• Sonuç bulunamadı

İmanın binler mehâsininden yalnız beşini Beş Nokta içinde beyan ederiz.

Birinci Nokta

İnsan; nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar. Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer. Cehenneme ehil olacak bir vaziyete gi-rer. Çünkü iman, insanı Sâni-i Zülcelâl’ine nisbet ediyor;

1 “Biz insanı en mükemmel surette yarattık. Sonra da onu en aşağı derekeye düşür-dük. Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır.” (Tîn sûresi, 95/4-6).

Âlâ-yı illiyyîn: En yüce ma-kam (cennette en yüksek derece).

Esfel-i sâfilîn: En aşağı nokta (cehennemin en aşağı

tabakası).

Mebhas: Konu, bahis.

Mehâsin: Güzellikler.

Nur-i iman: İman ışığı.

Sâni-i Zülcelâl: Yüce Yara-tıcı, Hz. Allah.

Zulmet-i küfür: Küfür ka-ranlığı.

iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda teza-hür eden sanat-ı ilâhiye ve nukuş-u esmâ-yı rabbaniye iti-barıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan sanat-ı rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itiba-rıyla olur. Madde ise; hem fâniye, hem zâile, hem muvak-kat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmün-dedir. Bu sırrı bir temsil ile beyân edeceğiz.

Meselâ insanların sanatları içinde, nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen müsavi, ba-zen madde daha kıymettar, baba-zen oluyor ki, beş kuruş-luk demir gibi bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor.

Belki bazen, antika olan bir sanat, bir milyon kıymeti aldığı hâlde, maddesi beş kuruşa da değmiyor.

İşte öyle antika bir sanat, antikacıların çarşısına gidilse;

harika-pîşe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ede-rek, o sanatkârı yâd etmekle ve o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer, kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir pahasına alınabilir.

İşte insan, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir sanatıdır.

Ve en nazik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.

Fâniye: Gelip geçici.

Harika-pîşe: Harika sanat, meslek.

Hayat-ı hayvanî: Hayvanî hayat.

Hünerver: Becerikli, ma-haretli.

İntisap: Bağlanmak, ait ol-mak.

Kat’: Kesmek.

Medâr: Odak noktası, mer-kez, eksen.

Misal-i musaggar: Küçül-tülmüş numune (maket).

Mucize-i kudret: Kudret harikası.

Muvakkat: Geçici.. devam-lı olmayan.

Müsavi: Eşit, denk.

Nâzenin: Nazik görünümlü.

Nukuş-i esmâ-yi Rabbâ-niye: Cenâb-ı Hakk’ın gü-zel isimlerinin bize yansıyış şekilleri.

San’at-ı İlâhiye: İlâhî sanat.

San’at-ı Rabbâniye: İlâhî sanat.

Tezahür: Görünmek, belir-mek.

Zâile: Biten, tükenen.

Eğer nur-u iman içine girse; üstündeki bütün mânidâr nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o inti-sapla okutur. Yani: “Sâni-i Zülcelâl’in masnûuyum, mah-lukuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla insandaki sanat-ı rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni’ine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı sana-tı izhar eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı rabbaniyeye gö-re olur ve ayna-yı samedâniye itibarıyladır. O hâlde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üs-tünde bir muhatab-ı ilâhî ve cennete lâyık bir misafir-i rabbanî olur.

Eğer kat-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine gir-se; o vakit bütün o mânidâr nukuş-u esmâ-yı ilâhiye ka-ranlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni’ unutulsa, Sâni’a müte-veccih mânevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı dü-şer. O mânidâr âlî sanatların ve mânevî âlî nakışların ço-ğu gizlenir.

Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Her biri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar.

Âli: Yüce.

Âsâr-ı san’at: Sanat eser-leri.

Âyine-i Samedâniye: Ce-nab-ı Hakk’ın “Samed” is-minin tecellilerinin aynası.

İzhar: Göstermek.

Kat-ı intisap: Bağlılığın ke-silmesi.

Madde-i hayvaniye: Canlı madde.

Mahlûk: Yaratılmış.

Mânidar: Mânalı.

Masnu: Yapılmış.

Mazhar: Nail olma, şeref-lenme (bir şeyin çıktığı gö-ründüğü yer).

Misafir-i Rabbânî: Allah’ın misafiri.

Muhatab-ı İlâhî: Allah’ın muhatabı.

Nihâyet sukut: Çok çok aşağılara düşme.

Nukuş-i esmâ-yi İlâhiye:

Cenâb-ı Hakk’ın güzel isim-lerinin bize yansıyış şekil-leri.

Sâni: Yapan, sanatkâr.

Süflî: Alçak, bayağı.

Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi; kısa-cık bir ömürde hayvanâtın en âcizi ve en muhtacı ve en ke-derlisi olduğu bir hâlde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir.

Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür; böyle mahiyet-i insa-niyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.

İkinci Nokta

İman; nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üs-tünde yazılan bütün mektûbât-ı samedâniyeyi okuttu-ruyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mâzi ve müstakbeli, zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada

1

ِر ُّ ا َ ِإ ِتאَ ُ ُّ ا َ ِ ْ ُ ُ ِ ْ ُ ا ُ َ ٰا َ ِ َّا ُّ ِ َو ُ ّٰ َا

âyet-i kerî-mesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsil ile beyân ede-riz. Şöyle ki:

Bir vâkıa-yı hayâliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var birbirine mukabil, üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş.

Köprünün altında pek derin bir dere... Ben o köprünün üs-tünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesif bir zulümât istilâ etmişti.

Ben sağ tarafıma baktım. Nihayetsiz bir zulümât içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma

1 “Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara sûresi, 2/257).

Kalb: Değiştirme.

Kesif: Yoğun.

Mahiyet-i insaniye: İnsanın mahiyeti, asıl kimliği.

Mektubât-ı Samedâniye:

İlâhî mektuplar, yeryüzü (Her şeyin kendisine

muh-taç olduğu Allah’ın eserleri).

Mezar-ı ekber: Çok büyük mezar.

Tahayyül: Hayal etmek.

tefessüh: Bozulmak, kokuş-mak.

Vakıa-yi hayaliye: Hak

yol-cusunun kalb, ruh, fikir, ha-yal ve diğer latîfeleriyle ma-na âleminde seyahat eder-ken varlığın yaratılış hikme-ti, mahiyeti ve hedefi ile il-gili gördüğü gerçekler.

Zulümat: Karanlıklar.

baktım. Müthiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum.

Köprünün altına baktım. Gayet derin bir uçurum görüyo-rum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı sönük bir cep fe-nerim vardı. Onu istimâl ettim. Yarım yamalak ışığıyla bak-tım. Pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hatta önümde-ki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; “Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim.” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvâh! Şu fener, başıma belâdır” dedim. Ona kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklan-dıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gi-bi gi-birden o zulümât boşaldı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu. Her şeyin hakikatini gösterdi.

Baktım ki: O gördüğüm köprü, gayet muntazam yer-de, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber; baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyâsetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda, fırtı-nalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise; süs-lü, sevimli, câzibedâr olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bu-lunduğunu hayâl meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise; mûnis deve, öküz,

Azîm: Büyük.

Dağdağa: Gürültü.

Dâhiye: Belâ.

İstimal: Kullanmak.

Mûnis: Uysal.

Nuranî: Pırıl pırıl.

Nüzhetgâh: Gezme ve din-lenme yeri.

Seyrangâh: Gezinti yeri.

Şahika: Yüksek dağ, zirve.

Taht-ı riyaset: İdaresi al-tında.

koyun, keçi gibi hayvanât-ı ehliye olduğunu gördüm.

ُ ْ َ َْا

1

ِنאَ ِ ْا ِر ُ ٰ َ ِِّٰ

diyerek

ِتאَ ُ ُّ ا َ ِ ْ ُ ُ ِ ْ ُ ا ُ َ ٰا َ ِ َّا ُّ ِ َو ُّٰ َا

ِر ُّ ا َ ِإ

âyet-i kerîmesini okudum, o vâkıadan ayıldım.

İşte o iki dağ; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. yani, âlem-i arz ve âlem-i berzâhtır. O köprü ise, hayat yolu-dur. O sağ taraf ise, geçmiş zamandır. Sol taraf ise, istik-baldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimat eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enaniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisatı ve acip mahlûkatıdır.

İşte enaniyetine itimat eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam; o vâkıada evvelki hâlime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd mâlûmat ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber suretin-de ve asuretin-dem-âlûd bir zulümât içinsuretin-de görüyor. İstikbali, ga-yet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem her birisi, bir Hakîm-i Rahîm’in birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudâtı, muzır birer canavar hükmün-de bildirir.

1 Lutfettiği iman nûrundan dolayı hamdolsun Allah’a.

Acib: Şaşırtıcı, hayret ve-rici.

Âdem-âlûd: Yoklukla içice.

Âhir-i hayat: Hayatın sonu.

Âlem-i arz: Yeryüzü.

Âlem-i berzah: Kabir.

Dalâlet-âlûd: Dalâletle içi-ce.

Enâniyet-i insaniye: İnsan benliği.

Hâdisât: Hâdiseler.

Hakîm-i Rahîm: Engin mer-hamet ve hikmetin yegâne sahibi Cenâb-ı Hak.

Hayvânât-ı ehliye: Evcil hayvanlar.

Hodbin: Bencil.

Mebde-i hayat: Hayat baş-langıcı.

Memur-i musahhar: Gö-revli memur.

Nâkıs: Eksik.

Vahşetgâh: Ürkütücü, ıssız yer.

Vahy-i semâvî: İlâhî mesaj.

Zaman-ı mazi: Geçmiş za-man.

Zulümât-ı gaflet: Gaflet karanlıkları.

1

ِتאَ ُ ُّ ا َ ِإ ِر ُّ ا َ ِ ْ ُ َ ُ ِ ْ ُ ُت ُ אَّ ا ُ ُ ُۨؤאِ ْوَأ او َ َכ َ ِ َّ اَو

hükmüne mazhar eder.

Eğer hidâyet-i ilâhiye yetişse, iman kalbine girse, nef-sin firavuniyeti kırılsa, Kitabullah’ı dinlese, o vâkıada ikin-ci hâlime benzeyecek. O vakit, birden kâinat bir gün-düz rengini alır; nur-u ilâhî ile dolar. Âlem

ِتاَ ٰ َّ ا ُر ُ ُّٰ َا

2

ِضْرَ ْاَو

âyetini okur. O vakit zaman-ı mâzi, bir mezar-ı

ek-ber değil, belki her bir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyâsetinde vazife-i ubûdiyeti îfâ eden ervâh-ı sâfiye ce-maatlerinin vazife-i hayatlarını bitirmekle, 3

ُ َ ْכَأ ُ ّٰ َا

diyerek

makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geç-melerini kalb gözü ile görür.

Sol tarafına bakar ki; dağlar-misal bazı inkılâbat-ı berzâhiye ve uhreviye arkalarında, cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i rahmaniyeyi o nur-u iman ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelze-le, tâun gibi hâdiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşîn, mânen çok

1 “İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan karanlıklara götürürler.”

(Bakara sûresi, 2/257).

2 “Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nûr sûresi, 24/35)

3 Sadece büyüklükte değil hiçbir konuda eşi ve benzeri olmayan, başka bir şey Kendisiyle kıyas bile edilemeyecek yegâne büyük, Allah’tır.

Ervâh-ı sâfiye: Temiz, pırıl pırıl ruhlar.

Evliya: Allah dostları (kul-lukta örnek kişiler).

Firavuniyet: Firavuna ben-zeme (Allah’a baş kaldırma, isyan).

Hidayet-i İlâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın doğru yola iletmesi.

İnkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye: Kabir ve Ahiret’te olacak büyük hâdiseler.

Kitabullah: Kur’ân-ı Ke-rim.

Makamât-ı âliye: Yüce ma-kamlar.

Musahhar: Görevli.

Nebî: Peygamber.

Sureten: Görünüşte.

Taht-ı riyaset: İdaresi altın-da.

Vazife-i hayat: Ömür, ha-yat vazifesi.

Ziyafet-i Rahmâniye: İlâhî ziyafet, Allah’ın emsalsiz ik-ramları.

latîf hikmetlere medâr görüyor. Hatta mevti, hayat-ı ebe-diyenin mukaddimesi ve kabri, saadet-i ebeebe-diyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikati temsi-le tatbik et.

Üçüncü Nokta

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakiki ima-nı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imaima-nın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.

ُ ْ َّכ َ َ

1

ِ ّٰ ا َ َ

der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle hâdisâtın

dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dün-yadan geçer, berzâhta istirahat eder. Sonra saadet-i ebedi-yeye girmek için cennete uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çe-ker. Demek; iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.

Fakat yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir.Belki esbâbı, dest-i kudretin perdesi

1 “Allah’a tevekkül ettim. (Allah kerîm..!)” (Hûd sûresi, 11/56)

Berzah: Kabir.

Cihet: Yön.

Esbab: Sebepler.

Esfel-i sâfilîn: En aşağı nokta (cehennemin en aşa-ğı tabakası).

Hayat-ı ebediye: Sonsuz, sınırsız hayat.

İktiza: Gerektirmek.

Kadîr-i Mutlak: Her şeye gücü yeten mutlak ve sınır-sız kudret sahibi Hz. Allah.

Kemâl-i emniyet: Tam bir güven içinde.

Lâtif: Hoş, kibar, ince.

Mevt: Ölüm.

Mukaddime: Başlangıç.

Saâdet-i dâreyn: Dünya ve Ahiret mutluluğu.

Saadet-i ebediye: Sonsuz, bitmeyen mutluluk.

Sefine-i hayat: Hayat ge-misi.

Seyran: Seyir, dolaşmak.

Tazyikat: Sıkıntılar.

Teslim: Allah’ın bütün emir-lerine boyun eğmek.

Tevekkeltü alâllah: Allah’a dayandım.

Tevhid: Allah’ın birliğine inanmak.

Yed-i kudret: Kudret eli.

bilip riayet ederek; esbaba teşebbüsü ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek; müsebbebatı, yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:

Vaktiyle iki adam; hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler.

Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezâret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.

Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi olur.

Ben kuvvetliyim. Ma lı mı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”

Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muha-faza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize dü-şersin. Hem gittikçe kuvvetten düdü-şersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getireme-yecek. Kaptan dahi eğer seni bu hâlde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya, ‘Haindir, gemimizi itham edi-yor, bizimle istihza ediedi-yor, hapsedilsin.’ diye emredecektir.

Dua-yı fiilî: Duada isteni-len şeylerin sebeplerini de bizzat yerine getirmek (du-anın hareketlerimizle örtüş-mesi).

İttiham: İtham.

Müsebbebat: Neticeler.

Nezâret: Bakmak; koruyup, kollamak.

Sefine: Gemi.

Sefine-i sultaniye: Devlet gemisi.

Tard: Kovmak.

Telâkki: Kabul etmek, be-nimsemek.

Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat naza-rında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren guru-run ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini hal-ka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten son-ra o bîçârenin aklı başına geldi, yükünü yere koydu, üstün-de oturdu: “Oh!.. Allah senüstün-den razı olsun! Zahmetten, ha-pisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi.

İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekâvet-i uhreviyeden ve tazyikât-ı dün-yeviye hapsinden kurtulasın..