• Sonuç bulunamadı

Bir Medeniyet Olarak Batı

Belgede Avrupa fikrinin inşası (sayfa 44-52)

İslam medeniyeti de Hristiyanlık medeniyeti de benzer prensiplerle ortaya çıkmıştır fakat neden biri ulaşılması gereken amaç olarak bir medeniyet haline gelmiştir? Avrupa’nın ilerlemesinin sebepleri nelerdir? Coğrafyası mı iklimi mi toprağı mı? Bunların hiçbiri değildir. Çünkü böyle bir karşılaştırmada Batı topraklarının daha üstün geleceği Avrupalar için her zaman geçerliliğini korumuş bir ön kabuldür. Peki ya üstün olan ve ulaşılması istenen şey nedir? Buna din de diyemeyiz. Çünkü Hristiyanlık dinle devleti birbirinden ayırmıştır. Hatta böyle olsaydı Papalık Devleti(Vatikan) en ileri devlet olması gerekmez miydi?

Her nesil bir önceki nesilden tecrübeler alır. Bunları kullandığı ölçüde yapılmış şeyleri tekrar denemek zorunda kalmadan elde etmiş olacaktır. Bir başka medeniyeti tamamen almak ise bir milletin tüm geçmişini yok saymak kadar keskin bir hareket olabilir. Tecrübelerden yararlanarak ilerleme ölçüsünde kendisine alması her zaman daha değerli ve yararlı olacaktır. Kendi değerlerinden kopan bir yapıyı inşa etmek yama bir parça eklemek gibidir. Her zaman etkilemekte fakat ayrılığı da her an gözlenmektedir.Batı da ıslah korumak içindir biz de ise yok etmek içindir (Meriç,2016:61). Ve batıyı her haliyle almak isteyen aydınları her hastalığın bizde de olduğunu sanan toy tıp öğrencilerine benzetmektedir. Böyle bir bakış asırlarca dünya tarihine yön vermiş bir milletin medeniyetini küçümsemektir. Yanlış anlaşılan burada tamamen her şeyin alınması değil bir medeniyetin kendi kaynaklarını bilmeden, kendini tanımadan yorumlayan aydınlarından kaynaklanmaktadır. Günümüzde dahi bu devam etmektedir. Batı ile oluşturulan algı milletin tüm hayatını etkilemiş ve kullanılan her şeyin Batı kaynaklı olması çabalanmıştır. Bugün de elimizdeki kaynaklardan haberimiz olmadan yaşamaya devam etmekteyiz. Aslında öğrenmeye başladığımızda hem kendimizi hem de Batı medeniyetini derinlemesine tanımış olacağız. Tek taraflı bir medeniyet okuması yapmak baştan yenilgiyi kabul etmek olacaktır. Batı ulaşmış olduğu seviyeye zihni ve daha önce denenmiş şeylerin tecrübeleri ile ulaşmıştır. Bizde ise ahlaki, siyasi ve içtimai inançlarımız tamamı ile dinimizden geliyor (Meriç, 2016: 64). Belli bir geleneğe bağlılık kendini

38

yenileyerek devam etmektedir. Bizim için oluşmuş geleneklerin bir kısmı da tecrübelere dayanmaktadır.

Ben idrakinin oluşması için bireyin kendi varlık alanını tanıması ve kendisini yaşadığı alan içinde bir yere konumlandırması gerekmektedir. Bir medeniyet içinde kendini tanımak, kendi sınırlarını keşfetmek manasına gelir. Belki de İslam dünyası için kaçırılan nokta burasıdır. Kendi dinamiklerinin farkında olmadan örnek alınarak kendini geliştirmeye çalışmaktır.

Batı medeniyetinde ben-idraki kavramını J. Galtung tarafından altı kriter ile açıklanmıştır. Bunlar mekân, zaman, bilgi, insan-tabiat, insan-insan ve Tanrı-insandır. İlk olarak açıkladığı kavram mekan kavramıdır. Mekan temel önermesini oluşturur ve şöyle der; ‘Batı ve özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dünyanın merkezini oluşturur, diğer bütün bölgeler bu ana kuvvetin çevresinde teşekkül ederler (Galtung, 1985: 3-29).Yeryüzünü şekillendiren mekan haritalarını, sınırları belirlemektedir. Avrupa kendisi ve dışındaki yerleri belirlemesi de mekan kavramı ile sağlanmaktadır. Batı medeniyeti iki türlü yol izleyerek diğer sınırlara yayılmaya başlamıştır. Bunlardan ilki bulunan yerdeki medeniyetin tasnif edilmesidir. Buna en iyi örnekler İnka, Maya medeniyetleri ve Kızılderililerin kültürü verilebilir. İkincisi ise ekonomik kaynakların aktarılması şeklinde gerçekleştirilmiş. Buna da Hindistan ve Cezayir örnek verilebilir (Davutoğlu, 1997: 22-23) Ekonomik kaynak aktarımı maddi kültür aktarımını da beraberinde getirmektedir. Örneğin sanayileşmenin Avrupa topraklarında gelişmesiyle diğer kıtalara ürettikleri ürünleri pazarlamaıştılar. Bunların başında tekstil ürünleri gelmektedir. Tekstil ürünleri ile giyim sektöründe değişimler başlamıştır. Sadece tekstil ürünleriyle kalmayıp ihraç edilen her ürün kendi kültürünü de diğer ülkelere ulaştırmıştır. Teknoloji Avrupa topraklarında ilerlemektedir. Bu ön kabul ile ürünlerin her zaman için diğer ülkelere göre daha ileri olduğu kabul edilmiş bir gerçektir. Bu yol ile Batı kendisini çok uzak mekanlara taşıma fırsatı bulmuştur. Batı düşünürlerinin temel görüşünde güneş Batı’dan doğmaktadır. Bu da kendi medeniyetleri için de ilerlenmesi gerektiği görüşünü yansıtmaktadır.

Batı kendisini ulaşılması gereken medeniyet olarak en ileri konuma yerleştirmiştir. Bunun sebebi, geçmişin ve geleceğin en ileri medeniyeti olarak kendisini görmesidir. Bunu yaparken de eğitimden yararlanmaktadır. Kendi kaynaklarında Batı medeniyetinin Yunan medeniyetine dayandırmakta ve kendisinden sonra gelen Roma ile devam ettiğini, modern dönemde de en ileri medeniyet olarak varlığını koruduğu görüşünü benimsemiştir. Fakat

39

Medeniyetler tarihinde; Batı bilim medeniyeti, Yunan felsefe medeniyeti İslam ise fıkıh medeniyeti şeklinde bir darb-ı mesel vardır. Bu tasnif de yabana atılmamalıdır.

İslam medeniyetinde ben-idraki, Allah, insan ve tabiatla ilgili düşünceyi yeniden kuran tevhid inancına dayalı köklü bir değişimin ürünüdür. Müslüman bir birey, kendi varoluşunu anlamlandırmak ve bu ben-idrakini değişen şartlarda tekrar tekrar üretebilme konusunda herhangi bir aracıya ihtiyaç hissetmez. Varoluş temelli öğrenilen ben-idraki sürekli devam eden bir süreçtir (Davutoğlu,1997: 34). İslam medeniyetinde mekan anlayışı diğer medeniyetlerin mekan anlayışlarına karşılık, şöyledir: “Doğu da batı da Allah’ındır; nereye dönerseniz dönün Allah oradadır.’’ (2/Bakara, 115). İnanç sistemi sınırlarla belirlenmeyen bir alan sunmuştur. Bu da bu ayrımın algılanışını değiştirmiştir. Tüm medeniyetlerle birlikte yaşamak zeminini vermiştir. Yeni mekanlar bu yüzden Müslümanlar için yurt edinebilme alanı oluşturdu. İslam medeniyeti büyük bir coğrafyaya bu şekilde yayılma imkânı buldu.

İnsanlık tarihi medeniyet tarihi birdir. İnsanlığın gelişi medeniyet ile bir devam etmiştir. Tarih de ilk insanlıktan bu yana farklı farklı medeniyetlerden söz edebiliriz. Mezapotamya, Yunan, Mısır, Roma, Çin vb. medeniyetlerden bahsedebiliriz. Tarih boyunca medeniyetler insanlık ile farklı kimlikler kazanmıştır ve şekillenmiştirler. Her milletin kendine has tarihi, kültürü, felsefesi, ilmi vardır. Milletler tarih boyunca tek bir şekilde gitmemişlerdir. Farklılarla birbirlerini tanıyarak şekillenmiş yenilenmişlerdir.

En önemli fark belki de dildir. Dil bir toplumu anlamaya çalışana yabancı ama kendi içinde her ayrıntısını özenle sunan bir yapıya sahiptir. Bir medeniyeti tamamen her şeyiyle kabul etmek yerine onu kendimize benzeterek almamız gerekir. Bu sayede alınan medeniyeti öğrenmiş oluruz. Ayrıca bu medeniyet, kendi iç dinamiğimizin şekillenmesini sağlar. Medeniyetlerin ayırt edici özelliklerinden biri olan dil, insanların anlaşmasını sağlayan en önemli araçlardan biridir. Bu araçla ancak o medeniyet tanınabilir. Şu anda Avrupa’da ve dünyanın büyük bir kısmında konuşulan İngilizce dili aynı zamanda başat batı medeniyeti için sembol olmuştur. Dilin bilinmesi sayesinde bağlı olunan medeniyetin kavramlarının anlaşılması sağlanır. Tarihsel süreçte dünyada en fazla konuşulan diller siyasi açıdan da hep ön planda olmuşlardır.

Dilin yanında medeniyetlerin önemli ögelerinden biri de dindir. Dinler, medeniyetleri var eden özelliklerden biridir. Din batı tarihinde ilk olarak kilisede var olmuştur. Daha sonra devletten ayrı bir kilise var olmuştur. Daha sonra Batı’da Tanrı ve Sezar, kilise ve devlet, dinsel otorite ile dünyevi otorite birbirinden ayrılmıştır (Huntıngton, 2015: 92-93). Avrupa’da

40

dolaylı olarak bu sonuç, Batının özgürleşmesini sağlamıştır. Tamamen dini yapı çerçevesi için düşüncelerin şekillenmesi yerini kilsenin baskısının azalmasıyla devam etmesini sağlamıştır. Bu açıdan bakıldığında gelişimin önünü açmış olmaktadır.

17. yüzyıldan sonra medeniyet kavramı Avrupa’da taşıdığı anlamı ile kullanılmaya başlanmıştır. Aydınlanma düşüncesinde medeniyet yayıldıkça savaşların sona ereceği, sefaletin yok olacağı umulmaktadır. Bu bir amaç niteliği taşımaktadır. Bu fikir aynı zamanda insanlığın düşe kalka ilerleyen bir medeniyet olduğunu söyler (Meriç, 2016: 81-82). Batı toplumları açısından ‘civilisation’ yani medeniyet kavramı, şövalye toplumunun çöktüğü ve Katolik kilisenin dağıldığı bir dönemde parlamıştır. Bu kavram ‘uygarlık ya da Batı geleneğinin özgün bir biçiminin belirleyici bir mühür ve bir durak olarak, en az kendinden önceki feodal toplum kadar önemlidir (Elias, 2004: 133-134). Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır. Her birinin farklı özellikleri sahip olması farklı medeniyetlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Fakat burada birbiri ile kıyaslama girilmesi ve üstünlük gösterilmesi analiz anlamına gelmez.

Türk toplumunda Aydın kavramı Tanzimat’tan sonra değişmiştir. Bu mantaliteye göre aydın, kendi milletinin öz değerlerinden koptuğu müddetçe aydındır. Adeta aydın olmak, Batılı zihinle eşdeğerde görülmüştür. Çünkü asimile olan bir insan, kendi kökenini, milletinin sürekliliğini sağlamada kültür ve karakter dokusunu oluşturan özelliklerini yitirir. Böylece kendi var oluşunu sağlayan epistemik kodlarından kopan ve yabancı kültürlere açık olan şahsiyetler, milletinin öz değerlerinden nefret etmeye başlar. Biz de de Tanzimattan sonra türedi bir aydın tipi gelişmiştir. Halkının tarihi, dini ve dinle yoğrulmuş kültürel değerleriyle barışık olmayan fertler daima şahsiyet krizi yaşar, içinde başka bir kişinin olduğunu tahayyül eder. İslam toplumlarında bu tür aydınlara ‘garbzede’ denilir. Seyyid Hüseyin Nasr’ın yerinde tespitiyle, milletinin öz değerlerinden ve irfanından yoksun olan batılılaşmış doğulu aydınlar, hiçbir analiz ve seçmeciliğe gitmeden Batı’da olan her şeye karşı bir muhabbet, İslam’a ait olan her şeye karşı da bir nefret duygusu içerisinde yaşadıkları için tam bir alinasyon durumu yaşarlar (Nasr,1985:12). Batılılaşma yaşam siyasetiyle birlikte Osmanlı’nın son döneme girmesi değişim ve savaşlarla baş başa bırakmıştır. O dönemde Osmanlı’nın içinde yaşayan birçok tebaa bulunmaktadır. Bunlar çoğunlukla ticaret ve zanaat ile uğraşmaktadır. Geri kalan halkın bu tebaadan ticaret yapmasıyla zenginleşen bir nüfus ortaya çıkmaktadır. Osmanlı’nın son dönemine gelindiğinde bu duruma bir de savaş eklenmiştir.

41

Medeniyet ülkeden ülkeye, çağda çağa, yazardan yazara değişen bir kelimedir (Meriç, 2016:81). Batı dillerinde ‘civilisation (medeniyet)’ kavramına karşılık gelen bizde ise şehir anlamına gelen Medine kökünden gelen ve yerleşik hayatı anlatan bir kelimedir. Bu bağlamda din, şehir/medine ve medeniyet arasında Arapça gramer bakımından yakın bir ilişki vardır. Medine ve medeniyet, din ya da borç anlamına gelen deyn kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen “temeddün” sosyal kültürde ‘medeniyet’ ve ‘zarafet’ anlamlarına gelir (Nars, 2017: 64-65). Gramer bakımından; din, medine ve medeniyet arasındaki ilişki de gösteriyor ki, tedeyyün olmadan temeddün olmuyor. Medeniyet bu manada genel bir kültür olgusu ve üst düzey örgütsel bir yapılanmadır. Kültür Latince ‘ekin’ anlamı taşımaktadır. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ‘culture’ kavramının karşılığı olarak, toprağı ekmek için sürmek, tohum ekmek gibi hemen hemen aynı manalara gelen ‘hars’ sözcüğü kullanılır (el-Bakara 2/71). Bir de bundan ayrı olarak ‘eser’ kavramına yer verilir (el-A’raf 7/17; Zuhruf 43/22–24). Eser, toplumların alışkanlık haline dönüştürdüğü ve sıkı sıkıya bağlandığı bir takım davranış kalıplarıdır (Kesir, 1981: 228). 18.yy aydınlanmacı düşünürler özellikle Voltaire Kültür kelimesini doğal olana karşılık ‘insanın zekâsal oluşumu’ anlamında kullanmaya başlamıştır. Kültür kelimesinin asıl tanımı ortaya koyan Tylor’dur. Tylor kültür kelimesini şöyle tanımlamaktadır: “Birey ve toplumların tüm yapıp ettiklerinin karmaşık ama işlevsel bir bütünüdür” (Aydın, 2011: 287). İnsan, bir kültür ortamında doğar ve o bu kültürle çevrelenir. Kültür hem öğrenilir ve hem de nesillere aktarılır. Bu bir çeşit gelenektir. Kültür dediğimiz obje, tek bir kalıptan ibaret değildir. Toplumun yaşama biçimini kuşatan tüm alışkanlıklarını içine alır. Bu açıdan, kültür kavramının birçok tanımı yapılmıştır. Bu bağlamda kültür, bir milletin tarih boyunca biriktirip kendine özgü şekil verdiği; zihni, manevi, sanatsal, tarihi, edebi, dini ve duygusal birikimlerinin semboller, işaretler, gelenekler, adet, sosyal yaşantı, kısaca, maddi ve manevi değer hükümlerinin karmaşık bütünlüğüdür(Doğan ,1996: 467-703).

Batı dillerinde “medeniyet”in karşılığı olan “civilization” kelimesi ilk defa Victor Riqueti Mirabeau tarafından 1757 yılında yayımlanan L’ami des hommes ou traité de la population adlı kitabında kullanılmış ve kısa sürede diğer Avrupa dillerine yayılmıştır. Latince civitas kelimesinden türetilen “civilization” kelimesi ve türevleri, Türkçedeki “medeniyet” gibi, kök manası itibariyle “medine” yani “şehir”le ilgilidir. Yunancada şehir anlamına gelen polis kelimesi de, civitas gibi, nezaket, kibarlık, incelik (“politeness”) manalarını taşır. Nitekim Osmanlıcada 19. yüzyıldan itibaren tedavüle giren medeniyet kelimesini “sivilizasyon” şeklinde ilk defa kullanan kişi Mustafa Reşit Paşa olmuştur. Sözlüklerde “ünsiyet, tehzib-i ahlak, te’dib-i ahlak, te’nis, te’dip, zariflenme” olarak tercüme

42

edilmiş, “medeni” (civilized) kelimesi de “munis, müzehhebü’l-ahlak, edeblü” ifadeleriyle karşılanmıştır (Baykara, 1992: 20-22). Kınalızade Ali Çelebi, bu manaları içerecek bir şekilde “temeddün” kelimesini kullanır ve manasının “ictimâ‘-ı efrâd-ı insan” olduğunu söyler. İnsanların bir araya gelmesinin ve medeniyet kurmasının amacı, erdemli bir toplum inşa etmektir ki “anda olan temeddün-ü ictimâ‘ın sebebi hayrât-u mesâlih ola” (Çelebi, 2007: 451). Bu tanımlar, medeniyet ve medenilik kelimeleri arasındaki etimolojik ve kavramsal ilişkiyi ortaya koymakta ve medeniyet fikrinin tarihî gelişimi hakkında önemli ipuçları vermektedir. Medenilik barbarlığın karşıtı olarak insanî-hukukî-ahlakî tutum ve davranışları ifade ederken, medeniyet bunların sonucunda ortaya çıkan fikrî, fizikî, siyasî ve ekonomik düzeni ifade etmektedir. Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi medeniyeti zaid görenler, insanını tanımayanlardır. Tabiat-ı beşer hüsn-ü imtizama maildir. Üstelik medeniyet, hürriyet ve istiklalin de kalesidir. Medeni olmayan milletler akvâm-ı mutemedindenim esiri olmaya mahkûmdurlar. Ananeperestlik nice kavimleri esarete sürüklemiştir. Dolayısıyla medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şeydir (Meriç, 2016: 83-84).

İbn Haldun’a göre tarih denilen muammanın umran ve asabiyet gibi iki anahtarı vardır. Umran, bir kavmin yaptıklarının ve oluşturduklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlarıdır (Meriç, 2016: 86). Bu yönüyle umran insan tarihini bütün olarak ifade eden bir kelimedir. Asabiyet ise sosyal dayanışmadır. Ayrıca umranın hadarilik ve bedevilik şeklinde iki aşaması sözkonusudur. İlk aşaması köy hayatı denilen hadarilik, ikinci aşama ise bedevilik denilen şehir hayatıdır. Şehirler ise, medeniyetin doğuş mekânlarıdır. Burada önemli olan bir toplumun ben-idrakine bağlı kalmasıdır. Ben-idrakine bağlı kalan bir toplum medeniyet yürüyüşünü sürdürür. Ben-idrakine bağlı kalmayan bir toplum da mazisinden ve geleneksel değerlerinden koptuğu için dağılma süreçlerine girer. Medeniyetlerin canlı kalmasında din etkili bir unsurdur. Din olmadan medeniyet olmaz.

Eurocentric’lik demek, medeniyet ve kültür kavramını tekil olarak kendi tekellerinde tutmak manasına gelir. Bu konularda Batı kendisini merkez, diğer medeniyetleri de çevre olarak değerlendirmiştir. Şerif Mardin'in merkez-çevre ilişkileri (Mardin, 1992) çalışmasında belirttiği gibi, merkez daima çevrenin niyetlerinden kuşku duyduğu zaman, çevre de merkeze duyduğu güvensizlik nedeniyle merkezle işbirliğine gitmez ve sürekli bir gerilim ve çatışma ortamı doğar. Bu gerilim merkezin rahatlıkla hukuk dışına çıkmasına neden olur. Böylece tüm sorunlar bölünme korkusu içinde güvenlik boyutuyla idari sorunlar olarak algılanır. Bu bağlamda, bürokratik seçkinlerin aşkın devlet anlayışı daha çok devlet-daha az toplum (güçlü

43

merkez-güçsüz çevre) sonucunu doğurur. İşte Avrupa merkez-çevre kalıplarını zorlayarak çok sonraları kendilerinden başka medeniyetlerin de varolduğu fikrini benimsemiştir. Burada medeniyetle kültür kavramları arasındaki özgül ilişki biçimlerine de değinmek gerekmektedir. Medeniyet kavramı kültür kavramına göre daha kapsayıcı bir anlam ifade etmektedir. Bilimler, eğitim, sanat gibi her alan için kültür kelimesi kullanılarak açıklama yapılabilir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bunların hepsinin oluşturduğu genel yapıya ise medeniyet denilmektedir. Medeniyet kültür kavramını kapsayıcı bir yapıdadır. Hatta burada şunu da söyleyebiliriz kültürler mikro yapıda toplumsal birimlere dayanırken, medeniyetler ise makro yapıda etki alanına sahiptir.

Kültür kavramı Latince ekip dikmek anlamına gelmektedir. Ekim insan eliyle doğada üretilen şey anlamına geldiği gibi kültür de insanın tabiata eklediği şey olarak tanımlanmaktadır (Aydın, 2011: 258). İnsan ile üretilen bir şey öğrenilerek aktarılmaktadır. Bu yönüyle değişime açık kalmıştır. Kültür onu oluşturan insanlara özgüdür yani toplumsal bir nitelik taşımaktadır. Zaman içinde tekrarlanan davranışlar bir yapı oluşturmaya başlar kültür için de burada önemli olan bu yapının oluşumu ve devamıdır.

Halkların kültürel özellikleriyle medeniyetlere ayrılmaları ve fiziksel özellikleriyle ırklara ayrılmaları arasında önemli bir bağlantı vardır (Huntıngton, 2015: 49). Ama medeniyet ve ırk aynı şey değildir. Aynı ırka sahip insanlar farklı medeniyetlerde yaşadıkları takdirde birbirinden ayrılabilir. Fakat farklı ırklara sahip insanlar aynı medeniyet içinde yaşadıklarında bir medeniyeti paylaşmaktadır. Bunun en belirgin örneği ise siyahi ırklardan gelen insanların Avrupa medeniyeti içinde bir bütün halinde var olmasıdır. Dini inançlar da insanların sahip oldukları medeniyetleri belirlemede önemlidir. Farklı ırklardan olsa da birçok insan aynı dini paylaşmakta ve aynı medeniyetin içinde yer almaktadır. İnsanları birbirinden ayıran nokta farklı coğrafyalarda yaşamaları, farklı ırklara sahip olmaları değildir. Değerler, inançlar ve gelenekler insanların birbirinden ayıran en büyük özelliktir. Medeniyet kavramı bu yüzden çok geniş anlamlar içerir. Bir medeniyeti tanımak için birçok farklı değişkeni göz önünde bulundurarak yorum yapmamız gerekmektedir. Medeniyetleri tanımlayan aslında bu farklılıklardır. Irkları, coğrafyaları, dilleri, dinleri gibi her bir değişken medeniyetleri tanımlamaktadır. Aynı zamanda bu farklılıklar ile medeniyetler kendilerini diğerlerinden ayırarak var olmaktadırlar.

Medeniyetlerin belirgin sınırları, olmadığı gibi tam bir başlangıç ve sona eriş tarihleri de yoktur (Huntıngton, 2015: 51). İnsanlar ile var olan medeniyetler sürekli etkileşim

44

halindedirler. Bu sebepler zaman içinde diğer toplumlarla etkileşime geçerek bir değişim içine girebilirler. Etkileşim burada çift yönlüdür hem etkilenir hem de etkilerler. Bu sebeple medeniyetlerin oluşum biçimi zaman içinde değişir. Yine de her medeniyet birbirinden farklılıkları her zaman var olur. Bu da medeniyetlerin birbirinden ayrılmasını sağlar. Braudel’in de dikkat çektiği gibi, tarihte her medeniyetin kabul ve reddettiği şeyler vardır. Bir medeniyeti sadece kabul ya da reddettiği unsurlar üzerinden tahlil etmek, o medeniyetin iç dinamiklerini eksik anlamak olur (Braudel, 1996: 29). Medeniyetin bu kadar farklı manalarda kullanılmasının sebebi, kavramın elastik ve çok-anlamlı niteliğinden kaynaklanmaktadır. Aslında medeniyet, birden fazla kavramdan oluşan bir “merkez kavram”dır (Will, 1954: 89). İslam medeniyeti ise, seküler bir öz taşıyan diğer medeniyetlerden dini karakteriyle ayrılır.

Batı terimi eskiden belirli bir toprak parçasını belirlemek için kullanılmaktaydı, bir yön bildiriyordu. Belirli bir halka ait olan terim değildi. Batı kelimesi bugün ise bir medeniyeti tanımlamak üzere kullanılmaktadır. Batı, Avrupa medeniyeti demektir. Artık haritada gösterilen yönün ötesinde sınırları belirsizleşmiş bir kavram olarak varlığını sürdürmektedir. Hatta daha öteye giderek Batılılaşma kavramı modernleşme kavramıyla eş değerde anlaşılmıştır. Bu iki terim anlam karmaşası oluşturmaktadır fakat tüm dünyada böyle anlaşılmaktadır. Yani birbiri yerine kullanıldığında aynı şey anlaşılmaktadır.

Günümüz Dünyasında medeniyetler birbiri ile sürekli iletişim halindedir. Bu medeniyetler birbirini sürekli etkilemektedir. Batı medeniyeti ise diğer medeniyetler üzerinde sürekli tek yanlı etkisini bırakmaktadır. Batı diğer toplumlar üzerinde önemli etkilerde bulunmaya devam etmiştir; ama Batı ile diğer medeniyetler arasındaki ilişkiler gittikçe o medeniyetlerdeki gelişmelere Batı’nın tepkileri biçiminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Sadece Batı’nın yaptığı, yarattığı tarihin objeleri olmaktan uzaklaşan, Batılı olmayan toplumlar artan bir oranda kendi ve Batı’nın tarihinin biçimlendiricileri, harekete geçiricileri olmaya başlamışlardır (Huntıngton, 2015: 50). Toynbee’nin “meydan okuma-cevap verme”

Belgede Avrupa fikrinin inşası (sayfa 44-52)

Benzer Belgeler