• Sonuç bulunamadı

Tarihsel süreç içinde modern bireyin nasıl ortaya çıktığı bir önceki bölümde ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu başlıkta modern bireye ilişkin tartışmaların çoğunu oluşturan bireycilik ideolojisi anlatılacaktır (Loo ve Reijen, 2014: 166). Bireycilik teriminin ilk kullanımı Fransızca kökenli individualisme’dir. Individualisme’i ilk defa 1820’lerin ortalarında Claude Henri ve Saint-Simon etkin ve sistemli bir kavram olarak kullanmıştır. Saint-Simonculuk olarak da kavramlaştırılan düşünceye göre karşı-devrimciler Aydınlanma’nın bireyi koyduğu yüce konumun ve toplumsal atomlaşma gibi düşüncelerin karşısında olarak istikrarlı, hiyerarşik bir toplum arzulamışlardır. Geçmişin kiliseci ve derebeyci yapılanmasını değil, geleceğin endüstri düzeni üzerinde durarak düzen, din, ortaklık gibi umutlarla beklenen dönemin, bireycilik ve bencillikle sonuçlanacağını iddia etmişlerdir. Dolayısıyla

individualisme’in ilk olarak Saint-Simon ve talebeleri tarafından modern dönemdeki

117

getirmek amacıyla kullanıldığı söylenebilir (Lukes, 1995: 11-15). Bireycilikle ilişkili tartışmaların çoğu birey kavramıyla ilişkilidir. Birey kavramında olduğu gibi bireycilik de Rönesans, Aydınlanma, kapitalizmin doğuşu, Protestanlık, Kalvinizm, Fransız Devrimi’yle ilişkili olarak gelişmiştir. Kavramın sosyolojik bakış açısıyla kullanımı 19. Yüzyıl’da başlarken; içeriği, modern çağın belirgin özellikleri anlatılırken kullanılan kültürel, siyasal, ekonomi gibi pek çok olgudan oluşmuştur.

Bilinçli bir toplum felsefesi olarak bireyciliğin tanımını ilk kez, eski rejimden kopuşu en iyi analiz eden Tocqueville, Amerika’da Demokrasi I-II (1835-1840) kitabında yapmıştır. Eserde yer alan ifadelerle en çarpıcı anlamını Fransız Devrimi’nde bulan bireycilik, bireylerin eşitlik adına hiyerarşiye başkaldırmalarını anlatır. Hukuksal anlamından çok demokrasiye yakın kullanılan sözcük geleneklerin belli bir özgürlük anlayışı içinde eritilmesi olarak anlamlandırılmıştır. Yasaların yalnızca insan iradesine verilmesi gerekliliği bu duruma bağlanmıştır (Renaut, 2011: 140). Sosyal alanda bireycilik 1830 yılında servet sahibi ve görgülü olarak kabul edilen burjuvaların kitlelerden yalıtılmış bir şekilde sürdürdükleri yaşamlarını ifade etmek için kullanılmıştır. Bu tanım Tocqueville’nin bireycilik anlayışına yakındır. Tocqueville’de benzer şekilde bireyciliği Avrupa burjuvası ile Amerikan kültürünün keşfiyle ilişkilendirmiştir. Modern bireyciliği belirleyen toplumsal olaylara değinerek, insanın bağımsız ve özgür olmasıyla kendi kaderinin efendisi konumuna gelmesini bireyciliğin temeli olarak konumlandırmıştır. Bireyciliği, bencillikten ayırmak gerektiğinin üzerinde durarak kişinin kendisini diğerlerinden izole ettiğini, toplumsal meselelere kayıtsızlaştığını belirtmiştir (Üskül, 2003: 87-88; Elliott ve Lemert, 2011: 10). Dahası insanlığın kendi ihtiyaçları sonucunda uydurduğu bireyciliğin ataları tarafından bilinmediğinin, çünkü her bireyin muhakkak bir zümreye ait olduğunun altını çizmiştir (Watt, 2016: 299). Tocqueville’nin bireycilik anlayışı kişinin topluma başkaldırdığı bir anlayışla değil, sorumluluklarının bilincinde olarak kolektif hayattan el çekmesine dayanmaktadır.

Modernliğin önemli kuramcılarından Wagner bireyciliği modernliğin krizlerinden biri olarak görmüş, modernliğin diğer krizi olarak gösterdiği kitle toplumu teorisiyle açıklamıştır. Wagner’in metinlerine göre kitle toplumcuları, ulus-

118

devletlerin toplumsal yapıları ve kolektif kimlikleri yok ederek, daha yalıtılmış bireyler ortaya çıkaran, anonim ve makine benzeri örgüte bağımlı kılan yapısı münasebetiyle bireycidir (1996: 260). Bir diğer önemli kuramcı Touraine bireyciliğin yükseldiği toplum zeminini anlatırken düşünülenin aksine, akılcı, dünyevileşmiş ve üretim odaklı değil; merkezileşmiş üretimle, işletmenin bireylere normalleşmeyi dayatmasıyla, dinsel kökenli ahlâksal ve toplumsal görüşlerin etkisiyle oluştuğu yönünde görüş sunmuştur (2016: 64).

Her dönemde benmerkezci, genel kanılardan bağımsız olan bireyci insanlar var olsa da bireycilikten kastedilen belirli sayıda insanlar değil, bu fikrin tüm topluma mal olmasıdır. Bireycilik olgusu bireyi, diğer bireylerden bağımsızlaştırmanın yanı sıra geleneklerden de bağımsızlaştırır. Böyle bir toplum yapısı, bireyin özerkliğine dayanan bir ideolojiye yaslanmaktadır (Watt, 2007: 68-69). Guenon bu ideolojiyi, “bireysellikten üstün her ilkenin inkar edilmesi” olarak açıklamaktadır. Öyle ki Rönesans çağında ortaya çıkan hümanizm düşüncesinin değişmiş bir biçimi olduğu düşünülmektedir ve din dışı bakış açısıyla yeşermiştir. Din dışı deyince modern eğilimlerin özetlediği gelenek karşıtı anlayış düşünülse de eski çağlarda da az da olsa belirgin olduğuna parantez açmak gerekir. Ancak hiçbir çağda son yüzyıllarda olduğu gibi topluma bu denli yayılmamıştır. Modernliğin bu düşünce üzerinde yükselmesi modern dünyaya anormal bir nitelik kazandırmıştır. Batı’nın günümüzde yaşadığı çöküş bireyciliğin yükselişine dayandırılmaktadır (2016: 111-112). Bireycilik Guenon’un Modern Dünyanın Bunalımı (1946) eserinde modern kargaşayı anlamlandırırken üzerinde durduğu önemli dinamiklerden biridir. Maddiyatın yükselişe geçtiği, modern dünyanda sapmanın hızlı gerçekleştiği dönemde yaşaması düşüncelerinin oluşmasına büyük katkı sağlamıştır.

Bireycilik olgusu özünde, günlük yaşantımızda karşılaştığımız meselelerin derinine inerek benlikle ilişki kurmaktadır. Özerk bir yaşama yön verme, kendini geliştirmenin verdiği tatmin, yakınlık duygusunun birey için ifade ettiği anlam, diğer bireylerle ilişki bireycilik kültürünün çeşitli boyutlarıdır (Elliott ve Lemert, 2011: 33). Bireyciliğin en fazla vurgu yapılan boyutu bencilliktir. Çünkü bireycilik, kişiyi çevresindeki kitleden soyutlayan, toplumdan ayrışıp tekbaşınalığa doğru götüren,

119

toplum hayatının erdemlerine saldırarak bencilliğe yol açan bir yaşam biçimidir (Özel, 1998: 14). Kişisel bağımsızlık devrimi insanların dar cemaatlerinden kopmasının ve bencilleşmesinin başlıca nedenidir. Fakat Taylor bu bencilliğin kişilerin başkalarını düşünmedikleri bir yalıtılmışlık olmadığını, topluma aidiyet duygusunu daha da yoğunlaştığı bir ortam olduğunu ileri sürmüştür. Gayrişahsi eşitlik üzerine kurulmuş toplum yapılaşmasının oluşmasıyla olumlu algılanan bir bakışa da zemin oluşmuştur (Taylor, 2006: 150).

18. Yüzyıl filozoflarından Helvetius, Locke, Condillac, Reid, Kant, Voltaire, Rousseau gibi bireycilik savunucularının bireyi merkeze alarak bencillik propagandası yaptıkları, bireysel vicdandan daha yüce bir kaynağı tercih ettikleri düşünülmektedir (Lukes, 1995: 15). Öte yandan bireycilikle ilgili pek çok psikoloji tanımı kavramı egoizme yaklaştırarak, tekil bireyi öteki insan ve kurumlarla aynı kefeye koymuşlardır. Fakat bireyciliğin psikolojik bir terim olmaktan ziyade toplumsal bir tasvir olması hem topluma yerleşmiş bir kavram olmasına hem de bildik olmasına yol açmıştır (Watt, 2016: 295). Weber’in Protestan Ahlâkı ve

Kapitalizm Ruhu (1905) adlı ünlü eserinden sonra sosyal bilimciler modern kişinin

bireycilik tesiriyle modern olduğu, dış dünyanın etkisiyle oluşan içsel benlikteki bireyciliğin sosyal psikolojinin temel hakikatlerinden olduğu vurgusunda bulunmuşlardır (Elliott ve Lemert, 2011: 187). Bireyin önceleri erdem olarak görülen gruba dahil olma anlayışından bir başına kalmayı yeğleme durumuyla bencilliğe yönelmesini, özsaygılı ve özerk bir birey olması yönünde önemli bir adım olarak görenler de vardır.

Bireycileşmeye iyimser açıdan bakanların en fazla kullandığı özgürleşme ve ilerleme kavramları, insanların geleneksel ve toplumsal bağlarından kurtulmasıyla kendi kaderlerini tek başlarına tayin etme şansının doğduğunu savlamaktadır. Çağdaş toplumda daha az toplumsal değer ve norma maruz kalan bireyler, kendileri için iyi ve kötüye yine kendileri karar vermektedir. Bireyciliğin getirdiği mutluluk, benlik gelişimi, doğa ve başkaldırıyla birlikte gelişir. Buna karşın bireycileşmenin kendi içinde oluşturduğu çelişkilerden bazıları kişilerin özgür ve bağımsız olma hâlini pratikte uyumlu hareket etme davranışıyla bütünleştirmesini beklemesidir. Pek çok

120

alanda birey, pasif ve bağımlı durumdadır. Televizyon, politika, seyahat büroları, alışveriş merkezleri gibi çağdaş kültürü oluşturan toplumsal kurumlar bireyin sözde ihtiyaçlarını tayin etmektedir (Loo ve Reijen, 2014: 191-193).

Bireycilik pratiğinin insanın doğasına çok uygun bir yapısının olduğu görüşü bireycilikle ilgili tartışmalara başka bir açılım kazandırmıştır. Her şeyden önce toplumu oluşturan bireydir. Diğerlerinden farklı olan birey, kendi kendine yetmektedir. Kendini yabancılaştıran birey, dış iradeden az etkilenerek kendisi için yaşamayı amaçlamaktadır. Ruhsal ve bedensel varlığı kendisine ait olan birey, doğal olarak kendisiyle ilgili en fazla söz hakkına sahiptir. Kendi varlığının farkında olmasıyla, bilinçli olması ve kendini yargılayabilmesiyle kendi üzerinde bir erk oluşturmasına ortam hazırlar. Bireyciliğin, bireyi çift taraflı olarak ele almasıyla, kendi içinde var olan bir varlık olarak birey, diğerlerinden kesinlikle ayrılmıştır. Dolayısıyla birey kavramı kişiyi çevresinden koruyan bir sığınağa dönüşmüştür (Üskül, 2003: 221-223). Yakın çevresinden bağımsızlaşan bireyin değeri, bireycilikle daha çok dile getirilir. Bireycileşmenin temelleri insanların coğrafi olarak birbirine oldukça uzak mesafelere yayılmalarıyla atılmıştır. Birey farklı farklı birimlerle ilişkiye geçerek, bu birimler karşısına kişisel bağımsızlık kazanmıştır (Loo ve Reijen, 2014: 38). Komünal ve geleneksel ilişkileri zayıfladığı bu ortamda, bireysel yaşam desteklenerek kişisel ilişkilere yönelik vurgulama ağırlık kazanmıştır. Bu tür ilişkiler, gönülsüz toplumsal birleşimler yerine bilinçli bir şekilde seçilen toplumsal yaşam örüntüsü sunmuştur (Watt, 2007: 203-204).

Bir diğer olumlu bakış Fransız kullanımından farklılaşmış şekilde Alman romantikler tarafından bireylik (Individualitat) olarak Aydınlanmanın rasyonel, evrensel ve tek biçimliliğine karşıt anlamda bireysel biriciklik, kendine özgülük, özgürlük ve kendini gerçekleştirme anlamında pratiğe dökülmesidir (Lukes, 1995: 24-25). Simmel’e göre modern bireyciliğin temelinde yatan derin yönelimlerden birisi budur. Özgünlük sevdasına düşen her birey gösteriş merakı, kendinde ve başkalarında heyecan uyandırma arzusuyla dolmaktadır. Özgünlük, hayatın salt kendisi olmayı, dışsal ve nesnelleşmiş formlara karışmamayı gösteren bir teminattır (2015b: 69). Modern dünyada bireyin vazgeçilmez özelliklerinden biri olarak ön

121

plana çıkmıştır. Simmel’in ön plana çıkardığı bireycilik toplumbilimsel olarak her türlü dayatmayı reddederek aşırı bir bireyciliğe doğru gitmiştir.

Simmel, bireyciliğin modern çağ boyunca aldığı şekillerin anlamını sürekli olarak farklılaştığını düşünmüştür. 18. Yüzyıl’da bireysellik12

kişisel güçler üzerindeki kısıtlamalardan sıyrılarak kendini bulmaya çalışmıştır. Aynı zamanda bütün baskılardan kurtulan insanların ancak ve ancak eşit olabileceğini ve içindeki iyiliği ortaya çıkarabileceğini vurgulamıştır. Fakat insanlar özgürlüğe kavuştuğunda ilk olarak kendi farklılıklarını, diğerlerini köleleştirmiş ya da bireysel güçlerinin çeşitliliğini ortaya çıkarmıştır (2015a: 248). Kendi kendini yeniden keşfeden kişiler, benliğini inşa etmeye, kimliğini tanımlamaya özellikle günümüz toplumlarında

12

Bireycilik ve bireysellik tartışmaları öncü toplum kuramcılarının ilgilendiği ana konulardan biridir. Bu iki kavramı birbirinin yenine kullanmak doğru değildir. Bireycilikle bireysellik kavramı kesinlikle karıştırılmamalıdır. Bireycilikten farklı bir olgu olan “bireysellik” özgürlükle yakından ilişkilidir. Her insanın tek ve biricik oluşunu fark etmesiyle doğan kavram, yaşamın her alanında karşılaşılan değişimler sonucunda bireyin kendisini toplumun diğer fertlerinden ayırarak, kendisinin farkında olan bir varlık hâline gelme sürecidir. Bireycilik daha egoist ve bencil bir tutum içeren bir kavramken, bireyselleşme bireyin egosunu feda ederek gerçek ve olgun bir birey olabilmek için gösterdiği çabayı ifade etmektedir. Bireyselleşme süreci bireyin kendine özgü özellikleri fark ederek olgunlaşmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra individualism kelimesini literatüre bazı yazarlar “bireyselcilik” olarak çevirmiştir. Bireyselcilik kavramı çoğu yerde bireycilikle aynı anlamda kullanılsa da bireycilik kavramı anlamı daha iyi karşılamaktadır.

Bireysellik mevzusunun İtalya Rönesansı çağında ortaya çıktığı konusunda genel bir görüş hakimdir. Simmel’in bireysellikten kastı Orta Çağ’ın insanlara dayattığı ortaklık biçimleri ve faaliyetlerinden, homojenleştirici etkisinden, bulanık sınırlarından, özgürlük, biriciklik ve sorumluluk duygusunun yoksunluğundan kurtulmasıdır. Örnek verilecek olursa Floransa’da herkesin kendine has bir giyim tarzı oluşturması sadece kendisini diğerlerinden ayırma mevzusu değil, birey olarak göze çarpma isteğidir. Bireyciliğin davranışsal gerçekliği Rönesans insanının hırsına, kendine aşırı düşkünlüğüne ve biricikliğine dayanmaktadır (Simmel, 2015a: 211). Bireyselleşme fikrinin odak noktası bireyin toplumsal karakterinin diğer kişiler tarafından verilmesi, miras olarak kalması ya da doğuştan kazanılan bir özellik olması durumunu ortadan kaldırmış olmasıdır. Modern durumun en dikkat çeken özelliğini oluşturan bu düşünce insanın kimliği deyim yerindeyse “veri”den “görev”e dönüştürmüştür. Kişinin yaptıklarının sonuçlarını üstlenmesini sağlamıştır. Kişilerin toplum içindeki yerlerini bir armağan olarak değil, kazanılan bir konum olarak görmüştür. Yani bir kişinin burjuva olması için doğması yeterli değil, burjuva olarak yaşaması da gerekmektedir. Burada burjuvanın örnek olarak verilmesi birey olma hâlinin o dönemde başlamasından kaynaklanmaktadır Önceki çağın “prensleri, şövalyeleri, serfleri, kentlileri” hakkında böyle bir şey söylemek mümkün değildir. Modern hayatla birlikte kişinin olduğu hale gelme ihtiyacı doğmuştur. Bireyselleşme ve modernlik aynı toplumdan doğan birbirinden ayrılmayan iki kavram olmuştur (Bauman, 2011a: 178-179).

Kültürel anlamda birey, biricik ve kendine yeterli olmak demektir. Ancak birey içinde yaşadığı toplumun da özelliklerinden soyutlanamaz. Her birey, ortak insani değerlere sahip bir kişidir. Bireyselleşme sürecinde öncelikle hayatın anlamını sorgulamakta, değer yargılarını oluşturmakta ve başka güçlerin kendisine yön vermesine karşı çıkmaktadır. Fakat uç noktalara gittikçe bencilleşmekte, sadece kendi içine dönmektedir. Giderek yalnızlaşır, ki bu durum bireyciliğin en uç noktasıdır (Erkman Akerson, 2013: 17-18). Bireycilikle bireyselliğin en güçlü ilişkisi bu kesişmeyle başlamıştır denilebilir. Günümüz tüketim kültüründe bireysellik o denli ön plana çıkarılmıştır ki kişinin bedenini sunuş şekli, yediği yiyecekler, gittiği restoranlar, ev ve otomobil tercihi, giysileri, tüketici olarak beğenileri bireyselliğini yansıtan başlıca aracılar konumundadır.

122

geçerli olan sosyal metalarda kendini bireysel olarak ifade edebilmeye çalışmaktadır. Bu görüşlerin hep vardığı nokta kimliklerin keşfi ve ön plana çıkarılmasıdır (Elliott ve Lemert, 2011: 76). Taylor da modern bireyciliği açıklarken kendine özgü insan olma, kendisi olmayı keşfetme isteği üzerinde durmuştur. Modern birey anlayışının insanın kendini keşfederken sanatsal yaratımla bağlantılandırılmış olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Başka bir deyişle kendini keşfetmenin yolu, yarattığı şey aracılığıyla gerçekleşmektedir. Sanat geçmişte olduğu gibi mimesis yani gerçeğe öykünme olarak değil yaratım ölçüsünde değerlendirilmektedir. Oluşturulan yeni vurgu bireyin kendini keşfederek kendini tanımlamasıdır (2011: 55-56). Taylor’ın modern bireycilik tasavvurunun temelindeki özellik bireyin ait olduğu topluma karşı sorumluluğunu görmezden gelip kendi isteklerine ve iç dünyasına yönelmesidir. Birey, kendi istekleri dışında davranmayı kendi kendine yaptığı ihanet gibi görmektedir.

Bireycilik düşüncesinin 18. Yüzyıl’da üzerinde durduğu diğer olgular birbirine dayandırdığı özgürlük ve eşitliktir. İnsanın en derin varlığını ifade eden eşitlik fikri bu kez eşitsizliğe yol açmış, eşitlik ve evrensellik düşünceleriyle güç kazanan “ben” eşitsizlik peşine düşmüştür. Bireyin lonca, miras kalan statü ve kilisenin zincirlerinden kurtulup özgür olduktan sonra ilk hedefi “özel ve ikame edilmez birey” olmaktır. Birey, modern çağ boyunca benliğini aramıştır. Başkalarıyla kurduğu ilişkiler benliğine varmak için gittiği yoldan başka bir şey değildir (Simmel, 2015a: 215-216). Birçok düşünürün bireycilikle ilgili dönüp dolaşıp vardığı nokta budur. Benliğin keşfi ve ön plana çıkarılması övünülesi bir davranıştır. Birey o denli önemlidir ki toplum içinde eriyip gitmesi düşünülemez. Topluma anlam kazandıran, başka bir deyişle anlamlı toplumu oluşturan yalnızca odur.

19. Yüzyıl’ın kaba bireyciliğine bakıldığında toplumun birey için çalıştığı, var olduğu ve bireyi güçlendirmek amacında olduğu düşüncesi hakimdir. Birey ve onun özel güçleri hep kutsanmıştır (Sennett, 2016: 167). Bu eğilim romantizm akımının yükselişi ve işbölümünün artışıyla bireyin kendisini bulmasından kaynaklanmıştır. Bu bireycilik biçimine göre kişi ondan başka kimsenin yerini alamayacağını, insan varoluşunun değişmezliğini öne sürmektedir. 18. Yüzyıl’ın değeri insanlarda ortak

123

duygulara yönelmekken, 19. Yüzyıl’da insanları birbirinden ayıran şeyler ön plana çıkmıştır (Simmel, 2015a: 249). 19. Yüzyıl’ın başlarında özellikle İngiltere’de bireycilik tenkitçi gibi olumsuz anlamlar taşımıştır. Birey dayanışmanın, iktisadi ve dini düşüncelere dair kolektif görüşlerin karşıtıymış gibi konumlandırılmıştır. Fransız Devrimi ve Romantizm döneminde bu olumsuz anlamlar daha fazla benimsenmiş, bireyleşmenin toplumu yıkacağı öngörülmüştür. Fransız yazar ve düşünürlerin bireycilikle ilgili ilk terimleri yaydığı, kayıtlardaki ilk kullanımının Joseph de Maistre’ya ait olduğu saptanmıştır. Maistre kavramı, devrimci demokrasinin getirdiği yeni fikri ve siyasi iklimi eleştirmek için kullanmıştır (Watt, 2016: 298). Görüldüğü üzere bireycilik bazılarına göre kaçınılması gereken oldukça tehlikeli bir fikir, bazılarına göre toplumsal düzende boşluk bulduğu anda ortaya çıkan bir uyumsuzluk, bazıların göre de bireylerin kendinden başka kimseyi düşünmeyişinden kaynaklanan davranış biçimidir. Bireycilik için 19. Yüzyıl fazlaca dillendirilmesi bakımından önemlidir. 20. Yüzyıl’daki ve günümüzdeki kavramsal çerçevesini bu dönemdeki oluşumlara borçludur.

Bireycilik düşüncesi günümüze, karmaşık dönemlerden geçerek gelmiştir. Ulusal özelliklere baktığımızda Almanlarda bildung insanın kendi kendini geliştirmesi anlamında; İngilizlerde self-ownership kendine mukayyet olma anlamında; Fransızlarda univeralisme dans i’legalite eşitlik ve evrensellik anlamında temellenmiştir. Hepsi birbirinden ayrılan bu bireycilikler liberal anlamda Locke, aristokratik anlamda Nietzsche, muhafazakâr anlamda Hayek’in düşüncelerinde açılım kazanmıştır. Bazen de egoizmle karşılaştırılan bireycilik başkalarını hesaba katmayarak, yalnızca kendi çıkarı için yaşayan insanlardan bahsederken kullanılmıştır. Bireyciliğin, sosyolojik, siyasal, dinsel, felsefi, ekonomik gibi değişik formüllendirme biçimleri vardır. Burada özellikle sosyolojik anlamı üzerinde durulmaktadır (Üskül, 2003: 219-220). Bireyciliğin kendi içinde de farklı yönleri üzerinde yoğunlaşılabilir. Sosyal eleştirmenler bireyciliğin farklı anlamlarına değinmişlerdir. Bireycilik Alman eleştirmenlere göre manipüle edilmiştir; Amerikan eleştirmenlerden Bellah ve Putnam’ın dediği gibi özelciliğin ıstırabıdır; Beck gibi Avrupa eleştirmenlerine göre kurumsallaşmış bireycileşme gerçekleşmektedir (Elliott ve Lemert, 2011: 170).

124

Bireyciliğin önemli bir anlamı -Guenon’a göre ilk anlamı- “akli/entelektüel sezginin yok sayılması”dır. Çünkü akli sezgi, birey-üstü bir melekedir. Bireyciliğin kaçınılmaz sonucu olan entelektüel başkaldırı en fazla filozoflarda görülmektedir (Guenon, 2016: 112). Aydınlanmış bireyciliğin ana kaynakları arasında en önemlilerinden biri 1890’larda popüler olan Nietzsche felsefesidir. Bu felsefe çoğu zaman egoizmde, bazen de bireyin kişiliğini geliştirmede en üst düzeyde hak tanınması gerektiğini savunan insanlar arasında popüler olmuştur. Özellikle bireysellik peşinde olan yeni gençlik hareketlerinde dikkat çekmiştir (Frisby, 2012: 65). Nietzsche, Aydınlanma bireyciliğini kabul etmezken, kendi bireyci düşüncelerini oluşturmuştur. Dolayısıyla 19. Yüzyıl bireyciliğini arkaik döneme kadar taşımıştır (MacIntyre, 2001: 195). Nietzsche modern toplumu anlatırken insanları üç tipe ayırmıştır. Bunlar sürü insanı, özgür insan ve üstün-insandır.

Sürü insanı özgür olamayan, çoğunluğun kararlarına boyun eğen, kitle toplumunun bir üyesi olan insandır (Cevizci, 2017: 408). Özgür insan ise içinde yetiştiği sürüden koparak kendi yolunu bulmaya çalışan, her şeyi kendisi görmek isteyen insandır. Bu insan tipi insan üst-insanı bulmaya çalışırken ortaya çıkmıştır. Öyle ki daha mükemmel seviyeye kendini taşıdıkça üst-insana yaklaşmıştır. Bu üç insan tipi birbiriyle bağlantılı olarak gelişmiştir. Burada konuyla bağlantısı açısından üst-insan üzerinde durmak daha faydalı olacaktır. Nietzsche’nin üst-insandan kastı kendini aşan, kendi iyisini toplumsal dünyada, kendi erdemlerini kendi içinde bulan insandır. Üst-insan, kendi iyisini o güne kadar olan dünyada kendi üstünde bulamaz. Bunun başlıca nedeni kendini aşan insanın her bakımdan özürlü olmasıdır. Üst-insan