• Sonuç bulunamadı

17. ve 18. Yüzyıl Aydınlanma ve eleştirelliğin damga vurduğu bir çağ olması nedeniyle dünya tarihi açısından önemli bir geçiş süreci olmuştur (Shayegan, 2017: 48). İlerlemeci bir düşünce olarak filizlenen Aydınlanma, insanları korkularından arındırarak efendi konumuna getirmeyi amaç edinmiştir (Adorno ve Horkheimer, 1995: 19). Aklın rehberliğinde geleneklerden ve kölelikten kurtarma, kaderini kendisi belirleme, özgürlükle mutluluğun eş zamanlı artışı, toplum, devlet, din, eğitim gibi kurumları aklın ilkelerine göre düzenleme Aydınlanma’nın başlıca özellikleri olarak sayılmaktadır (Gökberk, 2015: 291). Bu dönemde kültürel açıdan önemli birçok olay gerçekleşmiştir. Aydınlanma en önemli vurguyu bireye yapmış, bireycilikle ilgili düşünceleri olgunlaştırmıştır.

Aydınlanmayla birlikte birey geleneksel temellere dayalı, belli bir toplumsal bir düzene bağımlı rolünden sıyrılmıştır. Çalışkanlığı, zekası, cesareti, becerikliliği ve şansı derecesinde ekonomik kazançlar sağlayarak; başarıya ulaşmak ve kaybetmek kendi iradesine bağlanmıştır. Yani feodal düzende yaşamın genişleme sınırları doğmadan dizilmesine rağmen, kapitalist düzende özellikle orta sınıf bireyi kendi özellikleri ölçüsünde başarıya ulaşmaktadır. Birey, kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kaldığında, bireyin neyi nasıl yaptığı, başarılı olup olmadığı tamamen kendisini ilgilendirmiştir. Kendine güvenmeyi, sorumlu karar almayı, kör inançlarından vazgeçmeyi öğrenmiştir. Doğanın bağlarından sıyrılarak doğayı kendi egemenliği altına almıştır. İnsanların eşit görüleceğini, kast ve din farklılıkları ortadan kaldıracağı, mistik öğelerden kurtulan bireye nesnel bakış açısı kazandıracağı düşünülmüştür. Tüm bu ilkeler, çağdaş anlamda bireyselleşme sürecin ilk adımları olarak okunabilir (Fromm, 2016: 122-123).

Aydınlanma’nın içinde yükselen Fransız Devrimi’yle birlikte toplumda temel amaç birey ve onun mutluluğu olmuştur. Toplum bireyin hizmetindedir; bireyin bir değer olarak hakları kısıtlanmamalıdır. Biyolojik varlığı ve aklıyla bölünmez bir bütün olan bireyin, insanlığa bir değer kattığı ve insanlığın ölçüsü olduğu düşüncesi hakim olmuştur (Üskül, 2003: 48). Fransız Devrimi’yle insanların hakları devlet karşısında yasalar aracılığıyla korunmuş, bireylerin ve devletin çıkarı eş tutulmaya

57

çalışılmıştır. Artık birey devlet karşısında da hem siyasal hem de sosyal olarak varlığını kabul ettirmiştir.

Bireyin topluma karşı öncelik kazanmasının Batı toplumunun hakim anlayışı olmasında, 17. ve 18. Yüzyıllarda bireyciliğin oluşmasında etkili dört ideoloji vardır. İlki, Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesiyle “biz” demekten vazgeçip “ben” demesidir. Sonrasında Aydınlanma dönemi düşünceleri üzerinde yükselen Locke düşüncelerini bireye yöneltmiştir. Romantik dönemde ise Rousseau ve Goethe, bireyci fikirleri ön plana çıkararak önemli bir yer edinmişlerdir. Rousseau’nun düşüncelerinin kökeninde bireyin kendi doğasında iyi olduğu fakat toplumun onu kötü yaptığı vardır. Goethe ise bireysel benliğin sorunları üzerine kafa yormuştur. Her iki yazar da kimsenin yapmadığı kadar eserlerinde kendi benliklerini ortaya koymuşlardır. O dönemde “birey” kelimesi henüz kullanılmadığından düşüncelerin genellikle “benlik” üzerine yoğunlaştığı ifade edilebilir (Watt, 2016: 297-298). Bunlara ek olarak Hobbes ve Kant’ın da görüşleri modern bireyi anlamak açısından önemli görüldüğünden bu başlık altında değinilmiştir.

Bahsedilen düşünürlere geçmeden önce dönemin kültürel iklimini anlamak için romantizm akımını incelemek yerinde olacaktır. Modernliğin erken döneminde ortaya çıkan kültürel çelişkilerin en seçkin kanıtı 18. Yüzyıl sonlarından 19. Yüzyıl ortalarına kadar süren Avrupa’da ortaya çıkan romantizm hareketidir. Modernlik geleceğe ve yeniye yönelimken, romantizm insanlıktan ve yaratıcılıktan uzak bir şimdiyi eleştirmek için geçmişe dayanan bir düşüncedir. Kimileri romantizmin çok keskin bir modernlik karşıtı hareket olduğunu, kimileri de modernliğin düşüncelerinin ve duyarlılıklarının yanında olduğunu düşünmüştür. Romantizmin modernliğin yanında yer almasının nedeni kendi çağını yeni bir nirengi noktası ve sınırsız olanaklar zamanı olarak görmesi, en karakteristik özelliğinin öznel olması, bireye ağırlık vermesi ve tüm bu durumların modern zihniyet tarafından aşina bir durum olmasıdır (Kumar, 2013: 108).

Romantizmin modernliğe karşı olduğuna dair bir görüş İngiliz ve Fransız düşünürlerin “evrensel uygarlık” önermesi, aklın evrenselliğinin yüceltilmesinin karşısına Alman şair ve sanatçılarının “yerel kültür”ü yani değişik kültürlerde

58

yeşeren kişisel sezgi, dini inanç gibi duyguları koymasından kaynaklanmaktadır. Böylelikle Fransız Devrimi döneminde yükselişe geçen “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” düşüncesinin evrensel olanla parçalanamaz birlikteliğine Romantizmle karşı çıkılmıştır. Bahsedilen evrenselliğin çıkış noktası aristokrasinin ayrıcalıklarına yönelik bir tepkidir. Toplumsal yönden bakılacak olunursa eşitlik kavramı, bireysel bakılacak olursa insanlık onurunun kaynağı olarak özerklik yani otonomi kavramı ortaya çıkmaktadır. 1750-1850 yılları romantizmin dorukta olduğu dönemdir. Bu düşünürlerin temel öğretisi sanayileşmeye karşı çıkarak kırsal yaşam biçimini yüceltmektir. Fransız Devrimi’ni toplumun kendiliğinden gelişen evrimini bozduğunu iddia ederek eleştirmişlerdir (Silier, 2014: 87). Bu akım duygulara o kadar yönelmiştir ki dönemin önde gelen eserlerinde yazarların kişiliklerini yoğun şekilde yansıttığı, birey konusunda da bireyin özüne doğru gittikleri görülmüştür.

Romantizm akımı, modernleşmeye ve birey düşüncesine yeni bir boyut kazandırmıştır. Aydınlanma’nın iyimserliğini, burjuvanın faydacılığını, modernleşmenin genel olarak insanları yabancılaştırıcı, baskıcı ve insanlıktan yoksunluğunu eleştirerek, burjuvazinin göklere çıkardığı bireysel özgürlük düşüncesinin ikiyüzlü bir düşünce olduğu, doğa ve modern uygarlığın karşı karşıya geldiği yönünde ağır eleştirilerde bulunmuştur. Modern toplum yapısının körüklemesiyle birlikte modern bireyin kendini beğenmiş, çıkarcı, kıskanç, nefret dolu ve bayağı olduğunu savunmuştur. Bu akımın düşünürleri kendi iç duygularına hakim olmayı başarmak yerine öz benliğinin farkında olmayan kişilerin gelecekte çoğalacağını ileri sürmüşlerdir (Loo ve Reijen, 2014: 170-171). Diğer yandan hayatın anlamını sorgulayan, ölümle yüzleşen, toplumsal rollerden kurtularak gerçekçi olmaya çalışan birey anlayışının var olduğunu da bu dönemde dile getirenler olmuştur (Silier, 2014: 94). Bireyi hem bu denli ön plana çıkarması hem de olumsuz bir bakışla ele almasını dönemin karşıtlık ortamının göstergeleri olarak okumak olanaklıdır.

Yeni bireyci yönelimlerin etkileri Bacon’un tümevarım yöntemini bireyler üzerinde ilk kez uygulamasıyla; Hobbes’un, siyasi ve felsefi düşüncelerini bireyin benmerkezci psikolojik yapısı üzerinde geliştirmesiyle; Locke’un ise aile ve kilise

59

gibi geleneksel yapılar karşısında bireyin haklarını koruması gerektiğine dair görüşleriyle ortaya çıkmıştır (Watt, 2007: 70). Simmel ise, 18. Yüzyıl’ın nicel bireyciliğine ait soyut bireyciliği yerine Romantizmin anlamlı, nitel ya da benzersiz bireyciliğini getirmiştir. Nicel bireycilik insanların eş değerliğinden yola çıkılarak devlet karşısında eşit vatandaşlar olduğu, nitel bireycilik sadece eşitlik değil eşsizliğin de devreye girdiği bir ortam oluşturmuştur. Her bireyin kendine özgü duygulara sahip, biricik olduğu ve başkalarıyla kıyaslanmasının doğru olmadığı düşünülür. Her iki bireycilik türü birbirine bağlıdır ve birbirini desteklemektedir (Simmel, 2015a: 217; Loo ve Reijen, 2014: 171-172). Individualism ile individuality kavramları arasındaki fark da buradaki bireycilik ayrımına denk düşmektedir.

Individuality, individual’un içinde geliştiği kavramların arasından gelen uzun bir

tarihe sahiptir. Kişinin biricikliğini vurgularken grubun ayrılmaz üyesi olduğunu da belirtir. Individualism ise 19. Yüzyıl’da türetilen bir düşüncenin doğurduğu bireysel durumların ve çıkarların öncelendiği kuramı anlatmaktadır (Williams, 2005: 197- 198).

Tüm bu düşüncelere rağmen genel bir bakışla değerlendirildiğinde Aydınlanma’nın dayanışma merkezli bir düşünce olmasından dolayı toplumsalcı, Romantizmin daha kişisel yargılar içermesinden dolayı bireyci olduğunu söylemek her iki görüşü çok basite indirgemek olacaktır. Aydınlanma’nın toplumsal yönü eşitlik fikriyle, bireysel yönü özerklik kavramıyla; Romantizmin toplumsal yönü milliyetçilik övgüsüyle, bireysel yönüyse deha kültüyle ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle romantizmi sanat alanında daha fazla görmek mümkündür (Silier, 2014: 88). Zira romantizm akımıyla ön plana çıkan sanatın, kişinin kendisini keşfetmesine yarayan, kişiselliğini açığa çıkaran başlıca araçlardan biri olmasıyla birlikte insanlar biricikliğini daha fazla ortaya koymuştur.

Aydınlanma’nın akılcılık ve rasyonalizm öğretisinin zıddı olarak yükselen Romantizm akımından sonra o dönemin düşünsel iklimine katkı sağlayan düşünürleri de tek tek incelemek gerekir. Descartes, Hobbes, Locke, Rousseau, Kant yeni çağdaki bireyciliği ele almışlardır (Üskül, 2003: 46). Bireyle ilgili çalışmaların hemen hepsi Descartes’ın meşhur felsefesine değinerek ilk adımı atmıştır. Descartes,

60

Rönesans’ın başından beri yeni kültüre yönelik düşünceleriyle bir senteze ulaşarak 17. Yüzyıl’a damgasını vurmuştur (Gökberk, 2015: 228). Descartes felsefesinin temel dayanağı gelenek ve göreneklere dayanan kesin kabullere kuşkuyla bakarak bilgileri çözümlerken teste tabi tutmayı uygun görmesidir. Deneyimin sunduğu verilere kuşkuyla bakmayı ve bilimsel düşüncenin ilkelerini akla dayandırmayı savlamış, ilk kez “ben” düşüncesini ortaya atarak kişinin kendini kozmos fikrinden kurtarması için yol göstermiştir (Üskül, 2003: 46).

Descartes felsefesinin temelinde şüphe vardır. Tanrı’dan ve matematikten şüphe ederek kesin bilgiye ulaşılacağını ileri sürmektedir. Şüphe etmekle aslında şüphe eden bir “ben”in varlığını da kabullenmiştir. Şüphe etmek demek düşünmek demektir. Düşünen insan düşünmenin var olduğunu kabul etmiştir; Descartes ünlü önermesine “düşünme”den kastı “bilinç”tir. Uzun bir şüphe yoluyla bilince, bilmeye varmaktadır (Gökberk, 2015: 233). Birey, doğaya hükmetmesiyle birlikte nesne konumundan düşünen özne konumuna geçmiştir. Modern bireyin oluşumunda öncü düşüncelerden olması kendi varlığını düşünce anlamında ortaya koyan bireyin varlığının ilk kez dillendirilmesinden gelmektedir.

17. Yüzyıl’ın Descartes kadar önemli düşünce aktörü Hobbes’tur. Hobbes’un felsefesinin temelinde birey yatmakta, toplumun varlık sebebi olarak bireyi görmektedir. En bilinen kuramı olan “toplum sözleşmesi”nin burjuvazi arasında yaygınlaşması için gerekli şartı, bireylerin geleneksel ve Tanrısal iradenin etkisiyle değil, özgür iradeleriyle bir araya gelmeleridir. Hobbes’un temel argümanı insanların doğası gereği yalnız olduğu, kendi çıkarlarının peşinde koşmasının başat amacı olduğu, temel amaçlarının güç ve araç elde etmek olduğudur. Bu durumdaki insan kuvvetli ve kendini koruyan bir yasayı hak etmiştir. Mücadelenin toplumsal çöküşe götürmemesi için toplumsal sözleşme fikrine gidildiğini, insanların ancak böylelikle doğal haklarını güvence altına alabileceğini ileri sürmüştür. Geleneksel toplumla çok önemli bir farklılık arz eden bu düşünce, Tanrı’nın atadığı iktidar sahibi karşısında söz hakkı olmayan bireyin kendi atadığı kişiler karşısında sözleşmeyi iptal etme hakkını almasını ele almıştır (Loo ve Reijen, 2014: 169). Ona göre insanların birey

61

sıfatıyla yaptığı sözleşme monarka teslim edilirse bireyin gelişimi önüne engel konulacaktır (Üskül, 2003: 49).

Dumont’a göre Hobbes, ne bireyci ne de holisttir. Hareket noktası tekil insan olduğundan siyaset öncesi olumsuz anlamlar (zavallı, pis, yalnız vb.) yüklediği insan aklını keşfederek varlığını sürdürmek için siyasi duruma geçtiğinde bu özelliklerden kurtulmuştur. Güvenliğini, rahatını ve yetilerini geliştirirken boyun eğmeyi öğrenerek, toplum hâline geçerken kendi kendine yeten bir birey olamadığını, bu durumda bireyci bir bakışı başarısız kılmış olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünmüştür. İnsan için iyi hayattan kasıt, bireyin kişisel hayatından ziyade devlete sıkıca bağımlı insanın hayatıdır (2011: 160).

Locke’un birey anlayışına bakılırsa görüşlerinin Aydınlanma felsefesinin merkezinde olduğu, birey-toplum ayrımına yeni bir bakış getirdiği görülmüştür. Düşüncelerinin temel çıkış noktası Tanrı’nın insana eylemlerini yönetmek üzere eyleme ve irade özgürlüğü vermiş olmasıdır. Mülkiyet hakkıyla ilgili düşünceleri ise toprağın tüm insanlara ait olduğu ve her insanın kendi kişiliği üzerinde özel bir hakkı olduğudur. Öyle ki bedensel emeği kişinin öz mülkü olarak görmüştür. Yasanın rolünü değiştiren cemaatten bireysel mülkiyete geçişin oluşum sürecini Locke, kişinin kendi öz emek ve imarının yalnızca kendisi olduğunu, üzerinde hiç kimsenin bir hakka sahip olmadığını ileri sürerek açıklamıştır (Touraine, 2016: 73). Locke’a göre birey kendi kendinde bilinme ve kişisel farkındalık duygusuyla var olmuştur (Taylor, 2012: 87).

Locke’un özel mülkiyet kavramı özgürlükten, bireyin kendi kendine yetebilmesinden ve eşit mülkiyetten kaynaklanmıştır (Dumont, 2011: 158). Bu bakış açısıyla Dumont, Locke’u holizmden bireyciliğe geçişin kökeninde konumlandırmıştır (Touraine, 2016: 73). Bu düşüncesinin sağlayıcıları Locke’un insanların doğuştan birtakım haklara sahip olduğunu, bireyin varlık amacını kendisinde araması gerektiğini savlamasıdır.

Aydınlanma’nın önce gelen düşünürlerinden biri de Rousseau’dur. Dönemini tanımlayan kavramsallaştırmaları dillendirmesi ve modern duyarlılığı somut olarak

62

ele alan ilk düşünür olması Rousseau’nun görüşlerini önemli kılmaktadır (Kumar, 2013: 115). Rousseau İtiraflar (1782), Yalnız Gezegenin Düşleri (1782) ve

Dialogues’larda (1782) topluma karşı direnen bireyin ilk örneğini vermiştir

(Touraine, 2016: 41). Rousseau denince akla gelen ilk şey romantizm akımıdır. Bu akıma hem öncülük etmiş, hem gelişimini sağlamış, hem de romantizm üzerinden modern bireye yönelik ilk eleştirilerde bulunmuştur.

Modern dünyanın şekillendiği 18. Yüzyıl’da Rousseau İtiraflar kitabının daha başında kendinin eşsiz bir birey olduğunu, kimselere benzemediğini vurgulamıştır. Bu dönemin özelliği Fransız Devrimi’nin arifesi olması, Bağımsızlık Savaşı’nın sonrası olması, modernlerin yeni dünyalarının farkına vardıkları bir zaman olmasıdır. İşte tam da bu zamanda Rousseau kitabıyla yeni ve özgür birey hakkında söylemlerde bulunmuş, Fransız Devrimi ve diğer devrimlere esas teşkil edecek bir model çizmiştir. Sıra dışı bir insan olması, modern bir sürgün olarak yaşaması, zevkine düşkün olması, modern sosyal ve politik yaşam teorisyeni olarak ilk birey filozoflarından daha farklı bir bakışa sahip olmasına neden olmuştur. Amacı dünya üzerinde toplumsalın önceliğini tanımak, kolektif yaşamı toplumun gerçeği olarak görmektir (Elliott ve Lemert, 2011: 69). Görüşlerine bir bütün olarak bakıldığında ise insanın doğal yaşamından uzaklaştıkça özgürlüğünün daha fazla kısıtlandığını, bireyin toplumun baskısından kurtuldukça özgürleşebileceğini düşündüğü anlaşılabilir.

Rousseau’nun diğer önemli kitabı da 1762’de yazdığı Toplum Sözleşmesi’dir. Toplumsal sözleşme, kaynağını insanların iradesinde bulan, insanın toplumdan önce geldiğini kabul eden bir kuramdır. Dolayısıyla bireyci anlayışa meyleden bir düşünce yapılanmasına sahip olduğu söylenebilir. Mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte birtakım dengesizliklerin oluştuğunu, sınıflar arası farkların belirdiğini ve bu süreçle birlikte insanın artık doğal yaşama dönemeyeceğini savlamıştır (Üskül, 2003: 55-56). Rousseau’ya göre ideal toplum modeli insanların kendilerini korumak amaçlı güç birliği kurmalarıyla oluşabilir. Toplum üyelerinin bir olduğu bu durumda üyelerin her biri korunmak şartıyla öyle bir toplum biçimi bulmalıdır ki insan hem diğerleriyle birleşmeli hem de kendi egemenliğinde kalmalıdır. Böylelikle kendini

63

topluma bağlayan kişi, elindekini korumak için güç kazanmış olacaktır (Rousseau, 2017: 13-14). Rousseau bireyle topluluk arasındaki iletişimi sağlayan toplumsal bağın hem gereklilik hem de özgürlük olduğunu öne sürmüştür. Rousseau’nun bu görüşü Kant’a yakındır. Stoacı ve Epikuros’çu yaklaşımı reddederek, akılla iradeyi birleştirerek, doğal düzene boyun eğen bir özgürlüğü savunmuştur (Touraine, 2016: 42).

Rousseau’nun modern birey kavramına yönelttiği sert eleştiriler düşüncelerinin temelini oluşturmuştur. İnsanların başlangıçta yalıtık ve içgüdüsel olarak yaşadığını, toplumun ortaya çıkışıyla masumiyetini yitirdiğini, içgüdüleriyle yaşayan bireyin toplumsal kurallara uyarak yaşamak zorunda bırakıldığını, rekabetin uygarlaşmayla eş zamanlı arttığını ileri sürmüştür. Yani iddia edilenin tam tersi bir durumla toplumu betimleyerek bu açıdan Hobbes’tan tamamen ayrılmıştır. Çünkü Hobbes, toplum ve devleti rekabetin yol açtığı olgular olarak değerlendirmiştir. Fakat her ikisinin de çözümü aynıdır: “doğaya dönmek” (Loo ve Reijen, 2014: 171). Modernliğin doğaya hakim olma düşüncesinden çıktığı göz önünde bulundurulduğunda her iki düşünürün de modernliğin erken birer eleştiricisi olduğu söylenebilir.

Rousseau insanı, özgür, eşit, merhametli, yetileri tam olarak gelişmemiş, cahil olduğundan dolayı erdemli ya da kötü denilmeyecek özelliklerle tanımlamıştır (Dumont, 2011: 160). “İnsan bir yırtıcı hayvandır” önermesine karşı çıkarak insanın kötü olmadığını savlamış; kişinin kendisini hakir görmesini bir hastalık belirtisi olarak görmüştür. Egemenliği ifade eden iradenin yokluğunun işareti olan bu durum kendini beğenmiş bir kişinin kızmış hâlinin de belirtisi olabilmektedir (Nietzsche, 2002: 70). Rousseau’ya yönelik eleştirilerden biri de bu görüş üzerine temellenmiştir. Genel irade kavramı içinde bireyi gözden kaçırdığı düşünülmüştür. Her bireyin ayrı, kutsal ve eşsiz bir varlık olduğu düşüncesi mümkün görülmemektedir. Rousseau, özgürlüğü vazgeçilmez bir değer olarak, özgürlükten caymayı ise insanlıktan caymak olarak sunmuştur. Rousseau’nun kuramındaki çelişki kısaca özgürlük için her şeye katlanan insanın genel iradeye teslim olmasıdır (Üskül, 2003: 57). Modern birey ve yaşadığı içsel çatışma, kendini toplum içinde evinde hissedememesi, ne toplumdan kopabilmesi ne de toplumla bütünleşebilmesi, duygusal anlamda sürekli değişen ruh

64

hâli, radikal öznelciliği Rousseau’nun modern bireyle ilgili yaşadığı içsel çatışmalardır (Arendt, 2016: 79).

18. Yüzyıl’ın bireyci ve liberal görüşlerini benimseyen bir diğer kişi de Kant’tır. Kant insanı diğer varlıklardan ayrı tutan bir yaklaşım benimseyerek otonomi kavramı hakkındaki görüşleriyle bireyciliğe yaklaşmıştır (Üskül, 2003: 59- 60). Kant’ın bireye bakışı insanların kutsallığın içinde olduğudur. İnsan kendi kalbine döndükçe, dış ilişkilerden kendi iç mutlaklığına sarıldıkça, iyilik ve mutluluk kendi içinden türeyecek ve etrafını saracaktır. İnsan ancak kendisi oldukça büyük ve birikmiş bir güce sahip olacaktır (Simmel, 2015a: 214). Kant’a göre her insan sınırsız ve yüce bir akla sahiptir; aklını kullanamazsa başkalarının yönlendirmesine ihtiyaç duyacaktır. İnsanın ön plana çıkmasının tek koşulu aklını kullanmasıdır. Kant’ın görüşleriyle koşutluk içinde olan Aydınlanma’nın temel söylevi de “aklını kullanma cesareti göster”dir.

Kant’a göre insan kendinde bir amaçtır. Dünyanın araçsallaşması, uçsuz bucaksız bir değer kaybı, insanın kendini her şeyin efendisi olarak gördüğü amaçla aracın anlamını karıştırdığı, büyüyen bir anlamsızlık sürecine doğru ilerletmektedir (Arendt, 2016: 232). Kant, bireyin aklını kullanabilmesi ve kendini geliştirebilmesi için özgürlük, özerklik ve ahlâk konusunda kendi iradesiyle davranması gerektiğini düşünmüştür (Kant, 1999: 3-5). Her bireyin doğru olanı seçebilecek yetiye sahip olduğunu ileri sürmüş; “akılcı birey”iyle modern bireyin ortaya çıkmasında önemli bir adım atmıştır.

Tüm bu görüşler ışığında anlatılanlar toparlanırsa 17. Yüzyıl’ın insanın kendine inanmaya başladığı, aristokratik, düzenleyici, hislerinden sıyrılmış, doğal olana hayranlığını yitirmiş, egemenlik için daha yorucu bir hayata karıştığı bir çağ olduğu söylenebilir. İnsanın acı çekmesi, keşfedilmesi ve düzenlenmesi ön plana çıkarılarak, her fırsatta insana daha fazla hayranlık duyulan bir ortam oluşturulmuştur. Zaman zaman bireyin izlerini silmeye, bireyleri benzeştirmeye yönelik yaklaşımlar görülse de kendine yeten güçlü ya da çabalayan bir profil çizen bireyin oluşumuna zemin hazırlanmıştır. 18. Yüzyıl ise topluluğu seven, kadının egemenliği altına girmiş, yüzeysel, hülyalara dalmış, aşırı otoriteleri hiçe sayan bir

65

çağdır. 19. Yüzyıl’a gelindiğinde daha içgüdüsel, gerçekçi, realite karşısında itaatkar, aşırı hırslı bir havanın hakim olduğu görülmüştür. Bilimin bağımsız olması ideallerin egemenlikten bağımsız olmasıyla ispatlanmıştır (Nietzsche, 2002: 67-69).

Görüldüğü üzere ilerlemeci bir yaklaşımla filizlenen Aydınlanma getirdiği olumlu gelişmelerin yanı sıra pek çok soruna da yol açmıştır. İnsanların hayatında her yönüyle büyük değişimlere neden olan Aydınlanma’da daha önce dile getirilmesi bile düşünülemeyecek şeyler tartışılmıştır. Çalışma açısından en önemli yönü bireye fazlaca vurgu yapılan bir çağ olmasıdır. Bireyin içinde yaşadığı koşullar değiştikçe zihni de, bu değişime bağlı olarak diğer insanlarla ilişkileri de değişmiş, bu durumlar