• Sonuç bulunamadı

Ahlakın Temel Kavramı Özgürlük Değil Erdemdir

4. Antik Yunan

4.4. Olduğundan Başka Türlü Olabilen Nesnelerin Olduğundan Başka Türlü Olamayan Nesnelere

4.4.3. Ahlakın Temel Kavramı Özgürlük Değil Erdemdir

87

tarafından ikincil olarak değerlendirilmiştir- esas olarak yalnızca aklın teorik aktivitelerini içermez. Eudaimonia, bütün insan yaşamını ve eylemlerini kapsar ve o aynı zamanda ahlaksal erdemleri ve pratik bilgeliği de içerir. Kapsayıcı anlayış, eudaimonia kavramını, insan doğasının birleşik bir bütünlük olduğuna gönderimde bulunur. Bu ise akıl, duygu, algı ve eylemin karşılıklı etkileşiminin ruha sahip bedendeki ifadesini içerir (Nagel, 2009-2010: 111).

Aristoteles'in, insanı özü itibariyle akıllı, düşünen bir canlı olarak tanımını aklın iki (veya üç) faaliyeti (theoria=Bilmek, praksis=eylemek, poiesis=yaratmak veya meydana getirmek) arasında konuları itibariye yaptığı ayrımı (theoria, olduğundan başka türlü olması mümkün olmayan zorunlu ve ezeli-ebedi şeyler, praksis ve poiesis olduğundan başka türlü olmaları mümkün olan toplumsal şeylerle ilgilidir) göz önüne alırsak insanın en önemli ve değerli etkinliğini theoria'da bulması dolayısıyla bu etkinliğiyle ilgili erdemleri, yani düşünce erdemlerini diğer erdemlerden daha üstün tutması ve bu erdemlerle ilgili bilgeliği, yani teorik bilgeliği veya felsefi bilgeliği insan hayatının ana ereği olarak görmesi gerektiği görüşüne varırız. Gerçekten de Aristoteles'in bilinçli görüşü, insanın insan olmak bakımından ana ereğinin teorik hayat olduğu yönündedir (Arslan, 2007: 271).

İnsanın formu karmaşık ve etkinlikleri çok çeşitli olduğundan, insan için en iyi ve en yüksek mutluluk en iyi ve en yüksek etkinlikle, insanın insan olarak doğasını en eksiksiz şekilde ifade eden ve gerçekleştiren etkinlikle deneyimlenecektir. Aristoteles'e göre, bu etkinliğin temaşa olduğundan kim kuşku duyabilir? (Jones, 2006: 421) Mutluluk bir imkân veya yeti değil, fiil veya etkinliktir,

“ruhun erdeme uygun etkinliği”dir. O halde onun erdemler içinde onların en yükseğine uygun etkinlik olacağını düşünmeliyiz. “İnsanda bulunan en iyi şey, en değerli şey, en yüce ve en tanrısal şey ne ise mutluluk bu şeyin kendi erdemine uygun etkinliği” olacaktır.

88

açmaktadır. Arzu, tam akılsal bir şey değildir. Öte yandan o, arzuyla seçim arasında bir ayrım yapmakla özgürlüğün alanını biraz daha genişletmektedir. Nihayet seçimin konusunun ne imkânsız, ne zorunlu şeyler olmayıp olumsal şeyler olduğu görüşüyle özgür seçimin doğası hakkında biraz daha aydınlığa kavuşmaktayız. Ama bütün bu sözlerle özgürlüğün ne olduğu, özgür bir isteğin veya seçimin nasıl mümkün olduğu konusunda tatmin edici bir noktaya ulaşamamaktayız (Arslan, 2007: 257-258).

Aristoteles, ahlaki bir eylemin temel koşulunun özgür iradeden kaynaklanan bir eylem olması gerektiği konusunda çok açık olmasına karşılık, özgür iradenin ne olduğu, onun nasıl mümkün olduğu konusunda aynı ölçüde açık değildir. Diğer ahlak felsefeleri gibi Aristotelesçi ahlak felsefesi de özgürlüğü veya özgür iradeyi, özgür seçimi talep etmektedir ama onun ne tür bir şey olduğunu, nasıl mümkün olduğunu analiz etmeye girişmemektir (Arslan, 2007: 256-257). Aristoteles'in temel ahlaki kavramı “özgürlük” değil “erdem”dir, eşitlik değil liyakattir. Bu ilkeden dolayı, Aristoteles'in politik toplumu özgürlüğü değil erdemi gerçekleştirmeyi hedef alır ve iktidarı da ancak bu erdemi yaratma yönünde en büyük liyakate sahip olanlara vermeyi doğru bulur (Arslan, 2007: 292).

Tarihsel açıdan Aristoteles, ilkçağ tarihinin çok önemli bir döneminde yaşamıştır. Onun yaşadığı yıllarda Yunan devletleri Makedonya ordularının saldırısına uğrayarak siyasi bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Öğrencisi İskender’in Yunanistan üzerinden geçen orduları da Hindistan’a kadar uzanmışlardır. İskender, Asya seferleriyle Helenizm denilen fenomene yol açmış, Hellenistik Çağ’ı başlatmıştır. Bu gelişmenin kültür tarihi bakımından büyük sonuçları olmuştur.

Hellenistik Çağ’da Yunan kültürü, kendi içine kapalı olmaktan çıkmış, Akdeniz çevresinde –başlangıçta özelikle Doğu Akdeniz ve Mısır’da- oturan ulusları birleştiren büyük bir kültür akımının içinde yer almış ve bu sürecin temeli olmuştur.

Bu süreç, İskender’in ölümünden (M.Ö. 323) sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan Hellenistik Devletler’de Yunan ve Doğu düşüncelerinin karşılaşıp birbirleriyle kaynaşmasıyla başlamıştır. İki düşüncenin bu kaynaşımı, Roma İmparatorluğu’nda da sürecek, nihayet Hıristiyanlıkta son formuna ulaşacaktır.

İlkçağ kültürünün Aristoteles’ten sonraki başlıca evreleri; Helenizm, Roma ve Hıristiyanlıktır (Gökberk, 2007: 82).

89

Aristokratik toplumun ağır bastığı “Karanlık Yüzyıllar”da, önceleri bir iskân biçimi olan fakat daha sonra Hellen Tarihi’nde tümüyle bir yaşam biçimine dönüşen kent devletleri (polis’ler) ortaya çıkmıştır. M.Ö. 8. yy’dan itibaren yaygınlık kazanan polis’lerin ortaya çıkışı farklı şekillerde olmuştur (İplikçioğlu, 2007: 21-22). Bu şehirlerden en önemlisi, Atina kent devleti, şu şekilde kurulmuştur: Şehirler ya oranın yerlileri ya da yabancılar tarafından yapılandırılır. İlk durum, çok küçük yerlere dağılmış şekilde oturanların, güvenli şekilde yaşayamayacaklarını anladıkları zaman ortaya çıkar. Onlardan her biri az sayıda ve yerleşik oldukları için saldırıya karşı koyamazlar. Savunma oluşturmak için birleşseler çok geç kalırlar. Oturdukları yerleri bırakıp kaçsalar düşmanları için hazır av olurlar. Bu tehlikeli durumlardan kaçmak için ya kendi inisiyatifleriyle ya da aralarındaki daha otoriter birisinin inisiyatifiyle, yaşamaya uygun ve savunulması daha kolay bir yere yerleşirler. Atina kent devletinin kuruluşu da bu şekilde, Theseus’un otoritesi altında kurulmuştur.

(Machiavelli, 2009: 24)

Yunanistan’ın diğer bir önemli şehir devleti Sparta’nın kuruluşu ise daha çok ikinci durumla ilişkilidir. Sparta’ya saldıran, orayı ele geçiren Dorlar tarafından kurulur. Atina ile Sparta, Yunanistan’ın en önemli kent devletleridir. Onlardan başka kent devletleri de vardır. Ancak Atina’nın felsefe, sanat ve mimaride aldığı yol;

Sparta’nın ise savaşçılıkta ve askeri eğitimde kazandığı ün, ikisini de ön plana çıkarmıştır. Ancak gerek Atina gerekse de Sparta ve daha birçok kent devletinin en önemli özelliği, etki alanlarının fazla olmamasıdır. Yunan kent devletlerinin küçük oluşu, vatandaşlarının her türlü siyasal olaydan doğrudan doğruya etkilenmelerine ve kendilerini her türlü siyasal olayla ilgili hissetmelerine yol açmıştır. Buna uygun olarak vatandaş –içinde yaşadığı kent devletinin anayasasının olanak tanıdığı ölçüde- siyasal yaşamda etkili bir pay sahibi olmuştur (İplikçioğlu, 2007: 22-23).

Polis içerisindeki insanın konumunu Aristoteles, animal rationale ve zoon politikon şeklindeki ikili sınıflandırmasıyla ortaya koymuştur. Arendt’e göre, Roma’da bu iki tanımdan sadece birisi hayatta kalmıştır. O da animal rationale’dir.

Modernliğin başlangıç dönemlerinde, insanın yaptığı alete güvenerek evreni incelemeye başlamasıyla, insanın bu görünümü homofaber’e dönüşmüştür. Üretimin kitlesel olarak gerçekleştirilmesiyle özel olana ait edimin kamusal olanın her yanını

90

sarmasıyla insanın görünümü de animal laborans şeklinde değişmiştir (Arendt, 2004:

90).

Antik Yunanda “çalışma”, biyolojik varlığın devam ettirilmesi için gerekli olan bir edim olarak görülüyordu. Bundan dolayı köleye uygun bir şey olarak kabul ediliyordu. Çünkü biyolojik varlığın devamı, en ilkel ihtiyaca tekabül ediyordu. İnsan varlığının en önemli özelliği ise onun bir söz varlığı olmasında yatıyordu. Polis içerisinde yaşayan Yunanlılar, işlerini şiddet yoluyla değil, konuşarak, ikna ederek hallediyorlardı. Barbarlar ise sözsüzdü ve köleleri zorla çalıştırıyorlardı. Onlar arasında söze dayalı bir ilişki yoktu(Arendt, 2004: 38-39). Söze dayalı bir ilişkinin olmayışı, sadece Barbarlarda, köle ile onun sahibi olan arasındaki ilişkide geçerli değildi. Genel anlamda, Barbarların yönetme ve yönetilme pratiklerinde de geçerliydi.

Olgun Yunan şehir devletlerinde, özgür vatandaşların ortak kullandığı (koine) polis’in alanı, tek tek şahıslara ait olan (idia) oikos’un alanından kesin olarak ayrılmıştır. Kamusal hayat, bios politikos, Pazar meydanında, agora’da cereyan eder;

fakat mekânsal olarak bağlanmış değildir. Kamu, mahkeme ve meclis görüşmelerine bürünebilen müzakere türlerinde oluşabileceği gibi (lexis), savaşta ve savaş oyunlarındaki gibi ortak eylemde de (praxis) oluşur. Yunan kamusal hayatına katılımın koşulu, bir aile reisi olarak özel alan üzerinde özerk olmaktır. Bunu sağlayan şey, dolaşımdaki bir servete ya da emek gücüne sahip olmak değildir.

Yoksulluk ve köleden yoksunluk, Yunan siyasal hayatına katılmanın başlıca engelleridir (Habermas, 2003: 60).

Arendt’in, polis’te yaşayan bir efendi ile yine bir başka efendi arasındaki ilişki ile ilgili yorumları nettir. Ancak yine polis’te yaşayan bir efendi ile köle arasındaki cereyan eden ilişki hakkındaki yorumları muğlaklaşır. “Barbarlar ise şiddet vasıtasıyla yönetilmekte, köleler zor kullanılarak çalıştırılmaktaydı…” ve akabindeki “barbarlar ve köleler sözsüz, konuşmasız idiler, yani aralarında esas olarak söze dayalı bir ilişki mevcut değildi.” önermeleri sadece barbarların kendi aralarındaki ilişkiyi yansıtmamaktadır. Bir barbarın, kölesine nasıl davrandığını da göstermektedir. Ya Yunanlı Efendi? Onun köle ile arasında nasıl bir bağlantı vardı?

91

Köleyle de söz üzerinden mi anlaşıyordu? Buralarda, Arendtçi argümanlar net değildir. Bu zayıflığı da Habermas doldurur. Habermas, özerk alanda hakim olan efendinin despot olduğu görüşündedir. Efendinin despot oluşu, bizlere, polis içerisinde yaşayan efendi ile köle arasında da söze dayalı bir ilişkinin olmadığını, kölenin şiddet ve zor üzerinden çalıştırıldığını göstermektedir. Arendt’in mi, yoksa Habermas’ın daha doğru bir argümantatif temellendirme ortaya koyduğunu bilmiyoruz. Ancak Habermas’a da şu soruların yöneltilmesi gerektiğini düşünüyoruz:

Emek gücüne sahip olmayı, köleye sahip olmadan nasıl ayırabiliriz? Onu, aile reisine, efendiye mi atfetmeliyiz? Çalışmak zorunda olmayan, ölümsüzlük peşinde koşan efendiye kölece bir şeyi, emeği nasıl yükleyeceğiz?

Hellenistik hareketle beraber, bireyi sarıp sarmalayan, onun dışında yaşamın olmayacağını düşünen Hellenli’nin polis’i zayıflamaya, parçalanmaya başlar. Ama aynı zamanda Hellen kültürü, sadece Yunanistan’a sıkışıp kalmaz. Başka uygarlıkları da etkiler. Bu hareketin siyasal amacı olan “panhellenizm” onu, pers saldırılarına karşı korur. Kendi kültürünün, başka uygarlıklar üzerinde de etkili olmasını sağlar.

5.Hellenistik Dönem

Yunanlılar arasında savaş bir türlü eksik olmuyordu. Ancak onlar için asıl tehlike Persler olmuşlardır. Bu ortak düşmana karşı koyabilmek, onu yok edebilmek için Yunanlıların kendi aralarında birleşmeleri gerekiyordu. Bu uzlaşmanın bir politikası da olmalıydı. Böylece “panhellenizm” yani “Yunanlıların Birliği”

düşüncesi doğdu. Bu, her Yunanlının sempati ile baktığı ama söz konusu birliği sağlayacak önderin kim olacağı sorusunu da beraberinde taşıyan bir anlayıştı. Atinalı hatip (rhetor) Isokrates, M.Ö. 346’da Makedonya Kralı II. Philippos’a yazdığı mektupta, Yunan ulusunun başlıca dört büyük kentinin (Atina, Argos, Sparta ve Thebai) güç birliği yaparak onun komutasında Perslere karşı sefer düzenlemesini istiyorlardı (Tekin, 2003: 98). II. Philippos (Büyük İskender’in babası), M.Ö. 337 yılında, Yunan kentlerini ulusal bir kongreye katılmaya çağırdı. Bu kongredeki alınan kararlarla Helen birliği oluşturuldu. Philippos, üye kentlerin delegelerinden oluşan ve bir meclis tarafından yönetilecek olan birliğin önderi seçildi. Oğlu III.

Aleksandros (Büyük İskender) ile Perslere karşı büyük bir sefer yapılacağını ilan etti.

92

Ancak Pilippos, M.Ö 336’da kızı Kleopatra’nın evlilik kutlamaları sırasında 46 yaşındayken başkent Pella’da bir suikast sonucu öldürüldü. Bunu üzerine Büyük İskender, 20 yaşında Makedonya tahtına geçti. Makedonya hegemonyasını hazmedemeyen Atina ve Thebai’yi ele geçirdikten sonra bütün düşüncesini Doğu seferi üzerine yoğunlaştırdı. Onun Doğu seferine başladığı M.Ö. 334 yılı ile son Hellenistik krallık olan Ptolemaioslar’ın Actium savaşı ile tarih sahnesinden silindikleri M.Ö. 30 yılı arasındaki yaklaşık 300 yıllık dönem, “Hellenistik Çağ”

olarak adlandırılır (Tekin, 2003: 102).

“Hellenistik” kelimesini bilimsel bir terim olarak tarihe mal eden Alman Tarihçisi Gustav Droysen (1808-1884) olmuştur. Droysen, bununla Büyük İskender’in Doğu’yu fethiyle birlikte Yunan dili ve kültürünün Yunanistan’ın sınırlarının dışına çıkıp Doğu’nun eski büyük uygarlıklarının dünyasına yayılması ve onları etki altına almasıyla ortaya çıkan evrensel-kozmopolit kültürü kastetmiştir.

Droysen Hellenistik terimini, Büyük İskender’e kadar ulusal bir kültür, bir site kültürü olarak gelişen ve bundan dolayı “Hellenik” olarak adlandırılması uygun olan Klasik Yunan kültürünün bu fetihler sonucunda genişlemesi, kozmopolit ve seküler bir kültüre dönüşmesi olgusunu ifade etmek için kullanmıştır (Arslan, 2010: 3).

O dönemlerde Atina’daki mevcut eğitim kurumları, Platon’un Akademia’sı ile Aristoteles’in Lykeion’uydu. Bu okulların otoriteleri, 4. yüzyılın (M. Ö) sonlarına doğru kurulan iki yeni okul tarafından sarsılmıştır. Kurulan yeni okulların tutunması ve etkileri, felsefenin aldığı yeni doğrultuyu yani “yaşayış bilgeliği” sorununu pek açık ve tek yanlı dile getirmeyi bilmelerinden olmuştur. Bunlar da Stoa ile Epikuros’un okuludur. Bu dört okul (Akademia, Lykeion, Stoa, Epiküros Okulları) Atina’da yüzyıllarca yan yana yaşamışlardır. Roma döneminde Atina’da bir çeşit üniversite kurulunca, bu dört okul da ayrı kürsülerde temsil edilmiştir. Bunlar, ilkin M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllarda, birbirleriyle şiddetle savaşmışlardır. Tartışıp savaşmaları da her şeyden önce ahlak anlayışları bakımındandır; metafizik, fizik ve mantık sorunlarındaki tartışmaları ahlak görüşleri yüzündendir (Gökberk, 2007: 85).

Hellenistik dönemde, Epikürcülük ve Stoacılık gibi okulların yanında Septisizm gibi düşünce akımları da ortaya çıkmıştır. Ancak onların bahsedilen

93

okullar gibi sistematik bir örgütlenmeleri olmamış, kendilerinden sonraki gelen düşünce dünyalarının üzerlerinde çok da etkili olamamışlardır. Bundan, onların hiç de etkileri olmadığı şeklinde bir şey anlaşılmamalıdır. Anlatılmak istenen şey, bu anlayışın, kalıcı iz bırakmamış olmamasıdır. Epikürcü ve Stoacı düşünürler ise Sokratik okullar içerisinde yer alan iki okulun (Kireneliler ve Kiniklerin) düşüncelerini benimsemişler, onları geliştirmişlerdir. Kendi dönemlerine damgalarını vurdukları gibi, çok daha sonra gelen düşünürler üzerinde de etkili olmuşlardır.

İlk Sokratik okul, Megara’dır. Bu okul, adını kurulup geliştiği Megara kentinden (Atina’nın batısında kurulmuş olan) alır. Okulun kurucusu, Megara’lı Eukleides’dir. Temsilcileri ise Eubulides, Dioklides, Pasikles ve Stilpon’dur.

Eukleides, Parmenides’in ve Sokrates’in çömezi, Platon’u dostuydu. Sokrates’in öldürülmesinden sonra başta Platon olmak üzere tüm çömezleri, Atina’dan ayrılıp Megara’ya gitmişlerdi. Eukleides’in felsefesi Plâtonculuk’tan etkilenmemiş, hatta ona ters düşen bir kuşkuculuk ve yüzeysellik içinde olmuştur. Eukleides, Sokrates’ten sonra Parmenides’in etkisine girmiş, bu iki filozofun düşüncelerini birleştirmeye çalışmıştır. Amaç, Sokrates’in “İyi”siyle Parmenides’in “Bir Varlık”ını özdeşleştirmektir. Eukleides, “İyi”yi tek değer olarak belirliyor, “Bir Varlık”ın İyi olduğunu bildiriyordu. Değişik kavramları bu bütünsellikte eritmeye çalışıyordu.

Eukleides’e göre biçim, tanrı, düşünce, öbür şeyler hep aynıdır. Bunların tümü “İyi”

kavramında bir araya getirilebilir. “Değişik adlarla anılsa da İyi tek bir şeydir.”

Böylece değişik varlıkları yansıtan ayrı ayrı kavramları “İyi” kavramı çerçevesinde birbiriyle özdeşleştirerek, çeşitliliğin, nesnelerde değil de adlarda olduğunu bildirir.

Bu tutumu onu, “Varlık İyidir” görüşüne ulaştırır (Timuçin, 2006: 349).

İkincisi okul ise Elis’tir. Kurucusu Phaidon’dur. Phaidon, Sokrates’in en sevgili öğrencisi olmakla ünlüdür. Adı, Eflatun’un bir eserinin başlığı olması nedeniyle ölümsüzleşmiştir. Diğer bir temsilcisi olan Menedemos, M.Ö. 300 tarihlerinde Elis ve Megara ekolünü Stilpon’un ahlaki kinizmiyle karışmış olarak vatanı Eğriboz (Eubea) adasında Eretria şehrine taşır ve orada bir felsefe okulu kurar (Vorlander, 2004: 103-104).

94

Sokratesçi okullardan üçüncüsü Kynikler (Kinikler)’dir. Okulun kurucusu Atinalı Antisthenes’tir (M.Ö. 444-368). Antisthenes, önceleri Gorgias’ın daha sonra da Sokrates’in öğrencisi olmuştur. Sokrates’in ölümünden sonra Kynosarges Gymnasion’unda okulunu kurmuştur. Yaygın bir kanaate göre, “kynik” sözcüğü, Kynosarges adından gelmektedir. Bir başka önemli düşünceye göre ise kynik sözcüğü, Kyon’dan türemedir. Kyon ise Yunanca’da köpek demektir; kynik, köpek gibi olan, köpek tutumunda olan, köpeksi anlamlarına gelir (Gökberk, 2007: 48).

Başkalarına örnek olmak ilkesinden yola çıkan bu okulun düşünürleri yaşam filozoflarıydılar. Ahlaklı bir yaşamı sanat olarak belirliyorlar, bu sanatın felsefesini ortaya koymaya çalışıyorlardı. Yaşamla düşünceyi son derece birbirine yaklaştırmış olan Kinikler, öngördükleri “dayanıklı adam” imgesini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Kara, yağmura, sıcağa, soğuğa, acıya dayanıklı insanı yaratmak istiyorlardı. Üstü başı dökülen, saçı sakalı birbirine karışmış, karda yağmurda yalınayak başıkabak gezinen, böylece dirençlilikte ona buna örnek olmak isteyen bu insanlar, bir tür sokak filozoflarıydılar. Her şeyden önce belli bir örneğe dayanmak, sonra örnek olmak, ayrıca örnekleri tanıtmak çabası içinde dobra dobra konuşarak az çok toplum dışı bir yaşam sürüyorlardı. Çok zaman meslekten dilenci durumundaydılar. Alanlarda yatmak, barınaklarda barınmak, her kapıyı çalmak onların işiydi (Timuçin, 2006: 350).

Kiniklerin ikinci büyük temsilcisi, Diogenes’e göre, en yüce iyi erdemdir.

Bilim, ün, zenginlik boştur. İnsan, yaşamı boyunca erdeme ulaşmaya çalışmalıdır.

Erdem doğuştan sahip olduğumuz bir şey değildir. Bilgiyle de elde edilemez, yaşam deneyleri içinde elde edilebilir. “Yaşamda hiçbir şey deneysiz başarılamaz, deneyle her şey aşılabilir.” Erdemli olabilmek için doğal ve basit bir yaşam sürmeyi göze almak gerekir, bu da gereksinimleri en aza indirerek çaba göstermeyi gerektirir.

Epiktetos’a göre o, büyük bir filozoftur. Atina ve Korinthos halklarından büyük saygı görmüştür. Kimileri onu bir dilenci olduğu özellikle de bir fıçıda yaşamını sürdürdüğü için hafife almışlardır. Elinde feneriyle adam arayışı, bir isteğin var mı diye sorana “gölge etme başka bir şey istemem” cevabı herkes tarafından bilinmektedir.

95

Sonuncu Sokratik okul Kireneliler’dir. Adını doğup geliştiği Kirene (Libya’nın doğusunda bulunan) kentinden alan bu okulun önderi Aristippos’tur.

Önemli düşünürleri Arete (Aristippos’un kızı), Theodoros, Eudoksos ve Hegesias’dır. Sokrates’in derslerini izlemiş olan Aristippos’a göre bilginin tek kaynağı duyumlardır.

Aristippos, toplumu umursamaz, bilimlere güvenmez. Ona göre matematik, iyiyle ve kötüyle uğraşmadığından son derece önemsizdir. Filozofun ilgisi kolay ve iyi yaşamanın yollarına yönelik olmalıdır. Amaç sıkıntıya girmeden mutluluğa ulaşmaktır. Mutluluğun erdemden, erdemin de bilgiden geldiği savı doğru değildir.

Böylece Sokrates’e karşıt bir tutum alan Aristippos mutluluğun kaynağı olarak hazzı (hedone) belirler. Haz iyidir, iyi de hazdır. Erdemli olmak hazzın peşinde olmaktır.

Hazlar arasına bir ayrım koyulamaz.

Megara, Elis, Kireneliler ve Kinikler gibi Sokratik Okullar’dan, yalnızca ikisinin düşünceleri daha sonraları yaşam imkânı bulabilmişlerdir. Bu Sokratik Okullar; Kinikler ve Kireneliler’dir. Kinikler’in kayıtsızlık ahlakı Stoa düşüncesinde, Kireneliler’in mutluluğun haz olduğu, hazza dayalı olduğu düşüncesi de Epikürcülük’te geliştirilmiştir.