları dikkatle tetkike koyulduğunda, doğruluklarından şüphe etmemelidir. İkinci olarak, diğer nesneler var olmadığı halde bile ilkeler bilinebilmelidir; fakat buna karşılık, ilkeler var olmadığında başka şeyler bilinmemelidir. İlkelere bağlı olan şeylerin bilgisini, bu şekilde edinmeliyiz ki, yapılan tümdengelimler boyunca, aşina olunmayan hiçbir şeye rast gelmeyelim (Descartes, 1988: 6). İlkeler çok açıktır. Bu ilkelerden diğer bütün şeyler çıkarılabilir (Descartes, 1988: 12). Yapmamız gereken ilk şey, kesin bir şeye, duruma ulaşmaktır. Oradan hareketle de, var olanların bilgisine ulaşmaktır.

Doğru olan bir şey varsa, o da, her şeyden şüphe ediyor olmamızdır. Şüphe edebilmemiz için de düşünüyor olmamız lazımdır. Düşündüğümüz şeyin eksikliklerini, yanlışlıklarını fark etmemiz gereklidir. Düşünmeden, şüphe edilemez.

Bu anlamda, şüphe ediyorsam, düşünüyorum demektir. Düşünen bir şeyin var olmadığını söyleyebilir miyiz? O zaman: Düşünüyorum öyleyse varım hakikatinin şüphecilerin en acayip varsayımlarının bile sarsmaya gücü yetmeyecek derecede sağlam ve güvenilir olduğunu görerek, bu hakikati, aradığımız felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeliyiz (Descartes, 1984: 33). Buradan hareketle de, diğer şeylerin bilgisine ulaşmalıyız.

Ben varsam, Tanrı da vardır. Çünkü Tanrı, var olan her şeyin yaratıcısıdır.

Varlığımı Tanrı’ya borçluyum. O olmasaydı, ben de var olamazdım. Benim varlığım, zorunlu olarak Tanrı’yı gerektirir. Ancak Tanrı var olduğu halde, ben var olmayabilirim. Çünkü benim varlığım, Tanrı’nın varlığının nedeni değildir. Tanrı, ben olmasam da vardır.

183

Düşünme edimi ile sadece kendimizin ve Tanrı’nın varlığı kanıtlanmaz. Aynı zamanda, çeşitli şekilleri olan, çeşitli tarzda hareket eden, uzunluk, enlilik ve derinlikçe uzamlı bulunan cisimlerin varlığını da kabul ederiz.

2.1.2. Geçici ahlaktan Cogito’ya Bağımlı Ahlaka

“Nasıl oturduğumuz evi yeniden yapmaya başlamadan önce, onu yıkmak, malzeme biriktirmek ve mimar bulmak, ya da bizzat mimarlık etmek ve ayrıca dikkatle onun resmini çizmek yetmez de, aynı zamanda bu işle uğraşırken rahatça oturabilecek bir ev de bulmak gerekirse; tıpkı bunun gibi, aklım beni yargılarımda karasız olmaya zorlarken, davranışlarımda kararsız kalmamak ve böylece elimden geldiği kadar mutlu yaşayabilmek için, kendime üç ya da dört düsturdan ibaret geçici bir ahlak oluşturdum.” (Descartes, 1984: 25). Bu geçici ahlak, Descartes’in kendi felsefesini oluşturmadan önce, davranışlarda rehberlik etmesi açısından tasarlanmıştır. Dört temel düsturu vardır:

1) Tanrı’nın, çocukluğumuzdan beri içinde yetişmemize lütuf ve inayet gösterdiği dine sağlamca bağlı kalmalı, ülkenin yasa ve adetlerine boyun eğip, her türlü aşırılıktan uzak durmalıyız.

2) Davranışlarımızda, elden geldiği kadar sağlam ve kararlı olmalıyız.

En şüpheli görüşleri bile bir defa benimsedikten sonra, o ilkelerden vazgeçmemeliyiz.

3) Düşüncelerimizin dışındaki hiçbir şeyin, bütünüyle, elimizde olmadığının bilincinde olmalıyız. Dışımızda meydana gelen olaylar hakkında elimizden geleni yaptıktan sonra, gücümüzün yetmediği bütün şeylerin, bizim için mutlak olarak imkânsız olduğuna inanma alışkanlığını edinmeliyiz.

4) Hayatımızı aklımız doğrultusunda işlettiğimizde, gücümüz oranında hakikatin peşinde koştuğumuzda mutlu ve hoşnut olabiliriz.

Geçici ahlak, Cogito felsefesinin sistemleşmesinden önce, davranışlardaki kararsızlıkları ortadan kaldırmak için düşünülmüştür. Onun son düsturu, bizlere,

184

Descartes’in felsefesinin hangi yönde gelişeceğini ve buna bağlı olarak da, asıl ahlak anlayışının nasıl olacağına dair fikir verir: Hayatımızı akla göre düzenlemek ve hakikatin peşinde koşmak! Bunlar, tam da Cogito’cu ahlakın özünü kuracak olan şeylerdir.

Daha önceki dönemlerde yaşamış olan filozoflar, erdemleri farklı şekillerde tasarlamışlardı. Ancak onlardan hiçbiri, gerçek ve yalancı erdem ayrımı yapmamıştı.

Descartes ise, bu ayrımı yapan ilk kimsedir. Yalancı faziletler, çeşitli bozukluklar ve rezilliklerdir. Karşıtları olan diğer bozukluklardan daha ender geliştikleri için, ifratı bulundukları silik faziletlerden daha fazla itibar görmektedirler: Tehlikeden çok fazla korkanlar, çok az korkanlardan daha kalabalık olduğundan, çoğu zaman cüret veya atılganlık, meziyet olarak görülür. Fırsat düşünce de, gerçek cesaretten daha çok kendini gösterir (Descartes, 1988: 1-2).

Gerçek faziletler ise ahlaki anlamda, iyi bir davranışı amaçlarlar. Ancak onların hepsi, doğru bilgiden gelmezler. Yanlış ve eksik bilgiden doğanları da vardır.

Çoğu zaman korkudan sofuluk, umutsuzluktan cesaretin açığa çıkması bunlara iyi birer örnek oluşturur. Bir insan, cesur olmayabilir. Ancak günün birinde, başına gelen talihsiz bir durumdan ötürü zorunlu olarak cesur olabilir. Çünkü hayatını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş ve başka bir çıkar yolu kalmamıştır.

Normal zamanda en cesur insanın bile yapamayacağı şeyi, şimdi, kendisi yapabilir hale gelmiştir. Bu durum, o insanın erdemi amaçlamasından ötürü gerçekleşmez.

Yaşadığı yoğun bir korku duygusundan kaynaklanır.

Erdemden gelen mutluluk da kendi başına yeterli değildir. Erdem, akılla aydınlanmadığı zaman yanlışa neden olabilir. İyiyi yapma irade ve kararı, bizi, iyi sandığımız kötü şeylere de götürebilir. Bunun için, erdemden gelen mutluluk kendi başına sağlam değildir. Aklı doğru kullanma, iyinin doğru bir bilgisini vererek erdemin yanlış anlaşılmasına engel olduğu gibi, erdemle, meşru zevklerin arasını bularak, onları tatmamızı kolaylaştırır. Tabiatımızın hal ve şartını öğreterek, arzularımıza bir sınır da koyar (Descartes, 1966: 32).

Descartes’in ahlak anlayışı, insanın, akılsal bir varlık olması üzerine kurulmuştur. Sadece ahlak anlayışı değil, onun bütün felsefesi de bu akılsallıktan

185

nasibini almıştır. Spinoza ise Hobbes gibi, insanı, bir akıl varlığı olarak değil güç varlığı olarak tasarlar. Geliştirdiği etik anlayış da, Descartesçi öncüllerden önemli oranda farklıdır. Spinoza, sorumluluk ve ödevler üzerinde yükselen bir moral ve hukuk karşısında hakka, güce ve tutkulara dayanan bir etik ortaya koymuştur (Bumin, 2010: 85). Onun bu tavrı, Hobbes’u andırır. Hobbes da, insanı, bir kudret varlığı olarak görmekteydi. İnsanı bir akıl varlığı olarak görüp, ahlak ve politikayı ona dayandırmaktan ziyade, bir güç varlığı olarak ele almış ve ahlakı, politikayı onun üzerine dayandırmıştı.

Descartes, metafizik anlayışıyla uzun sürecek olan bir ayrıma da neden olmuştur. Bu ayrım, ruh ve beden, Tanrı ve Doğa ikiliğinde sergilenmiştir. Spinoza ise bu ayrımı ortadan kaldırmaya çalışmış ve bunun için de, Tanrı ve Doğanın aynı şey olduğunu savunmuştur. Bu anlamda, Spinoza’nın metafiziği, Stoacılar’ınkine benzerdir. Stoacılar da, Tanrıyı, Doğayı ve Aklı özdeş kılmışlardı.